28 Ekim 2016 Cuma

Eşitlik


“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

Eşitlik; “İki veyâ daha çok şeyin eşit olması durumu, denklik, müsâvat, muâdelet. Kânunlar yönünden insanlar arasında ayrım bulunmaması durumu. Bedenî, rûhî, başkalıkları ne olursa-olsun, insanlar arasında toplumsal ve siyâsî haklar yönünden ayrım bulunmaması durumu” olarak târif edilir TDK sözlüğünde.

Eşitlik, “mutlak eşitlik” şeklinde değildir. Mutlak eşitlik ol(a)amaz. Zîrâ hiç-bir şey mutlak alamda eşit değildir, olamaz da. Çok hassas makinelerde üretilen ürünler bile mutlak olarak eşit değildir. İki şeyin mutlak anlamda eşit olması sünnetullaha aykırıdır zîrâ. Doğada da birbirine mutlak anlamda eşit olan bir-şey gözlemlenemez. Kâinâtın hiç-bir yerinde mutlak anlamda bir eşitlik söz-konusu değildir. Bahsettiğimiz eşitlik, “mutlak anlamda bir eşitlik” değil, “doğal olan bir eşitlik”tir. Allah tüm varlık-gruplarını birbirine eşit olarak yaratmıştır. Meselâ tütün papatyalar eşittir; tüm hamsi balıkları eşittir; yağmur damlaları eşittir. Uzunluk-kısalık, küçüklük-büyüklük olarak değil ama, şöyle doğal bir bakışla bakıldığında hepsinde bir eşitlik göze çarpar.

İşte bunu gibi; İnsanların hiç-biri birbirine benzemez. Göz renkleri, deri renkleri, konuştukları diller, sesleri, düşünceleri ve inançları başka-başkadır. Bunda sorun yok. Zaten bu durum hem bir zenginliktir, hem de tüm bu farklılıklara rağmen “insanlık” anlamında eşittirler. Hepsi de insandırlar. Bu nedenle insanlar da başta rızık konusu olmak üzere; kamusal alanda, hak-hukukta, kendisine yapılan davranışlarda da eşit olmalıdır. Fakat eşit değildir. 

Alexis Carrel:

“Toplum insana şahsiyet tanısaydı, onların eşitsizliğini de kabûl etmek zorunda kalırdı. Her fert, kendi özel karakterlerine göre kullanılmalıdır. İnsanlar arasında eşitlik kurmaya çalışarak, çok faydalı olan ferdî özellikleri ortadan kaldırdık. Çünkü herkesin mutluluğu, kendi çalışma tarzına tam olarak uyum sağlamasına bağlıdır. Ve modern bir millette çok değişik işler vardır. Demek ki insanları, farklı-farksız birleştirmek yerine, terbiye ve hayat alışkanlıklarıyla çeşitlilikleri arttırmalıdır” der.

İtirâz ve hattâ isyân edilmesi gereken şey, insanların-hayvanların-bitkilerin ve cansız varlıkların farklı-farklı olması değildir ve zâten hiç-kimse de bu farklılıklardan rahatsız olmaz. Tam-aksine keyif alır. Rahatsız edici olan şey, insanlar arasında yine insanlar tarafından oluşturulmuş olan “doğal olmayan” farklılıklardır ki bu farklılıklar modern dönemlerde çok aşırı bir eşitsizlik oluşturmuştur. İnsanların yedikleri, içtikleri, giydikleri, evleri, arabaları, okulları, işleri, tavırları, konuşmaları, düşünüşleri, inançları, maaşları çok farklı olmuş ve eğitim-sağlık-adâlet konularında,bu eşitsizlikten dolayı “adamına göre muâmele” yapılmaya başlanmıştır. Eşitliğin bozulup da aşırı farklılaşmadan dolayı birileri çok kolay ve keyifli bir hayat yaşarlarken, büyük çoğunluğun ise hayatları çok ağırlaşmış ve bu durum bir zulme dönüşmüştür. Toplumun büyük çoğunluğu onursuz, değersiz, aç-susuz, mahrûm ve mahkûm bir hayat yaşamaktadır.

 Bu durum doğal ve âdil olmadığından, hiç de güzel bir görüntü oluşturmamakta ve hattâ iğrenç bir manzara ortaya koymaktadır. Lâik, seküler, kapitâlist, liberâl, modernist, demokratik tâğûti sistemler, hayatları kolay olanları yâni zenginleri daha da zenginleştirirken, daha lüks bir hayat yaşatırken; büyük çoğunluk olan diğerlerini ise ya daha zor bir hayat bekler, yada yerlerinde sayarlar. Onların îtirâz edip isyâna kalkmalarını önlemek için hem “devlet önlemleri” ile hem de sosyâl-psikolojik önlemler ile toplumu kontrôl edip suskunlaştırmaktadırlar.

Bu adâletsiz ve eşitsiz durumu devletin lîderleri değiştir(e)mediği ve zâten değiştirmek de istemediği için bir şey değişmiyor. Müslümanlar ve müslümanların âlimleri ise “sistem”e entegre olduklarından dolayı insanlara, bu duruma sabredilmesini, ileride her-şeyin düzeleceğini söyleyerek; daha bağnaz olanlar ise; “kader” ile kandırmaktadırlar ve böylece mevcut eşitsiz durum gün geçtikçe artarak sürmektedir.

Eşitsizliğin temeli, ekonomik alanla ilgilidir. Ekonomik eşitsizlik, diğer tüm eşitsizliklerin kaynağıdır. Oysa Allah ekonomi konusunda “mutlak eşit” olmasa da, “doğal eşitlik”in olmasını ve tüm insanların “benzer gelirlere” sâhip olmasını ister. Allah bunu Kur’ân’da şu âyetlerle gösterir:

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

“…Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

“…Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele (Tevbe 34).

“Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

“Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

Allah, seçtiği Peygamberine vahyederek; “al bu vahyi insanlara anlat, dağıt” demiştir. “Al bu vahyi insanlara anlat dağıt” demekle, “al bu parayı insanlara dağıt” demek arasında fark yoktur. Allah insanlara malı dağıtmayı zenginler, yâni kendilerinde malın teksir-çoğalmış olduğu kişiler üzerinden yapar. Allah vahyi peygamberler üzerinden, malı da zenginler üzerinden dağıtır. Sünnetullahın ve imtihanın gereğidir bu.

Eşitlikte insan ayırımı yapılmaz. Allah da böyle bir ayrım yapmıyor ve Güneş’i herkesin üstüne eşit doğuyor, yağmuru herkesin üstüne eşit yağdırıyor.

Mahmut Akyol:

“İslâm’i çevreler de “eşitlik” kavramına karşı bir alerji (iticilik) oluşmuştur. Dahası “İslâm’da ‘eşitlik’ yok ‘adâlet’ var, ‘devrim’ yok ‘diriliş’ var” denilerek komik durumlara düşülmüştür. Kur’ân’da eşitlik kavramı; Adâlet, Kıst, Vasat, Hakk, Vezn, Sevâ kelimeleriyle anlatılmıştır. İnsanın yaratılmasında “sevâ/tesviye” kelimesi kullanılmıştır. “Biçim verdi, düzenledi, tam yaptı” sözleri “sevâ” kelimesinden türemiştir.

Hz. Peygamberden hemen sonra zuhur eden “yalancı peygamber” olayı, insanların eski ekonomik hayatlarına geri dönmek istemelerinin adıdır.

Peygamberimiz Medîne’ye geldiğinde, ilk olarak insanların bahçelerinin etrafındaki duvarları yıktırmak olmuştu. Ne gariptir ki Peygamberden sonra bu duvarlar yeniden çekildi. İşte bu iş müslümanlar için yıkılmanın başlangıcı oldu. Kur’ân’ın eşitsizliğe tahammülü yoktur. Öyle ki, yoksulluk boyutundaki eşitsizlik “Allah’ın nîmetini inkâr”, açlık boyutundaki eşitsizlikse “Allah’a ortak koşmak”tır” der.

Allah yaratmayı eşit yapmıştır-yapar: “Sonra onu eşitçe yaratıp düzenledi. Ona kendi rûhundan üfledi. Ve size kulaklar, gözler, kâlpler verdi. Ne kadar az şükrediyorsunuz?” (Secde 9).

