Çağımız bir müzik-spor-film
uygarlığıdır. Gençlerin bu üç unsura ne derece kilitlendiği herkesçe mâlum.
Müzikten hoşlanmayan birine “mal” gibi bakıldığı bilinir. Film seyretmeyenlere
ise, “eee ne yapıyorsun, günlerini nasıl geçiyorsun ki” diyenleri duydum. Spor
ise, artık bir “din” hâline gelmiş durumdadır. Ülkelerin bırakın aç-susuz-sefil
olanlarını, başkanları-lîderleri bile ciddi-ciddi spor ile içli-dışlı oluyor ve
spor hakkında yorumlar yapıyorlar. Televizyonda özellikle futbol maçlarından
sonra koca-koca adamların ancak çocuklara yakışacak tarzda olan, 22 tâne adamın
bir küçük yuvarlak deri parçası arkasından deli gibi koşmasının muhabbetini,
sinirlenerek ve kavga ederek saatlerce tartışmaları, inanın benim durduğum
yerden çok komik, ayıp ve aptalca görünüyor.
Hele bir de, küresel güçlerin
köleleri olmuş, zihinleri târumâr edilmiş, yarı-sarhoş halklara sâhip olan
ülkeler de spor uğruna bir-çok ahmakça işler yapıyorlar. Açlıktan-susuzluktan
ölen insanların bulunduğu ülkeler, dünyâ-kupalarına katılıyor, sporcular
yetiştiriyor. Spor-futbol bu kadar popüler olunca müslüman sağcı muhâfazakâr
kesim uzak kalır mı?. Namazı kazâya bırakma pahasına da olsa spor-futbol
peşinde koşturuyorlar. Güyâ gençleri bir-araya getirecekler de onlara İslâm’ı anlatacaklar.
Hiç, sapık bir eylem üzerinden İslâm mayası tutar mı Allah aşkına!.
Ramazan Yazçiçek:
“Gelir dağılımında sefâleti yaşayan günümüz toplumuna
televole-pop kültürü dayatması da gençlerin psikolojisini bozmuştur. Spor adına
yapılanlar ise daha bir içler acısıdır. Futbol, putu-bol bir çılgınlık arenasına
dönüştürülmüştür. Cinâyetlerin sıradanlaştığı, saldırganlık psikozunun tahrik edildiği
zeminlere dönüşen spor-sahaları da “değer çözücü” olarak modern hayâtın
ürünüdürler” der.
Yûsuf Kaplan, futbol için şunları söylüyor:
“Çağımızın düşünürleri futbolu yeni-paganizm biçimlerinden
biri olarak görüyorlar. Futbolun büyüsü, câzibesi ve gücü, din-dışı bir
kutsallık, coşku, trans hâli, pagan ve barbar âidiyet biçimleri üretebilmesinde
gizli. Müzik ve spor yıldızları lâik kutsallığın ‘aziz’leri hâline geldiler… Bu
starlar(!), çoğunlukla, daha ölmeden tapınma konusu oluyorlar”.
Olimpiyatları ortaya çıkaran Yunan’lılar “çok-tanrılı”ydılar.
Tanrılarının Olimpos Dağı’nda bir “âile gibi” yaşadıklarına inanmışlardır.
Tanrıların babası Zeus, ana tanrıça Hera ve çocukları; güzellik tanrıçası
Afrodit, savaş tanrısı Ares vb. şeklindedir.
Tanrıları adına Olimpos Dağı
çevresinde başta spor karşılaşmaları olmak üzere, müzik ve şiir yarışmaları düzenlerlerdi.
Bunlar günümüzdeki Olimpiyatların başlangıcı olmuştur. Yapılan spor etkinlikleri
“tanrılar adına” yapıldığından dolayı, aslında “spor” olarak yapılan etkinlik,
bir çeşit ibâdet ve pagan âyinidir. Zâten modern dönemde de spor, bir âyin
havasında yapılmakta ve izlenmektedir. Spor, ibâdet gibi düzenli ve sürekli
yapılması gereken ve hiç aksatılmaması gereken bir şey olarak gösteriliyor.
Böyle olunca da spor bir “din” hâline geliyor.
Olimpiyatlar bir pagan
âyinidir. Putperest Yunan’lılar olimpiyaların bitiminde oruç tutarlar ve tanrı
Zeus adına 100 âdet öküz kurban edilirdi. İlk başta kadınlar olimpiyalara hem
katılamazlardı hem de olimpiyatları izleyemezlerdi.
