31 Temmuz 2016 Pazar

İslâm Devleti ve Paralel’in Paralel’i


İslâm, hem kişinin bizzat kendisini, hem de toplumu ve en nihâyet de Dünyâ’yı düzeltmek ve düzenlemek isteyen bir dindir. Bu düzeltme işlemi siyâsi bir erk gerektirdiğinden, İslâm’da kesinlikle bir “devlet talebi” vardır. Zâten İslâm Devleti olmadığında “İslâm’ı hakkıyla yaşamak” da mümkün değildir. İslâm’ı ucundan-kıyısında yaşamak düşüncesi İslâm’dan ve Kur’ân’dan onay almaz. Çünkü İslâm, “idâre edilen bir din” değil, “idâre eden bir din”dir. Bu nedenle ne zaman ki insan var ve dolayısı ile İslâm varsa, o zamandan bêri bir İslâm Devleti fiilen yada talep olarak vardır. Allah nazarında devlet, İslâm Devleti’dir. Zîrâ hak, hakîkat ve adâlet-merkezli bir Dünyâ ancak ve ancak İslâm Devleti olduğunda tezâhür eder. İslâm Devleti fiilen olmadığında ise, onun yerine İslâm’i olmayan, dolayısı ile bâtıl-merkezli olan devletler olur ki bu devletler İslâm Devleti’ne karşı ortaya çıkmış-çıkarılmış “paralel devletler”dir. İslâm Devleti’ne rağmen parâlel devletler. O hâlde hak-merkezli İslâm Devleti olmadığında, bâtıl-merkezli paralel devlet(ler) ortaya çıkacaktır-çıkmıştır. Zâten peygamberler ve kitaplar da, müslümanların bozulmasına binâen İslâm Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan paralel devletlerin helâk ettikleri insan ve canlı-cansız varlıkların durumlarını düzeltmeye gelmişlerdir. Bu bir zulümdür zîrâ. Zulüm, paralel devletlerin yaptığıdır. Peygamberler ise, paralel devletlerin yerine İslâm Devleti’ni kurarak zulmü bertarâf etmek için gönderilmişlerdir. Yâni yeryüzünde nerde bir bozulma görülüyorsa, orada İslâm Devleti’nin yerine paralel bir devletin-devletlerin ortaya çıktığı anlaşılmalıdır.

Laik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-modernist devletler, aslında gerçek devlet olan İslâm Devleti’nin paralel devletleridir. Son 200 yıldır Dünyâ’da imparatorlukların bitmesiyle birlikte bir-çok paralel devlet ortaya çıkmıştır. Bu post-modern paralel devletler, eski paralel devletler gibi dîne hiç atıf yapmadıklarından ve din yerine aklı ölçü aldıklarından, vicdân ve merhâmetlerini neredeyse tamâmen yitirmişlerdir. Bu nedenle de yıkıcılıkları daha beterdir. Ortaya çıkan bu paralel devletler, “ana paralel devlet”in güdümünde ve yönlendirmesi altındadırlar. Ana paralel devlet, diğer alt paralel devletleri, çeşitli şekillerde idâre eder ve yönlendirir. Bunu bâzen de entrika yoluyla yapar; Enflasyon, devalüasyon, gizli ajandaları açık etmek, kasetlerle şantaj vs. ve nihâyet de darbe yapmakla. Ana paralel devlet, soygunu en çok da, diğer paralel devletlerde, yine kendisine bağlı olarak “gizli alt paralel devletler”in taşeronluğu ile darbe yapmakla sömürür, yönlendirir ve kendisine bağlı-bağımlı kılar. Bu nedenle de belli aralıklarla -yada buna “o küçük paralel devletler semirdiklerinde” de diyebiliriz- darbe yaparlar. Bu tarz alt paralel devletlerde ortaya çıkan darbelerin hemen tamâmında ana paralel devletin parmağı ve hattâ eli vardır.

Türkiye’de 15 Temmuz’da söz-konusu olan şey, iktidardaki paralel devlete rest çekerek; “çekil oradan, ben paralel devlet olacağım” diyen gizli potansiyel paralel devlettir. Olan şey aslında; “devlet içinde devlet içinde devlet olma” çabasıdır. Paralel devlet, İslâm Devleti’ne paralel olarak kurulmuş “devlet içinde olan devlet”in bir kalkışmasıdır. Gizli paralel devletin, İslâm Devleti’ne paralel olarak kurulmuş olan iktidardaki paralel devlete karşı yapmış olduğu bir operasyondur.

Bütün paralel devletler, kendilerini besleyen en büyük paralel devletin paralel devletleridir aslında. İslâm Devleti ise, Allah’ın devletidir. İslâm Devleti, diğer paralel devletlere, ideolojilere, kişilere karşı paralel değil, dik-dikey durur. Paralel duracağı tek varlık Allah’tır. Allah’a karşı paralel durmak dik duruşunun bir netîcesi ve göstergesidir. Bu nedenle İslâm Devleti olmayan devletlerin hiç-biri dikey değildir. Dikey olmak için “İslâm” olmak gerekir. Dikey olan yâni paralel olmayan İslâm Devleti’nde yaşayan herkes Allah’a karşı paralel dursa da, şeytana, tağutlara ve nefse karşı dik durur. Diğer paralel devletlere karşı dik durur. Devlet nasılsa, halkın geneli de öyledir.

İslâm Devleti hâricindeki devletler paralel oldukları için, halk da paraleldir ve aslında paralel devletlerde herkes görece “hâin”dir. Birbirlerine göre ve birbirlerine karşı hâindir. Birbirlerini hâin îlan etmişlerdir. Birbirlerini hâinlikle suçlarlar. Birbirlerinin kuyusunu kazmaktadırlar zîrâ. Kimisi efendisini-şeyhini-hocasını, kimisi atasını-lîderini-kahramânını, kimisi ırkını-milletini-vatanını, kimisi ideolojileri, kimileri nefislerini-çıkarlarını “en iyisi” îlân etmişler ve onların peşlerine düşmüşleridir. Bunlara sıkı-sıkıya bağlıdırlar. Bu bağlılık diğerlerini “öteki”, “bâtıl” ve “hâin” îlân etmelerine sebep olur. Bu grupların tamâmı, diğerlerini ihânet içinde görürler. İslâm-merkezli bir tasavvur, düşünce ve eylem yoktur paralel devletlerin halklarında çünkü. İslâm Devleti’nde herkes diğerlerini de düşünür. Paralel devletlerde ise herkes sâdece kendi çıkarını düşünür. Kânun ve kurallar da, asıl olan İslâm-merkezli kânunlara karşı çıkarılmış “paralel kânunlar”dır zâten. Gerçek ihânet, İslâm Devleti’ne karşı çıkarılmış ve sürdürülmüş olan paralel devletler kurmak ve kânunlar çıkarmaktır. Bunu bir hayat nizâmı yapmaktır. Allah’ın kânunlarına karşı beşerî kânunları hâkim kılmaktır gerçek ihânet. Allah bunu “fıtrata ihânet” olarak görür. Zîrâ fıtrat, “İslâm fıtratı”dır ve insan İslâm fıtratına uygun olarak yaratılmıştır. İslâm Devleti’ne paralel devlet kurmak, fıtrata ihânet etmektir. Fıtrat hem İslâm’a uygun olacak, hem Allah bu fıtrata uygun vahiyler gönderecek, hem de zirveleşmiş bir ahlâk-fıtrat sâhibi Peygamberle bu fıtratı yeryüzünde hâkim kılacak; sonra da birileri çıkıp buna aykırı bir yola girecek.. Şirk budur işte!. Allah şirki aslâ affetmez. Allah’ın bunu affetmemesinin nedeni, şirkin, “Allah’a yapılmış bir ihânet” olmasındandır. Şirk bir ihânettir. Allah’a yapılmış ihânet. En büyük ihânet, “En Büyük”e yapılan ihânettir. Çünkü Allah kendi otoritesine rağmen başka otoritelerin bulunmasına râzı olmaz. Tüm kâinat İslâm’a uygun iken, birilerinin paralel devletler ve kânunlar ortaya çıkarıp bu doğrultuda yaşamalarına aslâ râzı olmaz. Allah bunu bir ihânet sayar ve şirk olarak kabûl eder. Affedilemeyecek tek suç olarak belirler.

Bu durumda paralel devletlerin içinden yine, “sistem-içi olan” yâni paralel olan yapılar ortaya çıkar ve bunlar, “yedek paralel” değil, “esas paralel” olmak hayâlini kurarlar ve bu uğurda çeşitli çalmalar, sızmalar, şiddet ve hâinlik yapabilirler. Zîrâ yedek paralel olmayı içlerine sindiremezler. Bu “yedek paralel devletler”in İslâm Devleti kurma diye bir düşünceleri aslâ yoktur.  

Paralel devletler kendi içlerinde sürekli olarak para ve çıkar savaşları yaparlar. İslâm Devleti’nin savaşı ise “hak-hakîkat savaşı”dır. Paralel devletlerde şiddetli bir lîderlik-ilahlık savaşı yaşanırken, İslâm Devleti’nde böyle bir şey yaşanmaz. Zîrâ İslâm Devleti’nde tek ilah Allah’tır. Paralel devletlerin ilahları gerçek ilah değildirler. Zâten sık-sık ilah değişimi yaşanır. Gerçek ilah, İslâm Devleti’nin ilahıdır ki, O’ndan başka ilah da yoktur.

Tüm paralel devletlerde “piramit modeli” geçerlidir. Bu model bir “kast sistemi” açığa çıkarır paralel devletlerde. İslâm Devleti’nde ise “saf modeli” vardır. İlk saf uzar gider. Eğer ilk safta yer kalmazsa, ikinci saf, ilk safın bir devâmı olarak eklenir. İmam namazda en önde olsa da, mescidi terk-etmede en sonda olandır.