Eşitliği sağla(ya)mayanlar, aslında eşit olmayan meseleleri eşitlemeye çalışırlar. Meselâ en çok da kadın ile erkeği eşitlemeye çalışırlar ki, bu eşitlenme çabası ancak, kadına zulüm olur. Çünkü kadın erkekle eşitlendiğinde kadına artı yükler biner.

Eşitlik, rızıkta eşitlik, kânunda-hukukta yargıda eşitlik, insanlıkta eşitliktir. Allah eşitlikten bahsettiği gibi eşitsizlikten de bahseder:

“Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve âhiret gününe îman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız?. (Bunlar) Allah katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidâyet vermez” (Tevbe 19).

“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vaâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

“Allah, (kendisine ortak koştuğunuz ilahlar konusunda) hiç-bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının mülkünde olan ile, tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verdiğimiz, böylelikle ondan gizli ve açık infâk eden kimseyi örnek olarak gösterdi; bunlar hiç eşit olur mu?. Hamd Allah’ındır; fakat onların çoğu bilmezler” (Nâhl 75).

Allah, ırk-farklılığı ile de eşitsizlik oluşturmasını kabûl etmez. İnsanlar arasındaki üstünlük sâdece takvâdadır. Irkçılık-milliyetçilik, kendilerini tüm milletlerden üstün zanneden yahudilerin tüm dünyâya yaydığı bir fitneden başka bir şey değildir:

Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 9-13)

Hacda herkes tek-tip kıyâfet giyerek aynılaşır ve bir-nevî eşitlenir. Bu zâten İslâm’î anlamdaki eşitliğin bir provasıdır. En büyük eşitleyici ise ölümdür. Fakat ölümden sonra, iyilerle kötüler âdil bir şekilde ayrılıp cennetlikler ve cehennemlikler olarak eşitleneceklerdir.

Bâzı eşitlikler yanlıştır. Meselâ müslüman ile gayr-ı müslimlerin eşit olması yanlıştır ve Osmanlı’yı bitiren şey, “gevura gevur deme”nin yasaklandığı târih olan, 1839 Tanzimat Fermânı’dır. Tanzimat Fermânı’yla birlikte, müslüman ile gayr-ı müslimleri eşitlenerek, Kur’ân’a aykırı davranılmış ve “yanlış bir eşitleme” yapılmıştır. İşte bu “güyâ adâlet gibi görünen” eşitleme ameliyesi, kısa bir zaman sonra, müslümanların aleyhine, gayr-ı müslimlerin ise lehine “eşitsizlik” olarak tezâhür etmiştir. İlber Ortaylı:

“1877 Mebuslar Meclisi’nin üçte biri gayr-ı müslim üyelerden oluşuyordu. Bu 19. yüzyıl için bir devrimdir. Hiç-bir ülkede hâkim dînin dışındakilere bu kadar yüksek bir temsil hakkı verilmemişti” der.

Dünyâ’da bir eşitlik oluşturulmak isteniyor. Fakat bu eşitlik, “adâletsiz bir eşitlik”tir. Allah (sınırsızca) farklı-farklı yarattığında eşitlik; insan (sınırsızca) ayrı-ayrı ürettiğinde eşitsizlik/adâletsizlik meydana gelir. Kur’ân, Hak-Hakîkat ve Adâlet-Eşitlik yanındadır. Böyle olunca Kur’ân’ın “birilerinin” tarafında olmadığı ortaya çıkar. Peygamberimiz ve ilk iki halife de uygulamalarını Kur’ân’ın öngördüğü ve emrettiği eşitlik ilkesine göre yapmışlardır. Seyyid Kutup ise şöyle der:

“Hz. Ömer’in siyâseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dâhilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi”.

Demek ki Robin Hood hikâyesinin kaynağı Hz. Ömer’dir. Tabi Hz. Ömer zenginlerin malını Robin Hood gibi çalmıyordu.

Mutlak eşitlik “doğal” olmadığı için zarar verir. Meselâ öğretmen-öğrenci ilişkilerinde eşitlik eğitime zarar verir. Herkesin eşit ve herkesin eşit ölçüde özgür olduğu bir ortamda gençlik nasıl eğitilebilir?. Öğretmen bu koşullar altında tir-tir titrer ve öğrencilerine yaranmaya çalışır, öğrenciler ise öğretmeni dinlemezler. Ve üstelik, gençler ileri-geri konuşarak, bilgiçlik taslayarak yaşlılarla yarışırlar, yaşlılar da gençlerin arasına karışarak can sıkıcı ve bunak olmadıklarını göstermek istercesine şakalar ve şaklabanlıklar yaparak gençlere ayak uydurmaya çalışırlar.

Mutlak eşitlik de bir eşitsizliktir. Bizim bahsettiğimiz eşitlik, dediğimiz gibi; “doğal eşitlik”tir. Aynen doğada olduğu gibi. Aynen Allah’ın istediği-emrettiği, Peygamberimizin ve sâlihlerin uyguladığı gibi.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2016














Devamını Oku »

21 Ekim 2016 Cuma

Altı Vakit Namaz


“Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür” (Hûd 114).

 

Bu âyet, 5 vakit namazdan bahseder ve namaz-vakitleri ile ilgili olan diğer âyetler, bu âyetin açılımıdır.

 

Gündüz kelimesi “gün” den gelir ve “gün” Güneş demektir. O hâlde gündüz, “Güneş’in olduğu zamanlar” anlamına gelir. Dolayısı ile “gündüzün iki tarafında” yâni “Güneş varken” kılınan namazlar, Öğle ve İkindi namazlarıdır. Zîrâ sâdece bu vakitlerde Güneş gözükür ve “gün-düz”, Güneş’in gözüktüğü zamandır. O hâlde bu âyetten ilk 2 vakit (Öğle-İkindi) namazı bulduk.

 

“Gecenin gündüze yakın saatleri” ise, Akşam, Yatsı ve Sabah namazlarıdır. Çünkü bu vakitler “gecenin zifiri karanlığının olmadığı” zamanlardır. Sabah ve Akşam vakitleri “aydınlığa yakın” vakitler olduğu için, “gündüze-Güneş’e yakın vakitler” olarak  görülüyor ama aslında Yatsı namazı vakti de “gündüze yakın” zamandır. Çünkü henüz zifiri karanlık oluşmamıştır Yatsı vakti girdiğinde. Abdulaziz Bayındır “gecenin gündüze yakın saatleri”nin açıklamasını şöyle yapar:

 

“Âyetin metninde, “yakınlık” anlamında olan zülfe’nin çoğulu zülef kelimesi vardır. Arapçada çoğul, en az üç şeyi gösterir. Âyetteki “gecenin zülfeleri”, gecenin gündüze yakın en az üç zamanıdır. Bunlar gündüzden işâret taşıyan Akşam, Yatsı ve Sabah namazlarıdır.

 

Gece üçe ayrılır; birinci bölümü, Akşam ve Yatsı namazlarının vaktidir. Güneş’in batmasıyla başlar ve karanlığın iyice çökmesine (ğaseku’l-leyl’e) kadar sürer. İkinci bölümü, teheccüd namazının vaktidir, ğaseku’l-leyl’den tan yerinin ağarmasına kadar sürer. Buna, “gecenin yarısı” veyâ “gecenin ortası” denir. Üçüncü bölüm ise, tan-yerinin ağarmasıyla başlayan Sabah namazının vaktidir. Bu andan îtibâren oruçlu için yasaklar başlar. Sabah namazı, Güneş’in doğmasına kadar kılınır.

 

Akşam namazı, Güneş’in batmasından, “batı ufkundaki “kızıllığın” kaybolmasına kadar” kılınır. Bundan sonra Yatsı namazının vakti girer. “Batı ufkundaki “beyazlığın” kaybolup havanın tam kararmasına kadar” devâm eder. Hava “tam kararınca” gecenin gündüze yakın birinci bölümü bitmiş olur”.