Sporun
kökeninde “iyi” olanın “kötü” olanı yenmesi vardır. Bu bağlamda spor, duâlist
bir dindir. Spor, bir “kas tapımı”dır.
Bir Hellen sapkınlığıdır.
Eski olimpiyat oyunlarında
stadyumlar aslında birer arenaydı. Olimpiyat oyunları putperest bir kültürün
etkinliğidir. Bu nedenle 1. Theodosius, 2. İznik Konsili’nden sonra putperestliğe
karşı sert davrandı ve onların etkinliklerini yasakladı. Bu bağlamda kötü inançların
devâmı saydığı olimpiyat oyunlarını iptâl etti. M.Ö. 776’da başlayan olimpiyat
oyunları 393’te son defâ yapılmıştı. 1169 yıl boyunca oynandıktan sonra 1503
yıl süreyle yapılamadı ve modernitenin köpürdüğü 1896 yılında tekrar başladı.
Olimpiyatlarla ilgili bir yazıda şunlar söylenir:
“Arkeologlar,
Atina’daki antik olimpiyatları araştırdı ve ortaya son derece ilginç bulgular
çıktı. Bir katılımcı üç dalda da başarılı olduğu takdirde 1. îlân ediliyordu.
‘İkincilik’ yada ‘önemli olan katılmak’ gibi avundurucu parolalar antik çağda
geçerli değildi; birinciler dışında herkes boynu bükük evine dönüyordu.
Dövüş
karşılaşmalarında yarışmalar kıran-kırana geçiyor, testisler bile sıkılıyordu.
Sporcular her-şeye rağmen yine de korkusuzdu. Sonuçta her olimpiyat
birincisinin bir heykeli dikiliyordu; bu onura ancak tanrılar sâhipti ve bu da
bir yerde ölümsüzlük demekti. Şampiyonlar âdeta bulutların üzerinde uçarcasına
evlerine dönüyor ve çeşitli imtiyazlara kavuşuyordu. Halkın yüzde 70’i olan
kölelerin ve evli kadınların olimpiyatlara katılması yasaktı. 3800 m’lik uzun
mesâfe koşusuna, at yarışı, boks, güreş ve pankreas gibi atletizm dalları da
eklenince program iyice genişlemişti. ‘Ben Hur’ filmini hatırlatan araba
yarışları, etle doping yapan güreşçiler, karşılaşma sırasında ölen boksörler..
Sonuç: Olympia’daki güç yarışı, yeni bir insan-tipi yaratmıştı. Yirmiyi aşkın
karşılaşma içinden en önemlisi dört ‘çelenk oyunu’ idi. En iyi lir çalgıcıları
ve komedi şâirlerini yetiştiriyor, flüt turnuvaları ve ‘delikanlılar için
öpüşme yarışmaları’ düzenliyorlardı.
Beden
eğitimini kurallara göre gerçekleştirilen bir yarış hâline getirenler
Yunanlılar olmuştu. Alman uzman Wolfgang Decker, Hellen halkının spora aşırı
tutkun olduğunu söyler. Büyük felsefeci Platon boks, Aristo hafif atletizm
hayrânıydı. Miletli Thales’in İ.S. 548 yılında Olimpiyat Oyunları sırasında
kâlp enfarktüsünden öldüğü sanılmaktadır.
Ülkenin her
yerinde Gymnasion’lar kurulmaya başlamıştı. Okul ve derslerle pek ilgisi
olmayan bu eğitim kurumları daha çok gençleri savaşa hazırlayan merkezlerdi.
Sonuçta Hellas’ın atik askerlere ihtiyâcı vardı. Devletler yeni bir savaş
taktiği geliştirmişlerdi, ağır silahlarla donatılı piyâdelerin (‘hoplitler’) 20
kiloluk yükle, hızlı adımlarla düşmanı etkisiz hâle getirmeleri isteniyordu.
‘Hoplit koşusu’ İ.Ö.520 yılında olimpiyat disiplini hâline getirilince
yarışçılar kalkan, miğfer ve kılıçla 400m’lik mesâfede yarışmaya başladılar.
‘Yunanlılar, savaşı antrenmana, antrenmanı ise savaşa çevirmişlerdi’ der
Philostratus.
Peki ama
Arena neden evli kadınlara yasak, genç kızlara serbestti? Yazar Pausanias bu
ilginç kuralı şu şekilde açıklıyor: Stadyuma girmeye cesaret eden annelerin
üzerine büyük bir kaya düşmüştü.