Peygamberimiz, Mekke’deki müşrik paralel devletin yerine, İslâm Devleti’ni yeniden kurdu ve sağlamlaştırıp yerleştirdi. Böylece hak-hakîkat-adâlet-merhâmet-vicdân-eşitlik-huzur-mutluluk arap-yarımadasına ayyuka çıktı. İnsanlar güvenlik içinde yaşamaya başlamışlardı. Peygamberimizle başlayan İslâm Devleti süreci, Hz. Osman döneminin ikinci yarısında sarsıntıya uğrasa da, Hz. Ali döneminde “İslâm Devleti” özelliğini sürdürmüş, fakat onun vefâtıyla birlikte potansiyel paralelciler hemen İslâm Devleti’ne karşı paralel devleti kurmuşlardır. Kurdukları devlet, “İslâm’i olmayan” olduğu için paraleldir. İslâm/vahiy-merkezli olmayan tüm  devletler paralel devletlerdir. “Biraz İslâm’i” olması bir devletin paralel olmasını önlemez. Bir devletin paralel devlet olmaktan kurtulması için, “tam İslâm’i” olması şarttır. İslâm ile birlikte gelen hak, hakîkat, adâlet, vicdan, merhâmet-merkezli hayat, Hz. Ali’nin vefâtıyla birlikte yerini çıkar-merkezli ve vicdandan, merhâmetten yoksun olan paralel devlete bırakmıştı. Evet; Emevi Devleti bir paralel devlet idi. Asıl devlet olan İslâm Devleti’ne karşı bâtıl-merkezli olarak yeniden yapılandırılmış olan paralel devlet. Abbâsi Devleti de paralelin yerine “yeniden İslâm Devleti” söylemi ile yola çıkmasına rağmen, o da paralel devletlerden bir devlet oldu çıktı. Bu durum günümüze kadar böylece sürüp gitti. Şöyle bir fark var ki; o zamanki paralel devletler şimdiki gibi mutlak anlamda paralel değildiler. Zîrâ devlet içinde olmasa da halk içinde İslâm Devleti’ndeki gibi hayatlar hâlen yaşanmaktaydı ve zâten İslâm’ı diri tutan bir damar her zaman olagelmiştir. Bu ilk paralel devletlerin İslâm’a uygun işler yaptıkları da vâkidir. Ne de olsa gerçek anlamda olmasa da İslâm’ın bir yaptırım gücü hâlen vardı. Fakat İslâm’ı tam anlamıyla uygulamadıkları için bu devletler de paralel devletlerdir. Belki “yarı-paralel devletler” demek de doğru olabilir. 

Paralel devletler içinde alt paralel devletlerin oluşması ve ortaya çıkması; İslâm’a karşı paralel devlet kurmanın bir cezâsıdır. Her cezâ kendi cinsinden olur. Siz İslâm Devleti’ne karşı paralel devletler kurarsanız, birileri de çıkıp bu paralel devletlere karşı alt paralel devletler kurarlar. Zîrâ paralel devletler, halkın genelini kuşatıcı olmadıklarından, halkın en az yarısı gidişattan memnun değildir. Bütün darbelerin-isyanların nedeni budur. 

Paralel devletlere karşı İslâm Devleti’ni savunanlar, İslâm Devleti’ne karşı kurulmuş olan paralel devletleri yapı-bozum anlamında yıkmayıp da onu tâmir ederek İslâm’ileştirmeyi düşündüklerinde; FETÖ örneğinde de görüldüğü üzere, bir süre sonra paralel devlet tarafından kuşatma altına alınır ve bir zaman sonra kendisi de sıkı bir paralel devlet olur çıkar. Çünkü İslâm-merkezli değil, bâtıl-merkezli bir tasavvur, düşünce ve eylem üzeredirler. Böylece Dünyâ’da bir paralel devletler savaşı başlar. Zaten 1. ve 2. dünyâ savaşları, paralel devlet savaşlarıdır. Bu savaşlar, İslâm Devleti gibi hakkı ortaya çıkarmak ve yerleştirmek için değil; biri diğerini bertarâf ederek ana paralel devlet şeklinde Dünyâ’ya hâkim olmak için savaşmışlardır. Bu savaşlar paralel devlet modelini koruma ve kendi alanlarında hâkim kılma savaşlarıdır aynı-zamanda. Şöyle bir masal vardır:

Zengin bir köyde, bu köyün tüm altınlarını gümüşlerini çalıp götüren bir ejderhâ varmış. Ejderhâ bu altınları çalıp yaşadığı mağaraya götürürmüş ve onları orada korurmuş. Ejderhâyı öldürüp altınları geri getirmek üzere yola çıkan gençler bir daha geri dönmezmiş. Uzun zaman sonra bir genç; “ben gidip ejderhâyı öldüreceğim ve altınları getireceğim” diye yola çıkmış ve ejderhânın yaşadığı mağaraya ulaşmış. Bakmış ki ejderhâ altınların bulunduğu sandığın yanında duruyor ve altınları koruyor. Hemen sessizce yanına yaklaşmış ve onu bir-kaç kılıç darbesiyle öldürmüş ve ejderha bir-anda yok olmuş. Sonra da genç hazîne sandığına yönelmiş. Sandığı açtığında çil-çil altınları görünce bir-anda kendisi de ejderhâya dönüşmüş ve başlamış altınları korumaya.

Evet; iktidardaki paralel devletin yerine “hakkı getireceği söylemi” ile yola çıkan diğer alt paralel devlet, asıl paralel devleti yıkıp yok ettiğinde, kendisi asıl paralel devlet olur. Çünkü yedek de olsa o da paralel bir devlettir. Zîrâ paralel devletlerin argümanlarını, ideolojilerini ve yöntemlerini kullanmaktadır. İslâm’i değildir yâni. Bu yüzden bu durum böylece sürüp gider. Demokrasinin yürürlükte olduğu yerlerde süreç her zaman böyle işler. Tâ ki gerçek İslâm erleri ortaya çıkana ve paralel devleti yıkıp, yerine İslâm Devleti’ni kurana dek.

İslâm Devleti dışındaki tüm devletler, İslâm’a karşı oluşturulmuş paralel devletlerdir vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2016


Devamını Oku »

27 Temmuz 2016 Çarşamba

İslâm’ın Altıncı Şartı: Demokrasi Nöbeti Tutmak


“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).

İslâm’ın şartı tüm Kur’ân’dır. Bunun beşe indirilip formülleştirilmesi, iyi (fakat câhilce) yada kötü niyetle yapılmış olabilir. İslâm’ın formülleştirilen 5 şartı şunlardır:

1-Namaz kılmak
2-Oruç tutmak
3-Zekat vermek
4-Hacca gitmek
5-Kelime-i şehâdet getirmek.

Bu şartlara uzun zamandır gayr-ı resmî olarak, 16 Temmuz îtibârıyla da yarı-resmî olarak bir şart daha eklenmiştir: Demokrasi nöbeti tutmak.. 

Demokrasi bir “çoğunluk yönetimi”dir. 100 kişilik bir ortamda 49 kişi istemese bile 51 kişinin istemesi o şeyin kabûl edilmesine yol açar. Çoğunluk ne derse o olur demokrasilerde. İsterse o şey yanlış/çirkin/ayıp/günah ve hattâ şerefsizce olsun. Artık bir-fazla çoğunluğu yakalamış olanlar, insanların kaderlerini belirlemeye kalkarak hâşâ ilahlaşırlar. İnsanların ne yiyip-içeceğine, ne giyeceğine, nerede oturacağına, kısaca tüm hayâtına onlar karar verir. Verdikleri kararlar keyfî kararlardır. Fıtrata uygun olmayan zulümâne kararlardır çoğu. Bir-şeyi iyi iken bir-anda kötüleştirebilirler. Halkın lehine olan bir-şeyi bir-anda değiştirerek halkın a-leyhine çevirebilirler ve kimse hesap da soramaz. Hesap sorsa da yanıt alamaz. Artık beklesin ki bir 4-5 sene geçsin de onları oy vermeyerek cezâlandırsın. Hâlbuki kullandığı oyu da kendi serbest irâdesiyle vermemiştir ve vermeyecektir. Alttan-alta çeşitli kanallarla ona dayatılır kime oy vereceği.

Demokrasi % 49’a karşı % 51 olarak bölücüdür ve daha başta tevhide aykırıdır. Tevhide aykırı olduğu için İslâm’a aykırıdır, İslâm’ın özüne aykırıdır. Fırkalara ayrılmanın başladığı yer tüm insanlık târihinde budur. Kur’ân, Enbiyâ 159, Rûm 32, Mü’minûn 53-54’te “sakın fırkalaşmayın, yoksa perişân olursunuz” der. Demokrasi, fırkalaşmanın modern adıdır. Karşıdaki %49 size ânında düşman olur. Kur’ân bu duruma müşriklik der: “Gönülden katıksız bağlılar” olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar hâline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür” (Rûm 31-32).

Demokrasi bir batak(lık)tır. Demokrasi yolunda gittikçe daha fazla batarsınız. Hiç-bir zaman da o bataklıktan kurtulamazsınız. Hattâ demokratik ülkelerde bir sorun/kriz çıktığında, bu sorunun çâresi olarak “daha fazla demokrasi” söylemleri başlar ve bu söylemlerin sonu bir-türlü gelmez. Sonuçta bir yaraya merhem de olunmaz, çünkü daha fazla da olsa demokrasi bir çâre değildir. Bu durum aynen; kronik hasta olan birine, hastalığının artması/alevlenmesi durumunda daha fazla ilacın önerilmesi ve uygulanması gibidir. Fakat bu uygulama bir tedâvi değildir. Hastalığı daha fazla derinleştirmektir. Hiç-bir zaman şifâ bulunmaz ve sürekli arttırılarak ilaç kullanılmaya devâm edilir. Tâa ki Azrâil görünene kadar..

Bir şey %99 hak, %1 şirk olsa, o şey yine şirk olur: “Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrâna uğrayanlardan olacaksın” (Zümer 65).

15 Temmuz 2016 gecesi Türkiye’de yaşanan darbe girişimini yapanlar, demokrasi ile başa gelmiş olanların; “ne istediniz de vermedik” sözünde zirvesini bulan, aldıkları tâvizler silsilelerinden sonra güçlenerek devletin kılcal damarlarına kadar sızarak, onlara iç ve dış kesimlerin verdiği destekle bu kalkışmayı gerçekleştirenlerdir. Bu durumu târih boyunca bir-çok olayda da gördük. Bir devlete karşı büyük yıkımlar yada dehşetli şiddet olaylarını yapanlar, o devletlerin yetiştirdikleri ve destekleri kişiler arasından çıkmıştır genelde. Türkiye’de olan şey de budur. Aşırı sâhiplenilip destek verilen bu tağutların taşeronları, verilen bu tâviz ve desteklerin sonunda bu işe cüret edebilecek duruma gelmişlerdir. Peygamberimiz: “Bir kişiyle-toplumla çok fazla sıkı-fıkı olmayın, bir zaman gelir düşman olursunuz; çok da fazla düşman olmayın, bir zaman gelir dost olursunuz” evrensel sözünü hatıra getirmeyenlerin böyle bir durumla karşılaşmaları her zaman olasıdır.