 

Yâni, Yatsı namazı vakti, hava “daha tam kararmadan” biten namazdır aslında. Sabaha kadar sürmez. Bu nedenle “gündüze yakın” olan namazdır. Henüz “zifiri karanlık” vakti girmediği için, gündüze yakındır. Gündüz, “gün” ile alâkalıdır ve Abdulaziz Bayındır’ın dediği gibi, henüz “batı ufkundaki beyazlık” kaybolmamıştır. Yâni bir ışık vardır ki, “ışık” demek “gün” demektir, Güneş demektir. Işığa yâni “gün”e yakınlık devâm etmektedir. Işık kaybolduğunda “gündüze yakınlık” da biter. Dolayısı ile buradan da 3 vakit (Akşam-Yatsı-Sabah) namazı bulduk ve 5 vakit namazın olduğunu sâdece Hûd 114. âyete bakarak gördük. Hattâ muhteşem bir belâgat ile, konunun anlaşılması için âyetin yarısı bile yetti.

 

Yatsı namazının Sabah namazı vaktine kadar sürebileceğini söyleyenler yanılmaktadırlar. Yatsı namazının bir vakti vardır ve bu süre, “batı ufkundaki “beyazlığın” kaybolduğu zamâna kadar”dır. Bu beyazlık kaybolduğunda Yatsı namazının vakti de geçmiş oluyor. Artık bundan sonra Teheccüd namazının vakti giriyor. Zâten bizim “altıncı vakit” dediğimiz de, Sabah namazı vaktine kadar süren “Teheccüd namazı-duâsı-okuması” vaktidir.

 

Yatsı namazının Sabah namazı vaktine kadar sürmediğinin delîli şu âyettir:

 

“Ey îman edenler!, sağ ellerinizin mâlik olduğu ile sizden olup da henüz erginlik çağına ermemiş olan (çocuk)lar, (odalarınıza girmek için şu) üç vakitte izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve Yatsı namazından sonra. (Bu) üçü sizin için mahrem (vakitleri)dir…” (Nûr 58).

 

Âyette; “Sabah namazından önce” ve “Yatsı namazından sonra” deniyor. Çok basit bir mantıkla; eğer Yatsı namazı Sabah namazı vaktine kadar sürecek olsaydı, ikisi arasında “izin istenilecek” bir aralıktan bahsedil(e)mezdi. İmsaktan bir sâniye önce Yatsı namazını kılıp bitirdiğimde, kısa bir aralık bile olmayacağı için, “Yatsı namazından sonra” denilen zaman ne zamandır?. İzin alınacak zaman ne zamandır?. Bir aralık kalmıyor ve Nûr 58. âyet boşa çıkıyor. “Sabah namazı öncesi izni” için de geçerlidir bu mantık. Demek ki Yatsı namazının bir süresi vardır ve en azından Sabah namazı arasında bir boşluğun olduğu anlaşılıyor. O hâlde tüm namazlarda olduğu gibi, Yatsı namazının vaktinin de bir sonu vardır ve bu “son” Sabah namazı vaktinin başlangıcı değil, “batı ufkundaki beyazlığın kaybolduğu vakit”tir Yatsı namazının bittiği zaman.

 

Yatsı namazı Sabah namazına kadar sürecek olursa, Yatsı namazının ardından “bir süre yattıktan sonra kalkıp kılınması gereken” Teheccüd-vitr namazı ne zaman kılınacak?. Çünkü Sabah namazından hemen önceye kadar kılınabileceği söylenen Yatsı namazı arasında “biraz uyuyup kalkılacak” bir zaman olmuyor.

 

Aslında sâdece gece ve gündüz vardır ve gündüz Güneş’in doğmasıyla başlayıp batmasıyla biterken; gece ise, akşam ile başlar, sabaha kadar sürer. Akşam, geceden ayrı değildir:

 

“Kararmaya ilk başladığı zaman geceye andolsun"!” (Tekvir 17).

 

İmam Şâfii: “Yatsının son vakti, gecenin birinci üçte-biri geçinceye kadardır. Gecenin bu bölümü geçince namazın vakti geçer. Nebi sallâllahu aleyhi ve sellemden rivâyetlerin hepsi, bu vakitten sonra vaktin çıktığı dışında bir şeyi göstermez” (Şâfiî, Muhammed b. İdris, el-Um, Beyrut 1393/1973, c. I, s. 74) der.

 

5 vakti gösteren ve emreden Hûd Sûresi 114. âyetin açılımı şu âyetlerdir:

 

“Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar namazı kıl, fecir vakti (namazda okunan) Kur’ân’ı, işte o, şâhid olunandır” (İsrâ 78).

 

Bu âyetler, Akşam, Yatsı ve Sabah namazı vakitlerini gösterir ve vakitleri farklı ifâdelerle ortaya koyar. “Güneş’in sarkmasından gecenin kararmasına kadar” kılınan namazlar, Akşam ve Yatsı namazlarıdır. “Fecir vakti” denilen zamanda da, Sabah namazının kılındığı vakittir.

 

“Şu hâlde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, Güneş’in doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et (yücelt). Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin” (Tâ-hâ 130).

 

Bu âyet de; “Güneş’in doğmasından önce” diyerek Sabah namazını; “Güneş’in “tam olarak batması”ndan önce” diyerek Akşam ve Yatsı namazlarını; “gündüzün uçlarında” diyerek de Öğlen ve İkindi namazları belirtir. Âyetin “tesbih et” şeklinde söylenmesi, “namazdan ayrı bir tesbih etme” değildir. “Namazdan sonra tesbih etme”dir. Tesbih etme, “tesbih çekme” değil, Allah’ın “subhan” olduğunu söyleme-düşünme-anma demektir. “Subhânallah” demektir. Allah’ın noksanlıktan münezzeh olduğunu tekrâr-tekrâr dile getirme, söyleme ve anlatma demektir. Bu bir zikirdir. Zâten bu zikrin namazdan sonra yapılacağını Nîsâ 103. âyet de söylüyor:

 

“Namazı bitirdiğinizde, Allah’ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin. Artık güvenliğe kavuşursanız namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü’minler üzerinde vakitleri belirlenmiş bir farzdır” (Nîsâ 103).

 

Namazdan sonra Allah’ın “subhan” olduğunu söylemek yâni O’nu tesbih etmek, sâdece savaş-zamânı yapılması gereken bir-şey değildir tabî ki. Tüm namazlardan sonra yapılabilir. Dolayısı ile “tesbih”, “namazdan sonra” yapılır.

 

“Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de Allah’ı tesbih edip (yüceltin). Hamd O’nundur; göklerde ve yerde, günün sonunda ve öğleye erdiğiniz vakit de” (Rûm 17-18).

 

Bu âyette de; “akşama girdiğiniz vakit” diyerek Akşam ve Yatsı namazını, “sabaha erdiğiniz vakit de” diyerek, Sabah namazını; “günün sonunda ve öğleye erdiğiniz vakit de” diyerek İkindi ve Öğle namazını emredilmiştir. 5 vakit namazın açılımı bu şekildedir.

 

Bu âyetle ilgili Abdullah İbni Abbas’tan şöyle bir rivâyet gelmektedir: “Bu âyet beş vakit namazı içinde toplamaktadır. Akşamlarken akşam ve yatsı, sabahlarken sabah, günün sonunda ikindi, öğleye eriştiğinizde öğle namazına işâret etmektedir”.

 

“Namazları ve orta-namazını (üstlerine düşerek, titizlik göstererek) koruyun ve Allah’a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza) durun” (Bakara 238).

 

Âyet “orta namaz”dan bahseder ki bu namaz “Öğle namazı”dır. Orta-namaz için; “orta-namazı koruyun” denir. Neden sâdece bu namaz için “korumak”tan bahsedilir?. Çünkü Öğle namazı vakti, “kaylûle uykusu”nun da vaktidir ve müslümanlar “kaylûle” için yattıklarında uyuyup kalıyorlar ve Öğle namazı vakti çıkıveriyordu. Uyandıklarında vaktin geçmiş olduğunu görüyorlardı ve bu durum “namazın disiplini” açısından sorun teşkil ediyordu. İşte bunun için Allah, orta-namaz olan “Öğlen namazını, Kaylûleye dalıp da kaçırmayın” diyor. “Kum”, “kalkın” ifâdesi, “kaylûle uykusundan kalkın da namaza durun” anlamına gelir kanımızca. Ayrıca; “öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit” (Nûr 59) denir. İnsanlar üstlerini, uyumak için çıkarıyorlar tabî ki de. Aynen, Sabah namazından önce izin istenmesinin gerekçesinde olduğu gibi. “Orta namaz”, “günün ortasındaki” namazdır. (Allâh-u âlem).