Spartalılar
kızlarını spor okullarına gönderirken, Olympia’da genç kızlar için özel spor
şenliği bile düzenleniyordu ve genç kızların omuzlarını ve göğüslerini açıkta
bırakan giysilerle 160m’de yarıştıkları bilinmekte. Antik olimpiyatlarda ilginç
bir giysi kuralı da getirilmişti. Belgelere göre Spartalı koşucu Akanthos, daha
hızlı koşabilmek için kısa eteğini çıkarınca, çıplaklık yarışma koşulu olarak
kabûl edilmişti. Romalılar Pelopponnes’teki
masum spor gösterisini, yavan ve can sıkıcı buldukları gibi, çıplaklıklardan da
pek hoşlanmamışlardı.
Hiç-bir
dövüş sporcusunun sağlıklı kalmadığını Romalı doktor Galen’in (İ.S.129-119)
belgelerinden öğreniyoruz: ‘Atletler kör, topal bana geldiklerinde kısmen de
felçli oluyorlardı’. Darbe yemekten yırtık-pırtık hâle gelen kulak kepçelerine
antik dönemde ‘karnabahar kulakları’ deniyordu.
Bilinen son
olimpiyat şampiyonu İ.S.385 yılında zeytin dalı çelengini alan Atinalı genç bir
boksördü. O târihten sonra kilise kas kültüne karşı amansız bir savaş açtı.
Güreş, şeytan işiydi ve boks karşılaşmaları sırasında da tanrının yansıması
olan yüzler zedeleniyordu. Olimpiyatlar böylece Hristiyanların baskısıyla
19.yy’a dek dünyâ târihinden silinmişti”.
Sporun ana görünümü olan
futbol yüzünden ne küfürler, kavgalar ve ölümler yaşanıyor. Hattâ zamânında iki
ülke arasında savaş bile çıkmıştı futbolun yüzünden. El Salvador-Honduras
ülkeleri aralarındaki soğukluk, bir futbol maçı sonrası zirve yapmış ve bu
yüzden aralarında savaşmışlardı. Yâni bir “spor savaşı” yaşanmıştı.
Spor, kumarın bir sonucudur.
Spor üzerinden oynanan kumar, dünyâ-çapında oynanan tüm kumar cirosundan kat-kat
fazla ciro yapıyor. Hem kumar oynuyorlar hem oynatıyorlar.
Yine spor, “çıplaklık”la
ilgilidir. Hattâ sporun çıkış noktası, eş-cinselliktir. “Spor çıplaklık üzerinden
geliştirilmiştir” desek yersiz olmaz. Şöyle ki; Bilindiği gibi eski yunanda “erkek
sevgili” edinmek bir gurur ve kibir kaynağı idi. Zenginlerin, askerlerin,
yöneticilerin vs. erkek sevgilileri olurdu. Meselâ İskender’in erkek sevgilisi Hephaestion=Efestion
ve Bagoas’tır. Akhilleus’un sevgilisi ise Patroklos idi. Bu bir şan-şöhret
meselesiydi. Fakat öyle sıradan erkeklerle değil, yakışıklı, biçimli bir fiziğe
sâhip, güçlü-kuvvetli ve değişik özellikleri olan erkekler seçilirdi. İşte bu
özellikteki erkekleri bir-araya toplamak için bir yol buldular ve spor
etkinlikleri (olimpiyat) adı altında o zamanlar sâdece bir-kaç daldan ibâret
olan spor müsâbakalarında erkekleri topladılar. O zamanlar kadınlar yoktu
olimpiyat oyunlarında. Bu sporculara kısa-dar şort ve atlet giydirerek hem
vücut ölçülerine bakıyorlar hem de özelliklerini inceleyip, beğendiklerini
kendilerine alıyorlardı. Sporun başlangıç nedenlerinden biri de budur ve bu
bağlamda spor, bir sapıklığın sonucudur diyebiliriz. Zâten -yakın-zaman önce
daha çok olmak üzere-, sporcuların giydikleri kıyâfetler, “sporcu kıyâfeti” adı
altında çıplaklığı aşırı ön-plâna çıkaran kıyâfetler şeklindedir.