Kalkışma ânında ilk etapta “hak-merkezli” söylemlerin yerini hemen sabahında “demokrasi-merkezli” söylemler almıştır. Bu söylemler çoğaltılarak ve yüksek sesle dile getirilince, halk, demokrasi-merkezli bir duruş ve söylemde bulunmaya başlamıştır. “Vatanı savunmak” söylemleri, “demokrasiye sâhip çıkmak”, “lîdere sâhip çıkmak”, “demokrasi nöbeti tutmak” olarak değiştirilmiştir ve hâlen de bu şekilde sürüyor. Liberâlizm, böyle durumlarda oluşabilecek olası “İslâmî değer-merkezli” söylemlerin öne çıkmasından çok korktuğundan, hemen bu söylemleri liberâl kuşatma altına alarak demokratik neo-liberâl söylemlerle değiştirmiştir. Bundan sonra da halk “demokrasi nöbeti tutanlar ve tutmayanlar” olarak iki gruba ayrılmıştır ve tutmayanlar “vatan hâini” gibi gösterilmeye çalışılmıştır ve hattâ îlan edilmiştir.

İnanlar için, yaşadıkları vatan ve yer çok önemlidir ve vatan savunması yapmak şarttır. Düşman tarafından işgâl edilen, yada hâinler tarafından zayıflatılmaya çalışılan vatanın savunmasını yapmak her insan için olmazsa-olmaz şarttır. Kişinin vatanını savunması kendini savunmasıdır zîrâ. Fakat bu, “demokrasi nöbeti tutmak”la yapıldığında değil, meselâ kalkışmanın ilk saatlerinde yapılan karşı duruşlar gibi olduğunda doğru ve anlamlı olur. Vatanı savunmak aslında vatanın taşını-toprağını savunmaktan çok, insanın onurunu savunmasıdır. Bu savunmayı yapmayanlar zamanla onursuzlaşırlar. Bu nedenle el ile, dil ile yada en azından gönül ile bu savunmaya katkı yapmak şarttır. Lâkin, vatanı canla-başla savunmak farklı bir şey, bunu “demokrasiye sâhip çıkmak”la yapmak çok farklı bir şeydir. Demokrasiye sâhip çıkmakla vatan nasıl savunulmuş olacak ki?. Neye karşı demokrasiye sâhip çıkılacak?. Darbenin nedeni zâten demokrasinin kendisidir. Demokrasiden alınan tâvizler bu darbeyi başlatmıştır. Zâten Türkiye’de yapılan tüm darbeler ve darbe girişimleri demokrasi adına yapılmıştır. Bugün cuntacı askerlere karşı demokrasi nöbeti tutanların kendileri yada ataları, 12 Eylül 1980’de askerin yaptığı darbeyi demokrasi adına desteklemiş ve onaylamışlardı. Şimdi de darbe yapan askerlere yine demokrasi adına karşı çıkıyorlar. Yav bu demokrasi darbelerin yanında mı karşısında mı?. Duruma göre değişiyor. Zâten demokrasinin özünde “duruma göre davranma-değişme” özelliği vardır. Demokrasi yolunda olduğunu söyleyen iktidârın, darbenin taşeronluğunu yapanlara bir zamanlar verdiği tâvizler bu kalkışmaya sebep olmuştur. Zâten darbenin baş-taşeronları da demokrasi takıyyesi ile bu tâvizleri koparabilmişlerdir. Yoksa İslâm adına yola çıkanların demokrasiyi araç yaparak kazanımlar elde etmesi söz-konusu olamaz.

Demokrasiye nöbetçilik yapmaktan Allah’a sığınan biri olarak tabî ki de ben “demokrasi nöbeti” denilen ve aslında “kitlesel bir şizofreni nöbeti” olan nöbetlere katılmadım. Bundan dolayı, eve “yarı-bağlı” yaşamak zorunda olan “engelli” biri olarak çok da kimseyle görüşmememe rağmen, birileri tarafından demokrasi nöbetine katılmadığımdan ve lîdere sâhip çıkmadığımdan dolayı inancım sorgulandı: “O niye demokrasiye, iktidâra, lîdere destek vermiyor, yoksa müslüman değil mi” dediler. Hâlbuki ben “müslüman” olduğum için; seküler-demokratik-liberâl-laik merkezli yapılara destek vermiyorum. Net bir şirk-sistemi olan demokrasiye destek verildiğinde, müslüman değil müşrik olunur. Asıl o desteğin verilmemesidir kişinin müslüman-mü’min olduğunun göstergesi. Zîrâ o mü’min kişi şirkten uzak durmaktadır.

İşi o hâle getirdiler ki, müslümanlık için en önemli ve güçlü gösterge olarak “demokrasi nöbeti tutmak” söylemi ve eylemi öne çıktı-çıkarıldı. Hâlbuki bu, ya vatan-millet sevgisiyle, yada desteklenen parti-iktidâr nedeniyle meydanlara çıkıştır. Meydanlara çıkmamak îmânın-İslâm’ın bir göstergesi midir ki?. O hâlde, “meydanlarda ne kadar çok duruluyorsa îman o derece artar” mı yâni?.

Ölüm pahasına tankların altına yatmak, yada silahlara karşı durmak, “salt vatan için” olursa yine şirk olur. Bu karşı çıkış; vatanı, insanı ve değerleri korumak için yapıldığında insâni ve İslâm’i olur. Tüm değerlerden soyutlanmış “vatan için” olan şey, vatanın taşı-toprağı-suyu vs. içindir ki, bunlar nesnedirler ve vatan deyince bunlar anlaşılıyorsa ve bunların korunması için meydanlara iniliyorsa, bu nesnelere aşırı tâzim yapılmış olacağından şirke düşülmüş olunur. Ölüm, taş-toprak olan nesneler için değil, insâni-İslâm’i değerler için, Allah için ve insan onuru için olduğunda şehâdet olur.

Yine birileri de; “demokrasi nöbetine gitmeyenler bu vatanı hak etmiyor” diyorlar. Yâni “şirk koşmuyorsan bu vatandan defol” demeye getiriyorlar. Yav senin karşı durduğun kişiler de zâten darbeyi demokrasi için yapıyorlar ve bunu bildirilerinde de okudular. Bu nedenle yaptığın savunma İslâm-merkezli değil. İslâm-merkezli olmadığından mecbûren şirk-merkezlidir. İslâm boşluk kaldırmaz zîrâ. Yâni bir müslüman için vatanın savunması bile -İslâm-merkezli olmadığında şirk-merkezli olacağından-, İslâm-merkezli olmalıdır. O hâlde; “Demokrasi nöbeti tutmayanlar” bu vatanı hak etmiyorlarsa, demokrasi nöbeti tutanlar da cenneti hak etmiyorlar. Zîrâ bir şirk-sistemini savunmaktadırlar. Allah şirki aslâ affetmeyeceğine göre, şirk içinde olanların cenneti hak etmesi söz-konusu değildir.

İşgâlcilerin ve hâinlerin hareketlerine karşı caydırıcı bir güç olarak meydanlara çıkılmalı ve vatan nöbeti tutulmalıdır, bunda sorun yok. Fakat vatanımızı-milletimizi ve ülkemizi-yurdumuzu İslâm ile uyumlu olan fıtrat-vicdân-azâmet gereği savunmalıyız ve bu uğurda gayret göstermeliyiz. Zâten bunu yapmayı hem vicdânımız hem de îmânımız zorlamalı; şeytan-işi pislikler olan demokrasi ve diğer ideolojilerin zorlamasıyla değil, İslâm’ın zorlamasıyla çıkılmalıdır meydanlara.

Evet; biz vatanımızı, demokrasi için değil, İslâm için savunuruz. İslâm için vatanı ve milleti savunuruz. Demokrasi için vatan savunması yapmak, bâtılın savunuculuğunu yapmaktır, dolayısı ile gerçek bir savunma yapmamaktır. Zâten lîderlik anlamında darbeyi yapanlar da, darbeye karşı çıkanlar da demokrattırlar. Bu nedenle bu bir hak-hakîkat savaşı değil, demokrasi-içi bir savaştır. Demokratların kendi arasında yaptığı bir savaş.

Şimdi “demokrasi kazandı” da, ne olacak?. Daha âdil, daha eşit ve insanca yaşanacak bir Türkiye mi olacak?. Bunu demokrasi mi sağlayacak?. Peki şimdiye kadar demokrasi vardı da neden hak-hakîkat-adâlet merkezli bir Türkiye ve Dünyâ oluşmadı?. Demokrasi bunu şimdiye kadar neden sağlamadı?. Çünkü demokrasinin bunu sağlama gücü yoktur. Demokrasi ile insanca yaşama ulaşılamaz. Demokrasi, genel halk kesimi için değil, “ayrıcalıklı olan kişiler” için öngörülmüş ve oluşturulmuştur zâten. Bu yüzden demokrasiden böyle iyilikler-güzellikler beklemek abestir. Bu iyiliklere-güzelliklere ve hak, hakîkat ve adâlete ancak ve ancak İslâm ile kavuşulabilir. O hâlde savunulması gereken şey demokrasi değil, İslâm’dır. Zîrâ İslâm demek adâlet demektir.

Şimdi, demokrasi nöbetini bırakın, İslâm nöbetini (ribat) tutmaya başlayın. Bunu yaptığınızda hem vatan hem de insan kurtulacaktır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2016







Devamını Oku »

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Taraf Olmak


“Kim Allah’ı, Resûlü’nü ve îman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, gâlip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır” (Mâide 56).