 

5 vakit namaz açıklandı. Fakat bizim yazımızın konusu 6 vakit namazdır. Peki 6. vakit namaz hangisidir?. Bu namaz “Teheccüd Namazı”dır ve Teheccüd namazı “isteğe bağlı” kılınması gereken bir namaz değil, herkesin “farz olarak” kılması gereken bir namazdır. Bu namazın ayırıcı özelliği, vaktinin kişiye göre değişebilmesi serbestisidir:

 

“Ey örtüsüne bürünen!, az bir kısmı hâriç olmak üzere, geceleyin kalk: (Gecenin) Yarısı kadar. Yada ondan biraz eksilt. Veyâ üzerine ilâve et. Ve Kur’ân’ı belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku. Gerçekten senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız. Doğrusu gece-neşesi (gece ibâdeti, insanın iç-dünyâsında uyandırdığı) etki bakımından daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz, senin için uzun uğraşılar vardır. Rabbinin ismini zikret ve her-şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel” (Müzzemmil 1-8).

 

“Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân’dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil 20).

 

“Gecenin bir kısmında kalk, sana âit nâfile (ilâve) olarak onunla (Kur’ân’la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makâma ulaştırır” (İsrâ 79)

 

“Bizim âyetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar îman eder. Onların yanları (gece-namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Secde 15-16).

 

“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir?. De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

 

Biz namazlarımızın ayrıntılarını Peygamberimizden öğrendik. Fakat niçin Teheccüd namazının ayrıntısını da ondan öğrenmiyoruz?. 5 vakit namazı Peygamberimize bakarak öğrendik ve kılıyoruz. Onun kıldığı 6. vakit olan Teheccüd namazını niye “o kıldığı için” kılmıyoruz?. “Sana âit” denince ne anlamalıyız ki?. Sâdece 1.400 yıl önce yaşayan Hz. Muhammed’e midir bu hitâp ve emir?. Bu hitâp ve emir sâdece Peygamberimize ise, şimdi ne oldu?, âyet ve âyetler nesh mi oldu yâni?. Tabî ki de hayır. Âyet şimdi de bize hitâp ve emrediyor ve “Teheccüd için kalk ve namaz kıl, Kur’ân oku” diyor. Aksi-hâlde tüm Kur’ân Peygamberimize indirildiğine göre Kur’ân’ın hiç-bir âyeti bize hitâp etmiyor demektir. Hayır!; Kur’ân’ın diğer tüm âyetleri gibi Teheccüd namazı ile ilgili âyetleri de bize hitâp ediyor ve Teheccüdü emrediyor. Görüldüğü gibi Teheccüdü emreden âyet bir tâne değil. Beş tâne âyet var Teheccüdden bahseden. Dolayısı ile “sana âit” denilirken, ben bu sözü kendi üstüme alırım. Çünkü Kur’ân sâdece târihsel olan bir metin değildir. Lafzı târihsel olsa da hitâbı ve emri tüm zamanlar içindir ve Kur’ân 1.400 yıl önce “sana” derken Peygamberimizi kastettiği gibi, şu-anda “sana” diyerek “beni” kastediyor ve “bana” sesleniyor. Tabi bu hitâp herkese olduğu için tüm ümmetin kastedilmesidir. “Bu namazı kendine âit kıl” diyor. “Teheccüdü kendi özel ilmî ve kalbî gelişimin için yap” anlamında yâni. Evet; Teheccüd namazı farz bir namazdır ve sâdece Peygamberimize değil, tüm ümmete ve tüm zamanlar için farzdır. Müzzemmil Sûresi’nde teheccüd namazını kısaltmanın kolaylığı, “hastalar, rızık peşinde koşanlar ve Allah yolunda savaşanlar” nedeniyledir. Yoksa keyfî bir şey değildir. Teheccüd namazı farzdır ve farz olduğu için cemaatle de kılınabilir. Zâten ilk-başta Peygamberimiz ve sahabe cemaatle kılıyorlardı.

 

“Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zâyi ettiler, şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır” (Meryem 59).

 

Vitir namazı aslında 3 rekat değil, 1 rekatlık bir namazdır ki, teheccüd vakti kılınır. Birileri onu kolaylık olsun diye Yatsı namazının 2 rekatlık son sünnetinin ardına koymuş fakat yanlış yapmıştır. Vitir namazı tek rekattır ve Yatsı namazından sonra değil, Teheccüd namazı sırasında 1=”tek” rekat olarak kılınır. Hz. Âişe: “Hz. Peygamber (s.a.) namazı­na kısa iki rekâtla başlar, sonra virdini on bir rekât olarak tamamlardı. Her iki rekâtta bir selâm verirdi. Bir rekâtla da vitir kılardı” der. Başka bir rivâyette de: “Hz. Peygamber (s.a.), do­kuz rekât vitir kılar, sekizinci rekâtta otururdu. Ancak çok sayı­da ve güçlü hadislere göre vitir, bir rekâttır. Benim görüşüm de bu­dur” der. 

 

Peygamberimizin Teheccüd namazını 11, 9 ve 7 rekat kıldığına dâir rivâyetler vardır ve bu rivâyetlerin hepsi de doğrudur. Zîrâ Peygamberimiz 11, 9 ve 7 rekat olarak Teheccüd namazı kılmıştır. Fakat burada ilginç olan, rekatların sayısının hep tek-rekat olmalarıdır. Çünkü Peygamberimiz, 1 rekat olan Vitir namazını, kıldığı 10, 8 ve 6 rekatlardan sonra 1=tek-rekat olarak kılınca, 11, 9 ve 7 rekatlık Teheccüd namazı olmuştur. Teheccüd namazı, zamânı ve dolayısı ile rekat sayısı kişinin durumuna göre düzenlenebilir.

 

Ramazan Yılmaz Teheccüd namazı için şunları söyler:

 

“Kur’ân’da, bir-çok âyette, açıkça ortaya konulan altıncı vakit, gece (Vitir) namazıdır. Bugün, Kur’ân’ı anlamaktan ve ilimden yoksun, Kur’ân gerçeğinden habersiz şeytanın insan cinsinden bir-kaç yardımcısı, namaz vakitlerinin üç vakit olduğunu iddiâ ediyorlarsa da bunun Kur’ân’la, İslâm’la ve İslâm’i gerçeklerle hiç-bir ilgisi yoktur. Yüce Allah’ın kendisini râzı etmemizin ve kurtuluşumuzun vesîlesi saydığı ve örnek almamızı istediği en güzel örnek Hz. Muhammed(as), beş vakit üzerine fazla olarak emredilen Gece (Vitir) namazını ümmetine şöyle bildirmektedir:

 

“Allah size bir namaz daha fazladan ilâve etmiştir. Bu namaz da vitirdir. Vitir namazını yatsı ile sabah vakti doğuncaya kadar geçen zaman içinde kılın” (Sekiz sahabeden rivâyet edilen bu hadisi, Ebu Davud, Tirmizi ve ibn-i Mâce nakleder).

 

Resûlullah(as)’ın, “Allah size bir namaz daha fazladan, ilâve etmiştir” sözü, bu namazın, yüce Allah(cc) tarafından farz kılındığını gösterir. İlim-ehlinden bir-çok kimse, gece namazının farz bir namaz olduğunu kabûl etmiş ve bunu yazdıkları eserlerde belirtmişlerdir. Rahmetli Seyyid Kutup Gece (Vitir) namazı ile ilgili olarak Fizilâl’inde şu ifâdelere yer verir:

 

“Gecenin bir kısmında, uykuyu bırakarak gece namazı kıl. Bu senin için ayrı bir ibadettir” (İsrâ 79).

 

Gece namazı, gecenin ilk saatlerini uykuyla geçirdikten sonra kalkıp kılınan namazdır. (Bi hi) deki zamir Kur’ân’a râcidir. Çünkü Kur’ân namazın rûhu ve temelidir”.

 

Mevdûdi ise, Tefhimu’l Kur’ân’ında şu ifâdelere yer vermiştir.