Celaleddin Vatandaş
olimpiyatların, dolayısı ile sporun çıkış yeri olan Yunan’daki eşcinsellik
gerçekliğini anlatırken şunları söyler:
“Antik
Yunan’da, genç erkekler ve yetişkin erkekler arasında yaşanan ilişki, ‘kutsal’
olarak addedilmekte ve ‘gerçek aşkın simgesi’ olarak görülmekteydi. Yetişkin,
‘hayâtı öğreten bir öğretmen’, genç ise bir öğrenciydi. Yetişkin erkek,
genellikle 30’lu yaşlarında olup ‘hayatta tecrübeli, savaş yöntemlerinde zeki,
servetinin ve evinin yönetiminde örnek gösterilebilen, âilesine karşı sorumlu,
cesur, onurlu ve kendini dürüstlüğe adamış kişi’ olarak tanımlanabilir. Genç
erkek henüz sakalları çıkmamış, alçak gönüllü, atletik, cesur ve kendini
geliştirmeye istekli olmasının yanı-sıra ilişki içerisinde olduğu erkeğin
onuruna leke getirmeyecek ve kendisine öğrettiklerini de öğrenmeye istekli
olmalıydı. Böyle bir erkekle ilişki içerisinde olabilme yaşı, on iki yaşlarına
denk geliyordu. Yunanlı Straton, on iki yaşında bir oğlanın tâzeliği arzu
uyandırır, ama on üçünde daha da hoştur. On dördünde açan aşk çiçeği daha da
tatlıdır ve on beşinde câzibesi artar On altı, ‘ilâhi yaştır’ diyerek oğlanın
yaşıyla birlikte artan güzelliğini tanımlar. Burada henüz kadınsı özelliklere
sâhip, gelişmemiş, olgunlaşmamış ve yumuşak oğlan, kadın rôlüne bürünüyor ve
diğer erkekler tarafından cinsel açıdan bir obje olarak görülmeyi arzuluyordu.
Yetişkin olan erkek yalnızca kur yapıp genci baştan çıkarmakla yetinmez
aynı-zamanda ona savaş, avcılık, hayâtı doğru idâre edebilme ve iyi bir
vatandaş olma konularında eğitim verirdi. Toplumda tamâmen meşrû kabûl edilen
bu uygulama, genç erkeklerin yalnızca yaş bakımından değil aynı-zamanda da
statü bakımından üstleriyle birlikte olmaları demekti. Yunan’da, oğlancılık,
‘topluma kabûl edilme kuralı’ydı. Yetişkin olan yâni erastes, oğlan çocuğuyla
yâni eromenosla birleştiğinde, erişkin erkeğin spermi, oğlan çocuğuna erkeklik
aktarıyordu. Oğlan çocuğunun bu dönemden geçmesinin belirli amaçları vardı.
Çocuğu o ana kadar birlikte yaşadığı kadınların arasından çekip, yetişkin
erkeğin kollarına vermek, onun edilgin ortamdan kurtarılıp ‘iyi bir baba, iyi
bir vatandaş hâline getirilmesi’ demekti. Böylece iyi bir vatandaş olarak
yetişen oğlan, ileride bir erastes, savaşçı, avcı olabilecekti. Buna rağmen
toplumca hoş karşılanmasa da yetişkinler arasında hemcinsine yönelik aşk ve
tutkunun varlığına dâir kanıtlar edebi metinlerde ve vazo resimlerinde
mevcuttur”.
Eski Yunan’da erkekler
çıplak olarak güreşirlerdi ki bunları izleyenler arasında erkek sevgili
arayanlar da vardı. Yunan gymnasiumları sâdece erkeklere ayrılmıştır ve
atletler buralarda gerçekten de çıplak olarak güreş tutmuşlardır. Zâten “gymnasium”
kelimesi “çıplak” anlamındaki “gymnos” kelimesinden gelir. Yunancada “gymnásion” (γυμνάσιον) “çıplakhane” demektir. Yunanca “gymnós” (γυμνός) “çıplak” sözcüğünden, “ion” sonekiyle türetilmiştir. Gymnásion yâni jimnastik “çıplaklık
gösterisi” ve “çıplaklar kampı” anlamlarındadır ki, salonlarda ve
olimpiyatlarda sergilenen spor gösterileri neredeyse çırılçıplak şekilde
yapılmaktadır. Spor “erotik bir gösteri”dir. Karen Dolby:
“Sağlığı ve gücü artırmak için
yapılan idman, genç erkeğin eğitiminin önemli bir parçası olarak görülmüştür.
Atletler, tanrılara övgü amacıyla ve erkek vücûdunun estetik olarak beğenilmesini
yaygınlaştırmak için çıplak dolaşmıştır. Mîlattan önce 5. yüzyıla gelindiğinde
paiderastia ya da pederasti (oğlancılık) Yunan kültüründe çoktan yer edinmişti”
der.