İnsanlarda fıtratlarından gelen bir “taraf olma meyli” vardır. Bu taraf olma, çoğu zaman “güdü” ile olurken, kimi zaman da vicdan-rûh-fıtrat nedeniyle olur. Güdü olarak taraf olanların taraftarlığı, güç-merkezli bir taraftarlıktır. Güçlü gördüğü bir kişiye, yere, ideolojiye, gruba, takıma vs. bağlanırken, hayâtı boyunca bile sürebilecek taraftarlığını devâm ettirir. Fakat bu taraftarlar, neden o tarafta olduğunu doğru bir şekilde anlatamazlar. Taraftarlığını sürdürmesi, bu taraftarlığı büyütmesi, mutlak olarak görmesi ve ona tüm kâlbiyle inanması nedeniyledir. Hattâ hayâtını taraftar olduğu şey belirler ve kişi de plânını-programını o taraftarlığa göre yaptığı gibi, düşüncesi, yeme-içmesi, giyim-kuşamı, konuşması, davranışı, inanışı ve hattâ ibâdet şeklini bile taraftârı olduğu o hizbe göre yapar. Tâkip ettiği bu taraftarlığın gerçekten doğru mu, iyi mi, dîne-ahlâka-örfe uygun mu olup-olmadığına bakmaz. Amelini-eylemini, taraftârı olduğu merkeze göre yapar. Yâni “inandığınız gibi yaşamasanız, yaşadığınız gibi inanırsınız” sözü tecelli etmiştir bu tarz taraftarlıkta.

Vicdan-rûh-fıtrat taraftarlığı ise, kaynağını fıtratından alan bir taraftarlıktır ki insanlar aslında yaratılıştan böyle bir taraftarlığa programlandıklarından, bu tarz taraftarlığa meyyâldirler. Bu taraftarlık vahiy-merkezli, Allah inançlı ve âhiret hedeflidir. Bu tarafın taraftarlarının hedefi, iç âlemlerini aydınlattıktan sonra dış âlemi yâni Dünyâ’yı da aydınlatmak ve nihâyetinde de cennetlerini de nurlandırmaktır. Bu, ağır bedelleri olan bir taraftarlıktır ki, bâtıl taraftarlık gibi nefsî bir taraftarlık değildir.

Bâtılın tarafında ve taraftârı olanlar, dost edindikleri kişilerin kendilerinin tarafında olup-olmadıklarına bakarlar sâdece. Kendileri gibi düşünüyorlar, inanıyorlar ve yaşıyorlarsa onları kendilerinden görürler. Zâten bu nedenle de “kendilerine” çağırırlar. Fakat hakkın tarafında olanlar çağrılarını taraftârı oldukları Allah, Peygamber ve îman edenler tarafına çağırırlar. Âhirete çağırırlar yâni. İyiliğe, özveriye, sâlih amele olan bir çağırmadır bu. Kur’ân bunu şu şekilde söyler:

“Kim Allah’ı, Resûlü’nü ve îman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, gâlip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır” (Mâide 56).

Bâtılın taraftarları, kendileri gibi taraftar olanları, Allah’a, Peygambere ve değerlere başkaldıran kişiler olsalar bile savunabilirlerken, hakkın taraftarları buna aslâ yanaşmazlar ve hakkı yere düşürmezler. Bu nedenle de mü’minlerin isyankârlarla dost olduklarını göremezsiniz. İsterse bu kişiler en yakınları olsun yine de fark etmez:

“Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi âşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felâh (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir” (Mücâdile 22).

Batılın taraftarları körü-körüne taraftârı oldukları hizipler nedeniyle mânevi değerleri, Allah’ı, âhireti, vahyi unutmuşlardır ve onlar için zamanla bu değerler anlamını yitirmiştir. Allah böyle kişiler için “şeytanın taraftarları” ifâdesini kullanır ve onları korkutur:

“Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrâna uğrayanların ta kendileridir. Hiç şüphesiz Allah’a ve Resûlü’ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp) başkaldıranlar; işte onlar, en çok zillete düşenler arasında olanlardır” (Mücâdile 19-20).

Bâtılın taraftarları bir-çok fırkaya ayrılmıştır ve bu fırkalar hem sâdece kendi görüşlerinin doğru olduğunu savunurlar hem de gerçek bir birliktelikleri yoktur. Şu âyetler bu fırkalarda yer almanın kötülüğünü ve de yanlışlığını gösterir ve mü’minleri bu fırkaların taraftârı olmaktan men eder:

“(O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 “Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).

Hizbuşşeytan ve Hizbullah. Yâni şeytanın taraftarları ve Allah’ın taraftarları. Allah’ın taraftarı olmaktan verilecek en ufak bir ödün dâhi, bu ödünden dönmeden ölünürse kişiyi müşrik ve şeytanın taraftârı yapar.

Bâtılın tarafında olanlar, itaat ettikleri merkez yada lîder tarafından kandırılmış, mankurtlaştırılmış ve eşekleştirilmiştir (istihmâr). Bu kişiler taraftarlarına artık her şeyi yaptırabilirler. Hakkın taraftarları ise direkt olarak Allah’a bağlı olduklarından, böyle bir sorunları yoktur. Zîrâ kendisine bağlı olunmasını ve kendisinden korkulmasını istismâr etmeyecek tek varlık Allah’tır. Aradaki fark şöyledir:

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk” (Kasas 4-5).

Bâtılın taraftarları zamanla kendi içlerinde bölünüp ayrılırlar ve bir-süre sonra bir-birlerine düşman olurlar. Bu ayrılık hak-bâtıl ayrılığı değil, bâtıl-bâtıl ayrılığıdır:

“Andolsun, biz Semud (kavmine) kardeşleri Sâlih’i: ‘Yalnızca Allah’a kulluk edin’ diye (demek üzere) gönderdik. Bir de ne görsün, onlar bir-birlerine düşman kesilmiş iki gruptur” (Neml 45).

Bâtıl fırkalar şöyle inanırlar ve eylemde bulunurlar:

“Onlar derler ki: ‘Allah’a ve elçisine îman ettik ve itaat ettik’. Sonra bunun ardından onlardan bir grup sırt çevirir. Bunlar îman etmiş değildirler. Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resulüne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler. Bunların kâlplerinde hastalık mı var?. Yoksa kuşkuya mı kapıldılar?. Yoksa Allah’ın ve elçisinin kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkuyorlar?. Hayır, onlar zâlim kimselerdir” (Nûr 47-50).

“Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünyâ-hayâtı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’ân’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helâke düşmesin; (böylesinin) Allah’tan başka ne bir velisi, ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabûl olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helâke uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır” (En-âm 70).

Taraftar olmak, hakkın tarafından olursa hem kişiye hem de tüm insanlığa faydalı olur ve Dünyâ “barış yurdu”na döner. Fakat bâtılın tarafına meyledilirse, günümüzde de görüldüğü üzere, çeşitli ayrılıklar ve aykırılıklar baş-gösterir, düşmanlıklar ortaya çıkar, savaşlar, acılar, zulümler ayyuka çıkar ve Dünyâ bir zindana döner. Üstelik âhirette de sonsuz azap hak olur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2016













Devamını Oku »

İktidârı Yanlış Değerlendirmek


“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?’. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

Tüm zamanlarda iktidârın tarafındakiler, iktidârı değerlendirirken sürekli olarak, iktidarın yaptığı görece iyi şeylerden bahsetmişlerdir. Bahsettikleri ve savundukları bu şeyler, somut olarak görünen şeylerdir ki insanlar görsel olandan daha çabuk iknâ olduklarından, bunu yapmaları politika gereğidir. Bahsetmedikleri taraf ise, görünmeyen yönler ve istatistiklerdir. Zâten iktidar yanlıları, kıyaslamalarını da, mevcut iktidardan önceki çok kötü bir iktidâra yada zamâna göre yaparlar ki aradaki sözde fark açığa çıksın da hem kendileri hem de diğerleri iknâ olabilsinler. İktidarlar da her zaman; “biz bir enkaz devraldık, bizden öncekilerin yanlışlarını düzeltiyoruz” diyerek halkı avuturlar.

Türkiye’deki mevcut iktidar yanlıları da iktidârı savunurlarken; 3. köprü, Osmangazi Köprüsü, Avrasya Tüneli, 3. Havalimanı, Marmaray, millî tank ve uçak, yerli otomobil ve ekonomik işleri örnek gösterirler ve “daha asrın projesi”, “2023 hedefi” gibi hedeflerin sözcülüğünü yaparlar.

“İktidar şunları-şunları yaptı” diyorlar. Yapacak tabi. Devlet yan gelip yatma yeri değildir ki. Kim gelse yapmak zorunda zâten. Bu bir lütuf değildir, görevdir. Gayretle yaptıkları şeyler için Allah râzı olsun. Yaptıkları ayrıcalıklı şeyleri görmezden gelecek değiliz. Fakat sosyâl bir devlet değil de kapitâlist bir devlet-hükûmet anlayışına sâhip olduklarından, yaptıkları görece iyi şeyler de hemen kapitâlist kuşatmaya alınıyor ve halka “bedel” olarak dönerken, birilerine ise “zenginlik” olarak dönüyor.

İstikâmetini kaybetmiş bir iktidardan bahsediyoruz. Mü’minler değerlendirmelerini bu minvâlde yapmalıdırlar. Ters yönde olanca hız ile gitmeyi övmek bir çeşit hastalıktır. Paranoyadır. Bir şeyi “yapmak” her zaman iyi değildir. Bâzen yapmamak iyidir ve bâzı şeyleri yapmamak iyi bir şey yapmaktır. Meselâ ahlâksızlık yapmamak iyi bir şey yapmaktır. Bâzen de bir şeyi yapmak kötü bir şey yapmak olur. Zinâ yapmak, fâiz almak gibi.

Yapılan değerlendirme, kişinin ne olduğunu da gösterir. Kişi, yaptığı değerlendirmeye göre önceliğinin ne olduğunu ve böylelikle de kalitesinin ne olduğunu göstermiş olur. Kişinin, önceliği, maddî olana vermesi, maddî şeyler üzerinden bir kıyas yapmasına neden olacaktır. Önceliği mânevi olanlar için ise maddî yapıların önemi tâlîdir.

İktidardaki parti olan AKP her-şeyi iyi(!) yapıyor da, iyi yapmadığı şeyler ne olacak?. Bâzıları değerlendirmelerini sâdece maddî olan üzerinden yapınca, yapılan onca işlerin kötü sonuçlarını göremiyorlar ve de görmek istemiyorlar. Meselâ İslâm’a göre insanın ayırıcı özelliği olan “ahlâk”tan ne haber?.

Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu’nun 2010 yılında yaptığı bir araştırma var. Buna göre 2002 yılında 25 bin olan “hayat kadını” sayısı 100 bini geçmiş durumda. Ekonomide pembe tablolar çizmek, rakamlara takla attırmak gittikçe artan fuhuş sektörünün bu hükûmet döneminde ulaştığı zirveyi gizlemeye yetmiyor. Daha da vahimi, 40 bin kadın da vesîka alabilmek için genelevlerin kapısında bekliyor. Bunlar da resmî veriler. Bu rakamlar devletin telaffuz ettiği rakamlar. Ekonomi bozuldukça “hayat kadını” sayısı da artmış.

AKP’nin başa geldiği 2002 yılında ülke nüfusu 68-69 milyon iken, vesîkalı hayat-kadını (fâhişe) sayısı 25.00 idi. 2014 yılında nüfus 78 milyona ulaşmasına yâni %12-13 artmasına rağmen, 2014 yılında vesîkalı hayat-kadını sayısı %400-500 artarak 100.000 sayısını aşmıştır. Bu rakam gayr-ı resmî olarak 300.000’dir. Bu kadınlar sâdece zevk nedeniyle mi bu işi yapıyorlar?. Tabî ki de hayır!. İnsanlar ya yaşamak için ya da kıyas yaptıkları görece iyi yaşama ulaşmak için bu seviyesiz işi yapıyorlar ve yapmak zorunda bırakılıyorlar. Bir kadının fahişelik yapmasının iki nedeni olabilir; ya ahlâkı bozulmuş ve mâlûm yollara düşmüştür, yada geçim zorluğuna düşmüş ve mecbûren o yola girmiştir. Bülent Arınç’ın da dediği gibi; “AKP mânevî alanda başarılı olamamıştır. Eğer AKP hükûmeti iffet kavramına otoyol, demiryolu, gökdelen yapımı kadar önem vermiş olsaydı, şüphesiz tablo bu denli vahim olmayacaktı”.

Bir ülkede ahlâk bozulmuşsa, her-şey bozuk demektir. Ahlâkın bozuk olduğu yerde hiç-bir şey iyi ve düzgün olmaz.

İstatistiği sâdece ekonomik yönden değerlendirmek bir hastalık şekline geldi. Bir değerlendirme yapılacağı zaman hemen; yapılan maddî şeylerin hesâbı ve bilançosu ortaya atılıyor. İyi de bu yapılanların bedeli nedir, faturası kime çıkarılmıştır ve bunlar yapılırken gözden kaçanlar nedir?. Bakın şunlardır:

Özellikle ekonomi politikaları yüzünden evlenmeler bâriz azaldı ve boşanmalar ise katlanarak arttı/artıyor. Adâlet bakanı Sâdullah Ergin, boşanma dâvâsı sayısının 2002’de 153 bin 409, 2012 yılında ise 190 bin 564 olduğunu açıkladı. Türkiye’de evlenme-boşanma araştırmasının sonuçlarını açıklayan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun tespitine göre, 2011 yılında İzmir’de 31.756 evlenmeye karşın 11.149 boşanma gerçekleşmiştir. Araştırmaya göre İzmir, 2011 yılında Türkiye’de en fazla boşanma olaylarının yaşandığı il olmuş. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.

Adâlet bakanı, cezâ infaz kuramlarında 31 Aralık 2002 târihi îtibârıyla 24 bin 621 tutuklu, 34 bin 808 hükümlü; 31 Aralık 2012 târihi itibârıyla da 31 bin 707 tutuklu, 104 bin 313 hükümlü bulunduğunu söyledi. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.

İyi durumda olan bir ülkede hırsızlık olmaz. Hırsızlık konusundaki veriler ülkenin iyi bir durumda olmadığını gösteriyor: İç-işleri Bakanlığı verilerine göre, yurt genelinde 2008’de 256 bin 562 olan hırsızlık suçu, 2009’da 304 bin 570’e, 2010’da 344 bin 87’ye, 2011’de 351 bin 838’e ve 2012’de 405 bin 405’e yükseldi. 4-5 yılda % 70 artmış. Hâlbuki nüfus sâdece % 5 arttı.

İnsanlar yaşadıkları ülkede refah içinde yaşamış olsa, bâzı hastalık durumları hâriç (kleptomani), kimse hırsızlık yapmaz. Hırsızlığın artması, ülkenin durumunun kötüye doğru gittiğini göstergesidir.

AKP iktidârının son 9 yılında toplam 1 milyon 145 bin 641, yılda ortalama 135 bin esnaf ve sanatkâr mesleği bırakarak sicil-kaydını sildirdi. Sayıları 1 milyon 510 bin 945 olan mevcut esnaf ve sanatkârlar, âileleriyle birlikte düşünüldüğünde ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor.

Ülkemizde 18 milyon civârında insanın sigara içtiği belirtildi. Ülkemizde yetişkin her 100 erkeğin 65’i sigara tiryâkisidir. Türkiye Sigarayla Savaş Derneği Genel Başkanı Dr. Mustafa Aydın, okul dönemi başlarken ebeveynleri uyarıyor. Alınan yasal tedbirler sâyesinde ülkemizde sigara tüketimi her geçen yıl düşüş gösteriyor. Ancak sigara kullanım yaşı ortaokul seviyelerine kadar indi. Kadınlarda sigara içme oranının %100 arttığını aktaran Aydın, sigara tiryâkiliği artış hızında kadınların erkeklerden önde olduğunu belirtiyor. Dünyâ Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda Dünyâ’da % 4,12 azalırken, Türkiye’de ise % 52,18 oranında arttı.

AKP döneminde uyuşturucu kullanım yaşı 15’e kadar düştü. Uyuşturucu illetinden kurtulmak için AMATEM’e baş-vuranların sayısı, 2004 yılından bu yana yüzde 1.781 arttı. Bonzai, lise ve ilkokullara kadar girdi.

Alkol kullanımı arttı. Bu artış eski ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’ın; “Tekirdağ’da rakı fabrikası sayısını 2’den 18’e çıkardık” açıklamasıyla doğrulanmış oldu. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.

AKP döneminde intihar olaylarında yüzde 40’lık artış yaşanmıştır. Ülkemizde intihar edenlerin sayısı her geçen yıl artarken bu sayı ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. İstatistiklere göre ülkemizde intihar olaylarının nedenleri arasında banka borçları, âile geçimsizliği, geçim zorluğu, ticâri başarısızlık gibi nedenler ilk sıralarda yer almaktadır. 2012 yılı verilerine göre kredi-kartı borcu sebebiyle son 8 yılda 200 kişi canına kıymıştır. 10 yılda ise 934 asker, 325 polis ve 34 öğretmen intihar etmiştir. Türkiye’nin intihar olaylarında Dünyâ’daki sıralaması ise 79’dur. Uzmanlar, genel şiddetin artması, ekonomik sebepler ve meslekî sıkıntıların intiharı tetiklediğine dikkat çekmektedir.” 2002-2012 yılları arasında 30. 587 kişi intihar etti. İyi yönetilen ve halkın da mutlu olduğu ülkede intiharlar bu kadar artar mı?. Hâlbuki AKP iktidârı döneminde nüfus sâdece % 10 artmıştır.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Türkiye’de hiç yoksul yokmuş gibi göstermeye çalışırken durumun tam tersi olduğu belirlendi. AKP döneminde yoksul sayısının en az 545 bin ile 1.5 milyon kişi arasında arttığı saptandı.

Türkiye’de korkunç boyutlarda bir gelir-dağılımı adâletsizliği yaşanıyor. TÜİK’in en son Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2012 yılındaki durumu yansıtıyor. Buna göre en üstteki yüzde 20’lik nüfus-diliminde yer alan hâne halkları, toplam gelirin yüzde 46.6’sını alırken, en alttaki yüzde 20, gelirden sadece yüzde 5.9 pay alabiliyor. En üstteki ile en alttaki arasında 8 katlık bir gelir farkı var. En varlıklı yüzde 20’lik nüfus gelirin yarıya yakınını elde ederken, nüfûsun yüzde 80’i kalan yarısını paylaşıyor.

İstatistiklere göre Türkiye’de en zengin %10’luk kesim, son 14 yılda gelir-payını %11’e yakın artırdı. Bu kesim %67 olan payını %77.7’ye yükseltti

AKP döneminde israf da alabildiğine çoğalmıştır. “İleri gelenler” hiç-bir konfordan mahrum değildir. İsrafta zirve ise “Ak-saray” ile olmuştur. Mâliye Bakanı Mehmet Şimşek, Ak Saray’ın mâliyetinin 1 milyar 370 milyon lira olduğunu söylemiştir.

4 Kasım 2014 târihinde bütçe görüşmelerinde muhâlefet milletvekillerinin sorularını cevaplayan mâliye Bakanı Mehmet Şimşek, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın maliyetinin 1 milyar 370 milyon lira olduğunu açıkladı. Bu para 685 okul, 680 öğrenci yurdu, 1000 yataklı 55 devlet-hastânesine eşit.

Bülent Arınç, “İsrâfın önünü alabilseydik, sizden vergi toplamamıza gerek kalmazdı” demişti.

Genelde hemen-hemen tüm Dünyâ’da, özelde Türkiye’de adâlet “mülkün temeli” olmaktan çıkmış, zulme dönüşmüştür. Bunun acısını en çok da her-zamanki gibi alt-sınıftaki halk çekmektedir. Adlî/hukûki/ekonomik/sosyâl-adâlet yerlerde gezmektedir Türkiye’de. Asgarî ücret ile cumhurbaşkanı maaşı arasında 40 kat fark varken; asgarî ücret emeklisi ile cumhurbaşkanı emeklisi arasındaki fark 16 kattır.

“Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler” (Mutaffifîn 2-3). Faturaları/vergileri alırken ve bunlara zam yaparken bol-bol yaparlar ve tam alırlar, ama iş vermeye gelince nasıl kısacaklarını şaşırırlar. Meselâ bir zam yaparken üç-beş kuruşu zor verirler.