 

“Teheccüdün sözlük anlamı, “uykuyu bölüp kalkmak”tır. Bu nedenle cümle ‘tehecciid namazı kıl’ diye tercüme edilmiştir, yâni “gecenin bir bölümü geçince uykudan kalk ve namaz kıl”. ‘Nâfile’ sözlükte ‘zorunlu görevin yanı-sıra yapılan bir şey’ anlamına gelir. Bu, Teheccüdün ‘beş vakit namazın dışında olduğunu gösterir”.

 

Elmalılı M. Hamdi Yazır da konuyla ilgili olarak, Hak Dîni Kur’ân Dili adlı tefsirinde, bir-çok görüşe yer verdikten ve bu farz ibâdetin, âyette belirtilen kimseler olan hasta, yolcu ve savaşta olanların durumunu inceledikten sonra gece-namazının onlardan bile kaldırılmadığını, ancak hafifletildiğini belirtir:

 

“Bundan böyle Kur’ân’dan kolay geleni okuyun”. Gece ibâdetinden, kıraatten büsbütün vazgeçin değil, asıl “gece kalk” emrinin hükmü kaldırılmıyor, yine ‘kalkın’ fakat gecenin yarısı veyâ daha azı veyâ daha çoğu miktarlarıyla ve uzun-uzadıya tertil üzere okumak kaydına bağlı olmadan, ‘Kur’ân’ ve ‘Kıraat’ denilebilmek şartıyla, ne kadar kolayınıza gelirse o kadar okuyun, o kadar gece ibâdeti yapın. İkincisi, emrin görünen mânâsı yine vücup yâni gereklilik içindir. Yâni gece-ibâdeti ve okuma yine farz, ancak, önceki gibi sayılmayacak şekilde çok olmak şart değil, kolayınıza geldiği kadar demektir”.

 

Önce beş, sonra altı vakit namaz. Kimi insanlar, Resûlullah(as)’ın bir Arâbi ile olan konuşmasını ileri sürerek, namaz vakitlerinin beş olduğunu iddiâ ederler.

 

“Hz. Peygamber( as)’a bir bedevi ‘benim üzerinde farz bir namaz var mıdır?’ diye sorduğunda: ‘Beş vakit namaz’ cevâbını vermiştir. Bedevi; ‘üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?’ sorusunu tekrarlayınca Hz. Peygamber (as), ‘Hayır, ancak nâfile kılarsan bu müstesnâ” buyurmuştur” (Buhâri ve Müslim ittifâk etmişlerdir).

 

Şimdi bu hadis ile “Allah size bir namaz daha fazladan ilâve etmiştir...” hadisini karşılaştıracak olursak şu gerçek ortaya çıkar. Resûlullah(as) İsrâ 79. âyeti gelmeden önce beş vakit namazı söylemiş, İsrâ 79. âyeti gelince de ikinci hadisi söylemiştir. Bu iki hadis birbirini bütünleyen ve aralarında çelişki bulunmayan hadislerdir. Birinci hadisi kabûl edip ikincisini görmezlikten gelmek ciddiyetle, samîmiyetle ve müslümanlıkla bağdaşmaz. Müslüman olmak, hepsini objektif olarak görüp Kur’ânî olanlarını almayı gerektirir.

 

Evet, görüldüğü üzere âyetlerde altı vakit namaz bildirilmiş, Resûlullah(as) da buna uygun olarak namazlarını edâ etmiştir. Îman edenlere düşen sorumluluk, Kur’ân ve Sünnet gerçeğine îtirâz etmeden teslim olmaktır. Çünkü îman etmek bunu gerektirir”.

 

Teheccüdün farz olmadığını kabûl ettiğimizde, özellikle kış aylarında günün yarısı yâni yaklaşık 12 saati ibâdetsiz geçecek demektir. Bu kadar uzun bir zaman-dilimin ibâdetsiz yâni “Allah’sız” geçmesi İslâm’a da, sağ-duyuya da aykırıdır. Zîrâ insan bu kadar zaman boş bırakılmaya gelmez. İnsan, günün yarısına yakın bir zaman-dilimini ibâdetsiz olarak geçirdiği takdirde gafletten kurtulması söz-konusu olmayacaktır.

 

Evet, teheccüd bir “gece dirilişi”dir. Gecesini diriltemeyenler, gündüzlerini hiç diriltemezler. Sonuçta da bir “diriliş” gerçekleşmez.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2016

 

 

Devamını Oku »

Cemaat


“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

İslâm’a göre, “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapan, yâni “iyiliği emreden, kötülükten nehyeden (kötülüğü engelleyen) bir toplum-cemaatin bulunması elzemdir. Allah bu böyle bir toplumun bulunmasını tavsiye değil, emreder. Çünkü o ideâl cemaat bulunmadığında Dünyâ’nın vay gele başına!. Aynen günümüzde olduğu gibi, şeytan Dünyâ’da istediği gibi cirit atar. Tâğutlar istedikleri gibi hükmederler ve insanları mankurtlaştırıp kendilerine kul-köle ederler. Adâletsizlik alıp başını gider. Zengin-fakir uçurumu artar. Kadın-erkek rôlleri değişir. Eğitim, sağlık, iş, güvenlik ve toplumdaki tüm kurumlar ifsâd olur. Herkes çıkarını düşünür ve “gemisini yürüten kaptan” sözü mottolaşır. Peki neden böyle olur?. Çünkü devleti, bürokrasiyi, devlet kurumlarını, diğer cemaatleri, insanları uyaracak ve iyiliği tavsiye edecek ve kötülüğü engelleyecek olan, Allah’ın bahsettiği o özel toplum yoktur. Hayır! diyecek bir toplum olmadığında, toplumun önde gelenleri müstekbirleşir ve adâletsiz işler yaparlar ve en sonunda da Firavunlaşırlar. Böyle toplumlarda cemaatler, en baştakinin yolunda gider ve hattâ onun dînine uyarlar. Hattâ ve hattâ İslâm’ı, “lîderin dîni”ne uydurmaya çalışırlar. Artık din, başta şeytan olmak üzere; tâğutlara, ideolojilere, lîderlere, zenginlere, din istismarcılarına, sermâyeye, nefse uygun hâle gelir-getirilir. Din ifsâd olur ve ortaya çıkan cemaatler de, bu “yeni din”e göre mevzî alırlar.  

Günümüzde yanlışa “hayır” diyen bir toplum-cemaat yoktur. Zâten Dünyâ’nın ve insanların hâl-i pür melâlinin nedeni de budur. Kur’ân’ın târif ettiği İslâm cemaati olmadığında yeryüzü böyle çirkef içinde kalmaya devâm eder. Zulüm ve huzursuzluk ayyuka çıkar. Çünkü barış ve huzur ancak, bahsedilen özelliklere sâhip bir cemaatin, toplumları uyarıp aydınlatması ve yönlendirmesiyle ve bir-zaman sonra da İslâm’ın hâkim olmasıyla sağlanabilir. İnsanlar ancak sahih bir İslâm Devleti olduğunda huzûra ve güvene ulaşabilirler.

Günümüzde böyle bir cemaat bulunmadığı gibi, cemaatlerin birbirleri ile uğraşmaları ve bu nedenle de birbirlerine düşman olmaları nedeniyle sahih bir cemaatin kurulamıyor. Bu yüzden Allah Kur’ân’da şöyle der:

“Ey îman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar..” (Hucurât 11).

Atasoy Müftüoğlu:

“Geçmişi kutsallaştıran geleneksel yaklaşımlar, müslüman kitleleri eleştirel düşünceden uzaklaştırarak duygusal/psikolojik yöntemlerle kazanmaya çalışıyor. Müslüman kitlelerin zihin ve rûh-dünyâlarına cemaat lîderleri, yada politik lîderler el koyarak, kitleleri istedikleri yönde araçsallaştırabiliyor, kullanabiliyor, sömürebiliyor.