20-25 liralık zammı matah bir şey zanneden hükûmet ve diğer vekiller, kendilerine gelince tam 30 kat farkla zam yapabiliyor. Emekli vekillere kezâ öyle. AKP döneminde ekonomik alanda adâletsizlik “pik” yapmıştır ve zulme dönüşmüştür. Bu-kadar bâriz adâletsizlik olmaz. Yine; parası olan istediği gibi sağlıktan faydalanabilirken, gariban halk, sağlık-ocaklarından ilerisine gidemiyor. Zenginler, çocuklarını özel-okullarda okutarak ve özel dersler aldırarak istediği yüksek okulu kazanmasını sağlayıp iyi ve bol kazançlı bir iş edindirebilirken, fakir halk, lise-sonda yolda kalıyor. O da zorunlu olduğu için. Zenginlerin zenginliği her geçen gün artarken, gariban daha da yoksullaşmaktadır ve düzelecek bir durum da gözükmemektedir. Gariban (gerçi gezmeye gidemiyor ya) bir yere giderken ya bisiklet ile yada halk-otobüsleri ile gitmek zorundayken, zengin, son-model arabalarıyla istediği gibi gezmektedir.

Geriye garibana sâdece “din” kalıyor ki o da devletin izin verdiği kadar. Devlet izin verse de baş-örtüsü takabilse. Dikkat edin! taktığı-takacağı baş-örtüsü Allah’ın emri olan baş-örtüsü değil, AKP’nin izni ve emri olan baş-örtüsüdür. Allah’ın emri olan örtü değil, Tayyib’in ve kapitâlizmin müsâde ettiği örtüdür. Çünkü dînini de istediği gibi yaşama hakkı yok kişinin. Allah’ın izin vermesi ve emretmesi yetmiyor. Esas devletin izin vermesi gerekiyor. Kısaca, adâletin şirâzesi kaymış olduğundan hiç-bir yerde işlemiyor. Söke-söke almadan devlet hiç-bir hakkı vermiyor. AK Parti hükûmeti de bu konuda “iyi” olarak bir şey yapmadığı gibi bu zorluğu daha da derinleştirmiştir. Liberâl, kapitâlist, “Demokratik Ilımlı İslâm Projesi”nin Türkiye ayağı olan Ak Parti merkezli bir din ve Kur’ân anlayışı hâkim oldu. Allah Kur’ân’da: “Ey îman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden arta-kalanı bırakın. Şâyet böyle yapmazsanız, Allah’tan ve Resûlünden size karşı savaş başladığını bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara 278-279) derken; Tayyib Erdoğan “fâiz bir Dünyâ gerçeğidir” diyerek fâizi meşrûlaştırabiliyor ve Kur’ân’ın açık hükmünü göz-ardı edebiliyor. Yine AKP’li bir milletvekîli Tayyib Erdoğan için: “Allah'ın bütün vasıflarını toplamış bir lider” diyerek onu ilahlaştırabiliyor. Tayyib Erdoğan’ın “üç çocuk” tavsiyesine (yada emrine) inanın binlerce kişi uydu. Hattâ komik bir durum; aralarında husûmet başlamadan önce “cemaat”ten bâzı kişiler de bu “üç çocuk” tavsiyesine uymuşlardı. Kendilerini ona uymak zorunda hissetmişlerdi demek ki.

Bilindiği gibi iktidârın bir “üç çocuk isteği” var. Bunun nedeni olarak “gençleşmek”, “potansiyeli arttırmak” denilse de, aslında kapitâlist ekonomik zihniyet nedeniyle, tüketimi arttırmaktır. Modern küresel ekonomide ülkelerin gücü; gerçek bir artış ile değil, tüketerek artan ve ihtiyaç olmayan tüketimlerinin yapılması ile ve büyük oranda “borç olarak” gözüken işlem hesâbındaki miktârın büyüklüğüne göre ölçülüyor. Bu nedenle ülkeler tüketimlerini aşırı bir şekilde arttırmak istiyorlar ki bu da en çok iki şekilde kolayca yapılabiliyor. Biri; halka, aslında ihtiyaçları olmayan şeyleri bol-bol aldırarak bir sûni hareketlilik oluşturmak ve bu hareketliliğin netîcesinde işlem hesâbının sonuna yeni “sıfırlar” koyarak hesaptaki sayıyı çoğaltmakla; ikincisi de, üretilen ve satılan ürünleri alacak olan insanların sayısını çoğaltmak ile oluyor. Bu nedenle daha düne kadar “nüfus plânlaması” ve “az nüfûsu” savunanlar, şimdilerde nüfuslarını nasıl arttıracaklarının derdine düşmüş durumdadırlar.   

Günümüzde müslümanlar “sünneti uygulamak” konusunda çok zayıf kalıyorlar. Bunun nedeni; târikatlarda şeyhlerinin; cemaatlerde hocalarının; partilerde ise lîderlerinin sünnetini uyguluyor oluşlarıdır. Günümüz müslümanlarının büyük çoğunluğu Peygamberimizin sünnetini uygulamazlarken, hattâ sahih hadis-sünnetleri bile eleştirirken, “Erdoğan-AKP sünnetini” uygulamak için bir-birleriyle âdeta yarış içindeler. Bunun nedeni, Peygamberimizin sünnetinin “bedel” istemesi, modern hayattan ferâgat beklentisi nedeniyledir. Peygamberimizin sünneti uygulanmazken, Erdoğan-AKP sünnetinin uygulanıyor olması, Erdoğan-AKP sünneti ile Peygamberimiz’in (sav) sünnetlerinin bir-biri ile çelişiyor olmasındandır. Böylece “gerçek sünnet”e karşı bir mesâfe koyuyorlar.

AKP “gömlek değiştirdiği” için ve İslâm’a göre davranmayacaklarını söylemeleri nedeniyle onun yaptıkları-yapmadıkları İslâm’a mâl edilemez. AKP’ye sâdece: “Siz eski İslâm’cı olduğunuz ve eski söylemleriniz bu yönde olduğu hâlde niçin İslâm’a göre davranmıyorsunuz?” diye sorulabilir.

Evet; işin bu tarafından bakınca işler değişiyor ve farklı bir resim çıkıyor ortaya. Müslümanlar kıyaslamayı Peygambere göre, asr-ı saadete göre, Hz. Ömer devrine göre yapmalıdırlar. Bir-önceki İslâm-dışı görece kötü zamanlara göre değil. Aksi hâlde yanılırlar.

Levent Gültekin bu bahisten olarak şunları söyler:

“En büyük hava-alanını biz yaptık, ama hukuk-sistemimiz çöktü. Uçuyoruz, fakat adâletten uzaklara. Marmaray’ı bu ülkeye biz kazandırdık, ama müslümana duyulan îtimat yerle bir oldu. Binlerce kilometrelik otoyol yaptık, ama “dindar adam asla çalmaz” algısı büyük bir darbe aldı. Yeni hasta-hâneler yaptık, fakat merhâmetimizi, saygınlığımızı kaybettik. Yüksek gökdelenler ve konutlar diktik, ama ahlâki hassâsiyetimiz yerin dibine geçti. Onlarca yeni üniversite açtık, ama ‘dindar nesil’ yetiştirme uğruna eğitim sistemimiz çöktü. Şehirlerimiz görünürde büyüyüp gelişiyor, ama değerlerimiz kayboldu. Yıllarca gözümüz gibi koruduğumuz, uğruna her şeyden vazgeçtiğimiz ‘dâvâ’mızın içi boşaldı. İnancımız sarsıldı. Amacımızı kaybettik. İslâm ölümcül yara aldı, Müslümanlık tahrip oldu. Dînin toplum üzerindeki şifâlı etkisi kayboldu. “Dindarlık eşittir dürüstlük, nezâket, saygı” görüşü yitip gitti. Terâzinin bir kefesine maddî kazanımları diğer kefesine de kaybolan değerleri koyun bakalım hangisi ağır basacak?. Hava-alanlarımız, yeni okullarımız, hızlı trenimiz, Marmaray’ımız var ama huzûrumuz yok. Bunu göremiyor musunuz?. Ters istikâmette giden trene binip, sonra da trenin dekorunda, hızında, konforunda teselli bulamayız. O tren hepimizi uçuruma, felâkete götürüyor. Göremiyor musunuz?” der.

Dış alemde maddî şeyler yapılırken, iç âlemde mânevi şeyler yıkılıyor. İnsanın iç âlemi yıkıldıktan sonra dış âlemi altınla kaplasanız ne yazar ki?.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2016
Devamını Oku »

Işık-Hızında Gidilince Zaman Yavaşlar Mı?


Genel Görelilik Teorisi kapsamında söylenen; “hız arttıkça zaman yavaşlar” düşüncesi bir yanılsamadır. Zâten teoride-düşüncede ve matematiksel olarak böyle bir sonuç çıksa da, bu teori hem pratiğe dökülemez ve hem de pratikte aynı sonuç çıkmaz. Çünkü kâinâtın her yerinde aynı zaman işler gözlemci olan insana göre. Pratikte tüm sonuçlar teoridekine göre farklı çıkar. Pratik, teorik önermelerin dediği ve gösterdiği gibi çıkmaz hiç-bir zaman. Çünkü pratiğin anlam ve eylem açısı ve aralığı çok daha geniştir. Bir teoriye tek bir pratik uygulanabilir fakat bir pratiğin bir-çok yorumu yapılabilir.

Zamân ölçüsünü belirleyen bir kriter yoktur kâinatta ve çeşitli zaman-aralıkları vardır. Meselâ hassas bir aralıkla pulse atan, sönmüş yıldızlar olan pulsarlar gibi. Çok hassas fakat farklı aralıkta olan sinyâl odakları vardır. Zamân için ölçü koyan varlık insandır ve bir insan diğer bir insana göre “gerçek anlamda” farklı ve doğru bir zaman ölçümü yapamaz. Hele ki mevcut dünyâda kullanılıp duran zaman-ölçüsüne göre psikolojik bir hissedişten başka gerçek anlamda farklı bir zaman-durumu çıkmaz ve belirlenemez.