Karşı-karşıya bulunduğumuz gelişmeleri bugün İslâm’i cemaatlerin yaptıkları gibi epik anlatılarla ve romantik saçmalıklarla geçiştiremeyiz. Kendi ilgi alanlarını putlaştıran, statükoyu meşrûlaştıran, her-yerde egemen düzene hizmeti şiar edinen cemaat yapılarıyla toplumsal ve siyâsal bilinç düzeyi yükseltilemez. Her târihsel dönemin beklentileri, ihtiyaçları, yorumları, ilgileri, hassâsiyetleri birbirinden kuşkusuz farklı olacaktır. Bir târihsel dönemin yorum ve yaklaşımlarının bütün dönemler için geçerli olmayabileceğini unutmamak gerekir. Statükonun bir parçası hâline gelmiş, konumları gereği muhâlefet edemeyen, eleştiremeyen, hakîkatin ifâdesi olamayan İslâm’i cemaatleri anlamak ve mâzur görmek mümkün değildir. Statükoya hizmetin bir gelenek hâlini aldığı toplumlarda eleştiri olamaz” der.

Kur’ân-merkezli değil de modernizm-merkezli olan cemaatler bireyleşiyor-bireyselleşiyor. Oysa cemaatler birey değil “şahsiyet” yetiştirmelidirler. Zamâne müslüman cemaatlerin bireyleri, “şahsiyet” olamamış kişilerden oluşuyor. Bu nedenle “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapamıyorlar.

Cemaatler mensuplarını câhilleştiriyor. Oysa aydınlatmaları gerekirdi ve zâten vârolma amaçları budur. Fakat tam-tersine kitleleri uyutacak anlatılar yapıyorlar ve toplumları câhil bırakıyorlar. Câhil toplumları kontrôl etmek için dâima yeni mitolojilere ihtiyaç duyulur. Her grup ve devlet, kendi mitolojisini uydurarak varlığını devâm ettiriyor.

“Şeyh uçmaz mürid uçurur” derler. Hastalıklı müridler, hastalıklı cemaat-lîderleri üretirler. Hastalık, günahın dışa-vurumudur. Bir hastalık bâzen, toplumsal günahların bir kişi üzerindeki görünümü de olabilir. İşte günümüzdeki hastalıklı cemaatlerin-hiziplerin üyeleri, lîderlerine olmadık vasıflar yükleyerek onları ifsâd ediyorlar ve bir-sürü hastalıklı lîder ortaya çıkıyor. Bu lîderlerin ve toplumların emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker yapmaları mümkün değildir. Zâten bunu önlemek görevleri, îtikatları ve amelleri olmuştur.

Toplumda doğru bir şeyden bahseden birisi yada birileri ortaya çıkınca, bu yozlaşmış cemaatler hemen karşı çıkarak onu engellemeye çalışıyor. Kendi çirkefliklerinin açığa çıkmasından korkuyorlar. Cemaatlerin çoğu, çıkarlarına uygun olarak yaptıkları gayr-ı İslâm’i düşünce ve faaliyetlerden geçinmektedirler. Bir-zamanlar Mekke-müşrikleri ve tüm zamanların müşriklerinin peygamberlere karşı uyguladıkları tavrı, şimdiki müşrik cemaatler de şahsiyet-sâhibi olan kişilere ve toplumlara uygulamaya çalışıyorlar:

“İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlakâ: ‘Büyücü ve cinlenmiş’ demişlerdir. Onlar bunu (târih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler?. Hayır; onlar, ‘azgın ve taşkın (tağiy)’ bir kavimdirler” (Zâriyât 52-53).

Bâzen cemaat olarak yanlış bir düşünce ve eylem de ortaya konulabilir:

“Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emrediyor?. Yoksa onlar azgın bir kavim midir? (Tûr 32).

Cemaatler biraz kalabalıklaşınca ve zenginleşince ilahlık taslamaya başlarlar. Oysa Allah’ın sınırlarını aşmaya değil bireyin, kalabalık ve zengin bir cemaatin de gücü yetmez:

“Ey cin ve ins toplulukları; eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız” (Rahmân 33).

Gerçek bir cemaat-topluk, Allah yolunda olunca anlam kazanır. Allah’ın oluşmasını istediği ve emrettiği cemaat böyle bir cemaattir. Allah yolunda olmayan topulukların gerçek bir gücü yoktur ve zâten şeytanın ve tâğutların uşaklığını yapmaktadırlar. Sahih bir cemaat, gücünü şeytan-tâğuttan değil, Allah’tan alan cemaattir. Böyle olmayan cemaatler Allah korkusuna sâhip olmadıkları için Allah’tan başkalarından korkarlar ve bu korku onları bir mü’min gibi değil, bir kâfir gibi davranmaya iter:

“Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kâlpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir” (Haşr 14).

Sahih cemaat mensupları, Allah’ın emrettiği şekilde vahye göre hareket ederler ve maddî ve mânevî yolda hep birlikte hareket ederler. Meselâ teheccüd namazını dâhil tüm namazlarını birlikte kılarlar. Allah işte böyle bir toplum ister ve böyle bir toplumu sevdiğini söyler:

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” (Saff 4).

“Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir)..” (Müzemmil 20).

Küfür, kimin küfrü olursa-olsun küfürdür ve kâfir kim olursa-olsun kâfirdir. Kâfir ve küfrü eden “bizden” olunca o kişi “kâfir” olmaktan ve o şey de “küfür” olmaktan çıkmaz:

“Sizin kâfirleriniz onlardan daha hayırlı mıdır?. Yoksa sizin için Kitaplarda bir beraat mi var?. ‘Biz, ‘birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan’ bir topluluğuz’ mu diyorlar?. Yakında o topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır” (Kamer 43-45).

İslâm toplumlarında, ideâl olanı arayıp gerçekleştirmektense, mevcut olan’ı “normâl” ve “makbûl” sayma alışkanlığı oluştu. Bu durum cemaat kavramının ve olgusunun ifsâd olduğunu gösterir. Cemaat olmak için ille de sayı-çokluğu gerekmez. Hz. İbrâhim gibi tek-başına da cemaat olunur. Sayı çokluğu şart değildir. Cemaatin bereketi, çözüm-noktasında açığa çıkar. Fakat cemaatler, yaptıkları modern etkinlikleri, dînî faaliyetler zannediyorlar. Cemaatler; tek-başına -gücümüz yetmediği için- yapamayacağımız şeyleri, “birlikte yapma” yerleri olmalıdır. Aksi-hâlde ha bi eğlencedir. Dîne ve insanlara zulmeden cemaatlere ve hiziplere karşı bir “cemaat” lâzım: Hizbullah. Şu-anda böylesine bir cemaatin olduğunu söylemek zor. Zîrâ günümüzdeki cemaatler, “yarı-İslâm’i” topluluklardır.

Mustafa İslâmoğlu cemaat hakkında şunları söyler:

“Evlerin cemaat olmuş hâline mahalle denir. Cemaat olmak kaostan kosmosa dönmek demektir. Böylece kimse birbirinin yolunu kesmiyor. Kâinatta cemaat olmayan hiç-bir şey yoktur. Kanser, cemaatten çıkmış olan hücredir. Göçmen kuşlar cemaat hâlinde uçarlar. Cemaat: Duygu, düşünce, eylem birliğidir. Cemaat, bir lîder üzerinde ittifâk etmiş insanlar topluluğudur. Cemaat; tek-başına da olsa hak üzerinde olandır. Cemaat insanın fıtri bir ihtiyâcıdır. Mânevi bağın oluşturduğu bir inançtır. Kur’ân’da cemaat kelimesi yoktur. Ümmet kelimesi vardır. Cemaatin tersi cemâdattır. Namazdaki saf düzeni, İslâm’daki cemaatin görünümüdür. Cemaat; akıllı/şuurlu birlikteliğe denir. Duygu-düşünce-hedef birlikteliğidir. Otobüs yolcuları cemaat olmaz. Aynı yere giderler ama hepsinde duygu-düşünce birliği yoktur. Rûh, cemaatin bir sonucudur. Cemaatte bir toplum rûhu oluşur. Cemaatler bir-araya geldiklerinde toplamından büyük olurlar. Cemaatler; “bu hakîkatlerdendir” demesi gerekirken, “bu hakîkattir” demeye başlayınca amacından sapmaya başladı.  Cemaat için 4 önemli unsur; kitap, sünnet, şahsiyetli çekirdek kadro, cemaat. 3 saldırıya 3 savunma sistemi; bireysele şahsiyetle, zümreye âileyle, topluma cemaatle olur. Namaz ile ilgili emirlerin hepsinde “çoğul” takısı kullanılmıştır, bu nedenle namaz cemaatle kılınmalıdır. Cemaate girmeden, imâmete girmeye çalışma!. Tevbe sırf ferdî değil, cemaat olarak da olmalı. Sorun, “imam yokluğu” değil, “cemaat yokluğu”dur. Çünkü imam, cemaatten çıkar. İmam’ın çıkması için önce cemaat gerekli. STK’lar cemaatin yerini tutamaz. Cemaat hak olandır. İsterse tek-kişi olsun. Allah’ın rahmet nazarı cemaat üzerinedir. Lâiklik anti-cemaatik bir sistemdir. Bâtıni cemaatler doğunun tabularıdır. En büyük özelliği lîderin tabulaştırılmasıdır. Sorgulanamaz. Ne diyorsa o. Dialog değil monolog vardır bu yapıda. Cemaat de değildirler aslında. Cemaat akıllı birlikteliktir. Örgüt ise akıl ve irâdelerini tek bir kişiye teslim etmiş insanlar topluluğudur. Cemaat, “akılların saf tutup namaz kılmasına” dayanır”.

Peygamberimizin bir hadisinde cemaat hakkında şöyle der:

“(Âhir zamanda) cehennem kapılarına dâvet eden dâvetçiler olacak, kim onlara icâbet ederse onu cehenneme atarlar”. Dedim ki: “Ya Resûlullah onları bize tavsif et”. Buyurdular ki; “Onlar öyle kimselerdir ki, (cildleri) bizim cildimizdendir ve bizim dilimizle konuşurlar”. Ben; “Yâ Resûlullah!, ben buna erişirsem bana (o zamanda) ne yapmamı emredersin” dedim. O da; “Müslümanların imamına ve cemaatine yapış. Eğer müslümanların bir cemaati ve imamı yoksa bütün fırkalardan uzaklaş, (açlıktan) bir ağacın kökünü ısırma derecesine gelsen bile (onların içine girme) ölüm gelinceye kadar böyle devâm et” buyurdu”. “İki kişi bir kişiden hayırlıdır. Üç kişi iki kişiden hayırlıdır. Dört kişi üç kişiden hayırlıdır. Cemaat olmanız gerekir. Muhakkak ki, Allah’ın (yardım) eli cemaatle berâberdir. Allah azze ve celle ümmetimi ancak hidâyet üzere cem eder, toplar. Bilin ki, cemaatten uzak duran her kişi ateşe düşer” (İbn Mâce, Müslim, Ebu Davud ve Ahmed).

Dikkat edilirse Peygamberimiz, Allah’ın Kur’ân’da târif ettiği gibi sahih bir cemaat olmadığında: “Eğer müslümanların bir cemaati ve imamı yoksa bütün fırkalardan uzaklaş, (açlıktan) bir ağacın kökünü ısırma derecesine gelsen bile (onların içine girme) ölüm gelinceye kadar böyle devâm et” diyor. Demek ki sapık bir cemaatin olmaması, olmasından daha iyidir ve sapık bir cemaate üye olmaktansa tek-başına hareket etmek daha doğrudur.

Allah Kur’ân boyunca bizi sürekli olarak bir topluluğa yönlendiriyor ve zâten hitâbını da ferdî bir kişiye değil, bir topluma yapıyor:

“Ey inananlar, Allah’tan korkun ve doğrularla berâber olun” (Tevbe 119).

“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah’ın size olan nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allâh) kâlplerinizi uzlaştırdı. O’nun nîmetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz” (Âl-i İmran 103).

Ramazan Yılmaz:

“Ey îman edenler!”; yüce Allah (cc), îman edenlere seslenince hep çoğul kullanıyor ve “ey îman edenler” diyor. Tekil olarak, “ey îman eden” diye seslenmiyor. Bu nedenle birey olarak kalmayın, yüce Allah’a gereği gibi îman eden mü’minlerle berâber olun. Unutmayınız ki, Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir; cemaat içinde olmayan bir kimse, yüce Allah’ın rahmetinden nasiplenemez.

Kur’ân-ı Kerim, müslümanlara hitâbında; “ey îman edenler” ifâdesi ile “çoğul” olarak seslenmekte ve onları ancak cemaat olarak muhâtap almaktadır. Bu nedenle, vahyî esaslar doğrultusunda vahdeti sağlamayan müslümanlar, Kur’ân’ın hitâbına mazhar olamayacakları gibi, aynı-zamanda yüce Allah (cc) katında sorumludurlar da. Yüce Allah’ın hitâbına muhâtap olmak ve sorumluluktan kurtulmak isteyen, Tevhîdî esaslara îman eden kimseler, mutlak anlamda vahdeti oluşturmak ve cemaat olmak zorundadırlar.

Kur’ân-ı Kerim, yüce Allah’ın rahmetinin cemaat üzerinde olduğunu ve ancak bunların kurtuluşa ereceklerini bildirmektedir. Vahdeti oluşturmayan müslümanlar, yüce Allah’ın rahmetinden uzak olacakları için, ne yaparlarsa yapsınlar, kurtuluşa eremeyeceklerdir” der.

Kur’ân’da bahsedilen böyle sahih bir cemaatin oluşması çok önemli ve de şarttır. Artık böyle bir cemaat oluşunca da mü’minler birbirlerine kardeş olarak sıkıca kenetlenmeli, bağlanmalıdırlar. Allah böyle bir cemaati şiddetle uyarır:

“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş-çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar” (Âl-i İmran 103).

Yeryüzündeki nice mazlumlar böylesine sahih bir cemaat beklemektedirler. Bu mazlumların sahih bir cemaatten beklediklerini ve istediklerini Kur’ân bize şöyle söylüyor ve bu istek doğrultusunda bu sahih cemaate şu görevi veriyor:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

Belki de böyle sahih bir cemaatin oluşmasını yürekten arzulayanlar bir-araya gelse, o cemaat oluşabilecektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2016





















Devamını Oku »

Allah’ın Dilemesi Ne Demektir?


“Allah barış-yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir” (Yûnus 25).

 

Allah’ın dilemesi, irâdesiz varlıklar için “tek-yönlü bir dileme” olsa da, şuurlu varlıklar için yâni insanlar için “iki-yönlü bir dileme” şeklindedir. İrâde verdiği kulun, yanlışı yâni hayırsız olanı seçmesi-dilemesi, Allah’ın da o şeye “izin vermesi” anlamında dilemesi olur. Tabî ki bu, Allah’ın dilediği her-şeyden râzı da olacağı anlamına gelmez. O, kulun seçtiği yâni dilediği şeye izin vermek anlamında o şeyi diler. Eğer o şey iyi bir şey değilse, Allah o şeyden râzı olmaz. Bu bağlamda şu âyet, Allah’ın dilemesinin ne olduğunu açığa çıkarır:

 

“Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” (Tekvir 29).

 

Yâni “Allah dilemezse” demek, kulun, irâdesinden yâni seçme kâbiliyetinden dolayı seçtiği-dilediği şeye “izin vermesi”dir. Allah, kulun seçtiği-dilediği iyi şeylere yâni Allah’ın râzı olacağı tüm şeylere izin verir yâni o şeyi Allah da diler. Fakat bâzen rahmetinden dolayı, kul dilese de Allah dilemez. Zâten dilememesi de iyi olur. Kul dileğinin olmamasının iyi bir şey olduğunu bir-zaman sonra anlayabilir ve “iyiki de olmamış” diyebilir. Yada, kul bir şeyi dilemeyebilir ama Allah o şeyin kul için iyi olduğunu bildiğinden dolayı onu diler ve o şey olduğunda da kul bundan râzı olur ve “iyiki de böyle olmuş” diyebilir. Şu da var ki, Allah’ın dilememesi de aslında bir dilemedir. Allah dilememeyi diler. Yâni meselâ “Allah bir şeyin olmasını dilerse “ol” der, olmamasını dilerse “olma” der, dilediği zaman yaratır, dilemediği zaman yaratmaz” ifâdesinden ziyâde, “dilediği zaman yaratır, dilediği zaman yaratmaz” demek daha doğrudur. Allah bilir de biz bilemeyiz. Meselâ savaş konusunda biz ondan hoşlanmasak ve onu dilemesek bile Allah savaşı üzerimize farz kılmıştır. Zîrâ savaş, hiç-bir şeyin düzeltemeyeceği şeyleri düzeltebilir ve savaş, Allah yolunda olup da ölenleri şehit, kalanları gâzi eder. Allah yolunda şehit olanlar ebedî cennette ağırlanacakları için, ilk başta kulun gözünde iyi gibi görünmeyen bir şeyin sonu “hıtâmuhu misk” olur:

 

“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

 

Neyin hayırlı olup-olmadığını biz bilemeyiz ama Allah bilir. Bu nedenle Allah’ın mü’minler için diledikleri şey iyidir. Mü’minler için dilediği savaşta ölenler şehit oluyorlar ve bu durum Dünyâ’da kötü gibi görülse de şehitler bu durumdan pek memnundur. Zâten Kur’ân’da şehâdet için olumsuz tek bir söz bile söylenmez:

 

“Allah’ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki onlara hiç-bir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır” (Âl-i İmran 170).