Bu önermenin deneyi olarak gösterilen “ikizler paradoksu”na göre; Uzaya gönderilen kardeşlerden biri yüksek hızlı bir roket tarafından uzaya fırlatılmış ve orada bir seyahate gönderilmiştir. Uzun bir zaman sonra evine döndüğündeyse ikiziyle yaş ve vücut olarak büyük bir farklılık ile karşılaşmıştır. Dünyâ’da kalan ikizin daha hızlı yaşlandığı, çünkü Dünyâ’daki zamânın daha hızlı aktığı düşünülmektedir. Bu deneyin kökenleri Einstein’ın İkizler Paradoksu’na gidiyor. İkizler deneyinde biri roketle yıldızlara doğru yüksek hızla ilerleyen, diğeri Dünyâ’da kalan ikizlerin zamana karşı değişimi inceleniyor. Enstein’ın genel görelilik teorisine göre uzaya giden ikizin, Dünyâ’ya döndüğünde kardeşinden daha genç olması gerekiyor. Çünkü “hız arttıkça zaman yavaşlar” deniliyor. Hâlbuki zaman, maddenin bir sonucudur ve bir şeyin zamânı, bağlı olduğu maddeye göredir. Zaman her zaman, maddenin hemen yanı-başındadır. Madde hangi hızda hareket ediyor olursa-olsun zaman da o hızda hareket etmiş olacaktır, yâni hız arttıkça zaman yavaşlamayacak, tam-aksine artacaktır. Fakat bu da düşünsel anlamda böyledir. Dünyâ’daki gözlemci 100 km. hızla giden bir nesneyi de, 1.000 km. hızla giden nesneyi de kendi orijinâl zaman-bilincine ve gözlemine göre yorumlayacağından, iki nesne için de aynı zamanda ne kadar yol aldığını hesaplayacaktır. O hâlde hız arttıkça zaman yavaşlamaz, sâdece hızlı gidildiğinden dolayı mesâfeler daha çabuk katedilir. Yâni bir yerden diğer bir yere daha az zamanda ulaşılır. Bu da bir yanılsama olarak zamânın yavaşladığını hissettirir.

Zamanın hızlandığı yada yavaşladığı bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Alexis Carrel:

“Fizyolojik zamânın fizik zamandan tamâmen farklı olduğunu biliyoruz. Eğer bütün saatler işleyişlerini hızlandırsa yada yavaşlatsalar ve Dünyâ’nın dönüş hızı da  değişse, hayat süremiz yine değişmeden kalır, fakat bize artmış veya azalmış gibi görünürdü” der.

İkizlerden biri hangi hızda giderse gitsin, ikiziyle ile aynı yaşta ve zamanda olur ve üçüncü bir gözlemci, ikizlere baktığında bir fark göremez. Bu nedenle bu durum, bir zamanlar insanların kafasını çok karıştıran ve güyâ cevâbı yok gibi görülen bir soruya benzer: Üç tâne işçi, 1.000’er lire vererek 3.000 liraya bir karpuz alırlar. Fakat o sırada manavda manav-sâhibinin, fiyatları pek bilmeyen oğlu vardır. Bir-süre sonra babası gelince oğluna “ne sattın” der. Çocuk da 3.000 liraya bir karpuz sattığını söyler. Babası “fazla para almışsın, 3.000 lira değil, 2.500 lira alman gerekirdi, al şu 500 lirayı adamlara geri ver” der. Çocuk 500 lirayı eşit şekilde paylaştıramayacağını düşündüğünden, adamların her birine 100’er lira geri verir ve 200 lirayı da cebe atar. Şimdi soru şu; Bu durumda adamların her biri karpuz için 900’er lira vermişlerdir. 3X900=2.700 lira eder. 200 lira da manavın oğlunda vardır, 2.900. Peki kalan 100 lira nerededir?. Bir-türlü cevap bulunamaz. Buradaki sorun, matematiğin yorumlanma şeklinden kaynaklanır. Hayâli bir gözlemciye göre olan bir değerlendirme yapılması, bu önermenin yanlışlığıdır. Sanki ikizlerin her biri için aynı-anda ve duyguda bir gözlemci varmış gibi farz edilmiştir. Hâlbuki öyle bir gözlemci yoktur ve bu nedenle de böyle bir değerlendirmeden bahsedilemez. İkizlerden hiç-biri böyle bir zaman farkını kabûl etmez. Matematiksel bir yanıltmadan kaynaklanan bir yanılsamadır bu. Aslında her ikiz için de aynı zaman geçmiştir. Bu nedenle ikisi de aynı yaşta ve görünümde olur. Tabi ışık-hızının %99’una ulaşan ikizlerden biri, çeşitli nedenlerden dolayı artık yaşayamayacağından, Dünyâ’daki ikiziyle karşılaşması söz-konusu olmaz.

Saatte 108 km. hız ile giden bir araba 0.03 km/s yapar. Yâni ışık-hızından 100.000.000 kere daha yavaştır. Dolayısıyla ışık-hızına ulaşırsak bile 1/100.000.000 sâniye zaman geçmiş olacaktır. Yâni değişen zaman, sözünü etmeye değer olmayan bir zaman olacaktır ki insan bunu hissedemez bile. Bir yazıda şöyle denir:

“İkizler paradoksunda “aksayan” nokta, füzeyle giden ikizin belirli bir anda geri dönmüş olduğunun unutulmuş olmasıdır; zîrâ ikizler tekrar Dünyâ’da buluşmuşlardır. Oysa, geri dönmek yavaşlamayı ve/veya yön değiştirmeyi gerektirmektedir. Demek ki füzedeki ikiz her zaman düzgün doğrusal hareket yapmamış, yönünü değiştirmiştir. Oysa Einstein’ın özel görelilik kuramının sonuçları ancak, birbirlerine göre herhangi bir bağıl ivmesi olmayan düzgün öteleme durumundaki sistemler için geçerlidir. Demek ki, bir paradokstan çok bir mantık hatâsı söz-konusudur”.

İkizlerin kollarındaki saatler değişmez ve sâniyesi-sâniyesine aynı kalır. O hâlde ikizlerin farklı yaşlarda Dünyâ’da buluşmaları söz-konusu olmaz ve sözde yaş farkı ikizlerden birinin Dünyâ’ya hiç-bir zaman dönmeyeceğinde düşünülebilir ki ikizlerden biri hiç-bir zaman Dünyâ’ya dönmezse, bu teori de ispatlanamayacağından, bu tez sâdece bir “beyin fırtınası” olarak kalmaya mahkûm olur. Çünkü bu durum bir “görecelik durumu”dur. Fakat “kişiye göre değişen bir doğru” yoktur. “Yaratıcıya göre olan” şey doğrudur ki insan da bu doğruya uygun yaratılmıştır. Kişiye göre değişen bir doğru net bir doğru olmaz. Net doğrunun olmadığı yerde ise bir doğru yoktur. Bu nedenle bu önerme matematiksel bir senaryodur sâdece ve matematiksel senaryoların çok büyük çoğunluğunun pratikte gerçekleşmesi imkânsızdır.

Bilim-adamlarının en çok yaptığı şeylerden biri, bir düşünceyi masa-başında kanıtlamaya çalışırken, tıkandıkları yerlerde kendilerine ve iddialarına uygun olarak bâzı sâbiteler koymalarıdır. Bu önermede de hayâli bir gözlemci olduğu kabûl edilmiştir ve ancak o hayâli gözlemcinin olduğu kabûl edildiğinde önerme teorik olarak doğru görünebilecektir. “Ancak böyle olursa şöyle olur” denmiştir. Yâni “yengemin … ları olsaydı amcam olurdu” sözünde olduğu gibi. Olmayacak bir şeyi varmış gibi gösterdiğinizde, olmayacak şeyler olabilir gibi gözükmektedir ve zannedilmektedir.

Zâten pratik olarak da ışık-hızına ulaşılamaz ve hattâ yaklaşılamaz bile ki bu önerme denenebilsin ve pratikte de, teoride söylendiği gibi olduğu görülsün. Evet; bağımsız gözlemciye göre değişen bir şey yoktur. “Hızlı yaşa genç öl sözü” bu bağlamda geçersiz oluyor. Hızlı yaşayanlar hızlıca yaşlandıklarından, genç değil ama erken ölürler.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2016

Devamını Oku »

19 Temmuz 2016 Salı

Sistem-İçi Darbe


15 Temmuz 2016’da vukû bulan darbe girişimi, “bir şeyleri kökten değiştirmek için” yapılmış bir darbe değildir. Yâni bir “devrim kalkışması” değildir. Yapılan şey, çıkar-merkezli olan sistem-içi bir girişimdir. Târihte bu nedenle yapılmış bir-çok darbe, devrim, karşıtlık ve savaşlar olmuştur. Meselâ Komünist ve Kapitâlist zıtlaşma böyledir. Komünizm ve Kapitâlizm sistem-içi bir karşıtlıktır. Çünkü ikisi de laik, seküler, materyâlist (yâni madde-merkezli ve özlemli) demokratik, din-dışı ve insan-merkezlidir. Yâni hangisi iktidâra gelirse-gelsin dünyâ-sistemi aynı olacaktı. Sistemde bir değişme olmayacaktı. Çünkü aralarındaki fark sâdece, sermâyenin devletin elinde mi yoksa insanların bâzılarının ellerinde mi birikeceğidir. Kesinlikle hak-hakîkat ve adâlet merkezli bir sistem değişikliği düşünmüyorlardı. O hâlde bir çıkarı olmayacak olan sıradan bir vatandaşın komünizm yada kapitâlizm için bir taraflarını yırtması anlamsızdır. Çünkü onun için değişen bir şey olmayacaktır ve o “yatay hayâtı”na kaldığı yerden devâm edecektir.

Aynı-şekilde; sanki darbeciler demokrasiyi yıkıp yerine saltanâtı mı getireceklerdi?. Demokrasi yerine komünizmi mi getireceklerdi ve “Allah korusun”(!) demokratik düzeni kaldırıp, yerine Kur’ân’ın anayasa olduğu ve hukûkun-kânunların İslâm’i hukuk ve kânunlarla değişeceği bir düzen mi getireceklerdi?. Tabi ki de hayır. Aslâ. Darbe başarılı olsa idi, gelecek olan sistem yine demokratik-laik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-materyâlist bir zihniyete sâhip aynı sistem olacaktı ve yine aristokrasi (soylular(!) sınıfı) ile yönetim devâm edecekti. Sâdece aristokrat kesim değişecekti ve zenginlik artık büyük ölçüde farklı kesimlere geçmeye başlayacaktı. Yâni bir “zenginler değişimi” yaşanacaktı. Fakat gariban halk her zamanki gibi yine gariban olarak kalacaktı. Bu nedenle darbe girişimi bir “sistem içi” darbe girişimidir. Zâten adı “darbe” ise sistem-içidir. Sistem-dışı olması için adının devrim” olması gerekir. Bu devrimin de gerçek bir değişim ve dönüşüm başlatması ve hak-hakîkat ve adâlet-merkezli olarak halka yönelik olması için de “İslâm’i bir devrim” olması gerekir. Ancak “İslâm’i Devrim”e dönen bir darbe olduğunda “sistem-dışı” olur. Hem darbecilerde hem de halkta ve hattâ müslümanlarda böyle bir düşünce ve arzu olmadığı için, yapılmak istenen şey “sistem”in değiştirilmesi değildi. Sisteme, “birilerine göre” bir “ayar çekilme” girişimiydi.