 

Rabbin dilemesi, “bir şeyi sâdece Allah’ın bilmesi” anlamında da kullanılır. Sâdece Allah’ın bilebileceği şeyler için; “Rabbin dilemesi dışında” ifâdesi kullanılır:

 

“Onlar, Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe, orada süresiz kalacaklardır. Çünkü Rabbin, gerçekten dilediğini yapandır” (Hûd 107).

 

Allah’ın dilemesi, kulun dilemesini dilemesidir. Kula dilemeyi vermesi O’nun bir dilemesidir. Allah bizi “dileyebilen” bir varlık olarak yaratmıştır ki bu Allah’ın bir dilemesidir. İnsanın dileği ile Allah’ın dilemesi şu şekilde örtüşür:

 

“İşte böylece biz yeryüzünde Yûsuf’a güç ve imkân (iktidâr) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız” (Yûsuf 56).

 

Allah yeryüzüne dilediğini mîrasçı yapar. Bu diledikleri, emâneti yüklenmeye lâyık olanlardır. Lâyık olmayanları zaman içinde gidererek yerine, bu emânete lâyık olanları getirir. Hakka uygun olan budur çünkü:

 

“Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musunuz?. Dilerse sizi giderir-yok eder ve yeni bir halk getirir” (İbrâhim 19).

 

Bu bağlamda Allah’ın dilemesi demek, “uygun bulması, lâyık görmesi” demektir. Allah kimi uygun ve lâyık bulursa ona vahyeder; kimi lâyık bulursa ona zafer verir; kimi lâyık bulursa onu doğru oyla ulaştırır vs.   

 

Allah’ın dilemesi, “izin verirse” anlamında da kullanılır:

 

Ancak: ‘Allah dilerse’ (inşallah yapacağım de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir” (Kehf 24).  

 

Allah’ın dilemesi demek; kişinin yaptıklarının sonucuna göre davranması, ama bunu, rahmetini de ortaya koyarak yapmasıdır. Yâni Allah’ın yargılaması, adâlet ve rahmetiyle hüküm vermesidir:

 

“Ve onları kötülüklerden koru. O gün Sen kimi kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona rahmet etmişsin. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur” (Mü’min 9).

 

Şu âyete bakarak bir yanlış anlamaya düşenler oluyor:

 

“Ve de ki: Hak Rabbinizdendir; artık dileyen îman etsin, dileyen inkâr etsin…” (Kehf 29).

 

Bu âyet yanlış anlaşılıyor yada çarpıtılıyor ve sanki; “dilerseniz inanın, dilerseniz inanmayın fark-etmez, ikisi de aynı şeydir” deniliyormuş gibi, inanmakla inanmamayı aynı kefeye koyuyorlar. Tabi bu durumda îmânı boş bir îman olmayanlar yâni amele-eyleme dönük olan îman sâhiplerini amelleri-eylemleri de boşa çıkıyor. “Dilerseniz inanın, dilerseniz inanmayın” âyeti ile liberâl-demokratik-lâik şeytâni ideolojilere atıf yapıldığı zannediliyor. Oysa îman edenlerle etmeyenlerin farkı Kur’ân’da çok açık bir şekilde gösterilir:

 

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139).

 

Hattâ Allah, îman edenler içinde aktif ve pasif olanları bile ayırır ve şöyle der.

 

“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vaâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

 

Yâni Allah, “dilerseniz inanın, dilerseniz inanmayın” derken; “ancak lâyıksanız inanabilirsiniz, lâyık olmadığınızda zâten inanmazsınız” demek istiyor. Yoksa keyfî bir şey değildir. Mustafa İslamoğlu:

 

“Allah dilediğine/dileyene hidâyet nasip eder” âyeti; “Allah lâyık olana hidâyet nasip eder” anlamındadır. Allah için seçilmiş ve kayırılmış bir toplum yoktur, Allah, İslâm liyâkatini kim taşımaya lâyık ise, bayrağı ona verir. İlk önce Araplara verdi, sonra Endülüs’e, sonra Eyyubiler’e, Selçuklular’a, Osmanlılar’a. Allah hiç-bir kimseye de hiç-bir topluma da muhtaç değildir, gerekirse yeni bir toplum oluşturur ve İslâm sancağını ona verir” der.

 

Bir insan neden namaz kılmaz?. Bu sorunun cevâbını: “Allah dilemediği için” diye cevaplayabiliriz. Peki Allah’ın dilemesi ne demektir?. “Allah’ın uygun görmesi” demektir. Allah bir şeyi kimler için uygun görür/bulur?. Lâyık gördüklerine uygun görür. Yâni bir insan, Allah lâyık görmedikçe namaz kılamaz. Namaz bir nîmettir. Allah o nîmeti namaz kılmayan kişiye uygun görmediği için lâyık görmez. Peki o kişi ne zaman lâyık olur o nîmete yâni namaz kılmaya?. Namaza başladığında ve namaz kıldığında. Namaz için zaman ayırdığında. Yâni bizzat kişi dilediğinde/istediğinde/başladığında. Namaz kılmaya başladığı zamanda. İşte o anda Allah da o kişi için namazı lâyık görür ve onun namaz kılmasını dilemiş olur. Bu, Allah ile kulun aynı-anda/zamanda verdikleri bir “dileme”dir, lâyık bulmadır. Yâni kul kendine namazı lâyık bulduğu anda/zamanda, Allah da lâyık bulur. Allah lâyık bulduğu anda/zamanda kul da lâyık bulur. Namaz kılmaya zaman ayırdığında ve namaz kıldığında, Allah da o kul için namaz kılmasını diler. Bu, “Allah ile yaşamak” demektir. Dilemelerin birleşmesidir bu.

 

Zulüm bir şeyi yerli-yerine koymamak demektir. Allah zâlim değildir. Yâni yerli-yerinde olmayan hiç-bir şey yaratmamıştır. Bu bağlamda Allah’ın dilemesi, bir şeyi lâyık olduğu ve dilediği yere koymasıdır. Yaratmayı en hârika şekilde yapmasıdır.

 

Allah hakîkati ona lâyık olmayana vermez. Bu “vermeme” O’nun dilememesidir. Eğer lâyık bularak verseydi, “dilemesi” olurdu. Allah’ın “dilememesi”, olumsuz anlamda bir dilemesidir.

 

Allah’ın, kulu için bir şeyi dilemesi için, kulun o şeyi istemesi gerekir. İnsanın insana yaptığı duâ da böyledir. Karşıdaki kişinin istemediği bir şey için sonsuza kadar duâ edilse de o duâ boşa gider. O hâlde Allah’ın iyi bir şeyi dilemesi için, kulun doğru yolda bulunması-gitmesi gerekir. Yanlış yolda giden bir kul için Allah’ın iyi bir şeyi dilemesi ve o dileğin gerçekleşmesi, kulun “özür dilemesiyle” olur ancak. Dileklerin karşılaması şarttır yâni.

 

Allah’ın birisi için iyi bir şey dilemesi, o kişide o dilek için ehliyet ve liyâkat bulmasıdır. O kişinin o dileğe lâyık olmasıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2016

 

 

Devamını Oku »