Bu sebeple; “demokrasinin zaferi”, “demokrasi kazandı”, “halk demokrasiye sâhip çıktı” gibi söylemlerin halk için bir gerçekliği ve değeri yoktur. Eğer ki darbeciler kazansaydı yine demokrasi yâni “sistem” kazanmış olacaktı ve yine “demokrasi kazandı” diyeceklerdi ve darbeyi yapanları demokrasinin yılmaz savunucuları ve dirilticileri olarak kabûl edeceklerdi ve birileri, ellerini patlatırcasına alkışladıkları darbecileri çiçeklerle karşılayıp, demokrasiyi yeniden getirdikleri için onlara teşekkür edeceklerdi. Senaryo farklı yazılacaktı fakat o senaryo da “sistem-içi” olacaktı. Dolayısı ile bu darbe girişimi bâzı rahatsızlıkların da bir işâreti ve göstergesi olsa da, aslında “sistem-içi bir çıkar-savaşı”dır. 1950’den sonra yavaş-yavaş ekonomik gücü ve siyâseti ele geçirmeye başlayan muhâfazakâr kesimin, 1980 sonrası küresel projelerin tezâhürü olarak paraya ve siyâsete hâkim olması bâzılarının çıkarlarını bitirme noktasına gelmiş ve bu durumdan rahatsız olanlar sürekli olarak bu durumu değiştirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle de laiklerin “yandaş grup” olarak kabûl ettikleri askerlerden medet umarak çeşitli kalkışmalar başlatmışlardır. İşte bu kalkışma da bunlardan biridir. İstenen ve beklenen değişim, zenginliğin bir elden başka bir ele geçmesi ve böylece servetin şimdiki zenginlerin elinden diğer zenginlerin elinde toplanması arzulanmaktadır. Fakat bu durumda servet sürekli olarak zenginlerin ellerinde dolanmış olacaktır ve halka yansımayacaktır. Oysa Kur’ân bunu şiddetle yasaklar:

“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

Yâni Allah diyor ki; “Servet benim istediğim gibi dağılacak, zenginlerin istediği gibi değil”. Bu servet zenginlerin istediği gibi dağıldığında, gariban her zaman gariban olarak kalır ve onun için değişen bir olmaz. Bu nedenle sistem-içi bir darbe olan bu kalkışma eğer başarıya ulaşmış olsaydı, toplumda zenginlik “eski zenginler”in eline geçerek değişecek ama gariban yine gariban olarak kalacaktı. Orta-direk olarak bilinen kesimde ise çok farklı bir durum olmayacaktı. Birileri de şimdiki zenginlere yalakalık yapmaktan vazgeçip, “yeni zenginler”in uşağı hâline geleceklerdi. O hâlde; hadi orta-direklerin, mevcut durumlarını korumak için meydana atılmalarını anlıyoruz, peki gariban olan ve ay sonunu getiremeyenlerin, hayatları pahasına meydana çıkmalarının nedeni nedir?. Tabî vatan bizim yuvamızdır ve insanlar vatanın karmaşaya düşmesine izin vermemelidirler ve bu uğurda ellerinden geleni yapmalıdırlar. Zîrâ vatan, insanların “ilk evleri” olduğundan aynı-zamanda mahremleridir de. Burada sorun yok. Fakat darbenin ilk anında yâni geceden sabaha kadar olan sürede bu düşünce ve amaçla sokaklara-meydanlara çıkan halk, sabah durum biraz düzeldiğinde, ilk başta Allah-merkezli kullanılan dil, daha sonra demokrasi ve millet-merkezli bir dil ve söylemle değiştirilmiştir. İlk önceleri “Allah bizimledir” sözü, sonraları, “hâkimiyet kayıtsız-şartsız milletindir” söylemi ile değiştirilmiştir. İlk başta kullanılan “Allah’ın irâdesi” söylemi, biraz sonra bir şekilde değiştirilerek “milletin irâdesi” söylemi ile değiştirilmiştir. Herhâlde Allah-merkezli bu dil birilerini rahatsız etmiş. “Allah yolunda” olan hareket bir-anda “demokrasi yolunda” olmaya başlamıştır. Bu durumda ölenler ne için ölmüşlerdir?. Bu şekilde ölmek onlar için bir kazanç mıdır?. Yine müslümanlar ne için meydana çıkmışlardır ve ne için ölmeyi bile göze alabilmektedirler?. İslâm’i bir inançla alâkalı mıdır böyle bir davranış?. Yurdumuz dış bir güç tarafından saldırıya uğramış yada işgâl edilmiş değildir ki top-yekûn bir direnişe ve savaşa çıkalım.. Dediğimiz gibi, sorun tarafların çıkarlarıdır. Filler tepişirken çimenler ezilmektedir.

Hüseyin Alan:

“Sivillikten yana militarizme karşı olurken, sivil veyâ militarist vesâyet yerine millî irâdeden yana taraf olurken, dolayısıyla demokrasiyi desteklerken, kapitâlizme, laikliğe, batı’cılığa, milliyetçiliğe de destek olduğunuzu, bu ilkeleri ve değerleri yüceltip yaşattığınızı biliyor musunuz?. Birinden yana diğerine karşı olurken iki hâlde de, önünüze sürülenden birini tercih ettiğinizde, bu dünyâ-sisteminin, burjuva medeniyetinin, kapitâlist uygarlığın ve bunların yerel bağlantısının yapıp-ettiklerine suç-ortağı olduğunuzu düşünüyor musunuz?. Dünyâ-sistemi adına yapılan işgâllerin, çıkartılan iç -savaşların, yapılan katliamların, yıkılan şehirlerin, çâresiz bırakılan insanların, yerini-yurdunu terke mecbûr edilen mültecilerin sorumluluğuna hissedar olduğunuzu fark ediyor musunuz?.

Ey dost, buradaki kavga, bu topluma has, öteden bêri süregelen bir iç-iktidar kavgasıdır. Orduya dayalı seçkinlerle batı’cı milliyetçilerin yanında, onlara karşı globâl sisteme bağlılığını halka dayanarak yürütenlerin arasındaki bir iktidar kavgasıdır. Demokrasi yada vesâyet rejimi, militarist yada millî irâde ilkesi, bu kavganın görünen yüzü, görünmeyenlerin maskesidir” der.

Fıtrata ve adâlete aykırı hukuk-kânun-kural-siyâset izleyen yönetimlere her zaman darbe girişimleri yapılacaktır. Zîrâ bu tarz yönetimler demokrasi ile durdurulamaz ve zâten demokrasi, bu tarz yönetimlerin durdurulamaması için îcat edilmiştir. Artık öyle bir hâle gelmiştir ki, kötü yönetime isyân etmesi gereken halk kendini bile koruyamazken o yönetimi korumaya çalışır.

Şimdi; İslâm entelektüelleri (âlimleri değil, çünkü onların yorumları zâten belli) bu darbeyi İslâm’i açıdan nasıl yorumlayacaklar?. Demokrasi-merkezli mi İslâm-merkezli mi?. İslâm’ın bir “darbe fıkhı” yok mudur?. Bu fıkha göre bu girişim nasıl okunmalıdır ve bu kalkışmaya nasıl bir yorum yapılmalıdır ve müslümanlar nasıl bir tavır takınmalıdırlar?. Takındıkları tavır İslâm’a uygun olmalı değil midir?.  

Eğer demokrasi kazanmışsa, “sistem” kazanmış demektir. İslâm-merkezli olmayan ve “İslâm-merkezli olana düşman olan” sistem. O hâlde İslâm hiç-bir zaman kaybetmeyeceğine göre, bu girişimde müslümanlar kaybetmiştir yine. Kazanan ise, her zaman olduğu gibi “sistem”dir. Yine  laik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-demokratik-kemâlist ilkeler kazanmıştır. Sesini fazla çıkarmayan CHP kazanmıştır. Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen dış odaklar kazanmıştır. Ve yine halk kaybetmiştir. Bir-zaman sonra görülecektir ki bu darbe girişiminin bir faturası olacaktır ki bu rakam belki de 200-250 milyar dolarları bulacaktır ve fatura yine halka çıkarılacaktır.  

Darbe girişiminin üç ayağının (dış güçler, Fetö ve bâzı laik subaylar) olduğu hemen ortaya çıkmakla birlikte aslında bu girişimin ana nedeninin, asker içindeki bir “çıkar çatışması” olduğu bellidir. Yâni ilk başta ordunun kendi içinde yaptığı bir darbe girişimidir bu. Askerin içinde oluşan fırkalaşmasının bir sonucudur bu girişim. Mâlûm cemaatin fırsat bekleyen yandaş subayları de bu girişime seve-seve destek olmuşlardır. Yaptığı yanlış politikalar nedeniyle milleti ikiye bölen iktidar, askeri de ikiye bölmüş ve ülkeyi zayıflatıp güçsüzleştirmiştir.

Bu kalkışma, laik, seküler ve kapitâlist demokratların, yine laik, seküler ve kapitâlist olan otokratlara karşı bir isyânıdır. Zîrâ mevcut iktidar her ne kadar demokrasiden bahsetse de, “de facto” olarak bir otokrasi sistemi mevcuttur Türkiye’de.

Evet; olan yine halka oldu ve ölen yine halk oldu. Tüm darbelerde olduğu gibi. Buna “halkın zaferi” demek trajikomik bir durumdur. Zîrâ çok yakın bir zaman sonra bunun ekonomik, siyâsi ve sosyâl faturaları halka çıkarılacaktır. Çünkü gerek siyâsiler için gerekse askerler için halk her zaman düşmandır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2016










Devamını Oku »