Necdet Gürçiftçi:
“Her ne kadar ‘sağlam kafa sağlam bedende bulunur’
demişler ise de bu ancak kavgalarda, savaşlarda sağlam kalabilecek bir
kafa ile ilgilidir. Gerçekte spor
bedene yararlı olsa da(!)
beyine, rûha, kişiliğe büyük zararlar verir, kötülükler yapar.
Beyin; biyolojik olarak şeker ile, evrim olarak da bilgisel
düşünme ile gelişir, spor ile değil. “Sağlam kafa, sağlam bedende bulunur”
sözü; büyük olasılık ile, insanları bedensel olarak çalıştıranlar,
sömürenlerce; insanların beyinlerinden çok bedenlerine gereksinim duyanlarca;
insanları pohpohlamak yada yanıltmak yada kolayca kullanabilmek, sömürebilmek için söylenilmiştir.
Gerçekte; bedenden beyine her-an milyarlarca elektriksel etki gitmekte ve bu da
zâten yoğun ve yorgun olan beyini daha da yormakta ve dikkatini dağıtmaktadır.
Buna bir de spor ile katkıda bulunmak; cevizi, filin ayağının altına
koymak demektir. Beyin, rûh, kişilik felsefe ile, bilim ile gelişir; gövde ile,
kas ile, spor ile değil.
İlkel, barbar, yanılsamalı toplumlarda; bedensel güç
çok işe yaradığından ve bunlar bilimden, felsefeden uzak olduklarından; bedenlerine iyi gelenin,
beyinlerine-ruhlarına da iyi geldiğini sanmışlardır. Gerçekte ise spor ve
bedensel işler; insan beynini geriletir, köreltir, ilkelleştirir,
barbarlaştırır, yanılsamacılaştırır, aptallaştırır. Spor yapan yada bedensel işlerde
çalışanların beyinleri rûha doğru değil, bedene doğru geriler, ilerler. Sporun
beyin ile yapılıyor olması, sporu savunmaz, çünkü spor beyinin ilkel, barbar,
hayvansal bölümleri ile yapılır. Yâni insan uyur iken de kâlbi,
böbrekleri, karaciğeri, akciğeri çalışır ve
bunu yapan da beyindir sonuçta.
Spor; felsefî, bilimsel, mantıklı, toplumsal, târihsel,
sanatsal düşünmeyi engeller. İnsan ne
yapıyor ise ona dönüşür. Sömürücü yada faşist yada ahlâksız yada
pisikopat-sosyopat sınıflar; insanları daha kolayca yönetebilmek ve avutabilmek
için hep spora yöneltmişlerdir. Roma İmparatorluğu zamânında arenalar bu işe
yarıyor idi; şimdiki spor alanları da.
Spor; bilimci
olmayı engellemez; felsefî düşünmeyi engeller. Bu önemli bir ayırımdır. Egemen sınıflar hep; yoksul insanları spora
yöneltmişlerdir. Okullarda; beden eğitimi, spor dersi gibi derslerin
olması gerçekte ülkelere, eğitime ve öğrencilere büyük
kötülüktür. Amigo kızlar denilen
kızları düşünün. Nedir onlar?. Erkek izleyicilere
cinsellik sunmak ve kulübün kasasını
doldurmak değil mi?” der.
Peki sporun
kişiyi terbiye ettiği doğru mudur?. Başta çıplaklık olmak üzere; kumara
yönlendirmesi, zamânı öldürmesi, aklı köreltmesi ve fanatik insanlar ortaya çıkarmasına
bakılacak olursa, sporun pek de bir terbiye edici yönünün olduğu söylenemez ve
hattâ tam-aksine terbiyesiz nesiller ortaya çıkartmaktadır. Zâten spor “bedenin
eğitimi ve terbiyesi”dir, rûhun ve aklın değil. Bedeni aşırı eğitmek ve terbiye
etmek ancak şehveti arttırır. Zîrâ beden kuvvetlendikçe ve kondisyonu arttıkça
nefsâniyeti de artar. Tabi ki insan sağlam bir vücûda sâhip olup sağlıklı
olmalıdır. Böylece rûhî yönde daha iyi idrâk eder ve çalışır. Fakat bedenin
aşırı gelişimi için hem zaman isrâf, hem para isrâf olur, hem de nefs aşırı kışkırtılmış
olur. Oysa insanın yaklaşık yarım saat boyunca normâl adımlarla yapacağı
yürüyüş, onun bedenen sağlıklı olması için yeterlidir.
Spor sanıldığını aksine çok
zararlı bir etkinliktir. “Spor sayılamayacak” kısa yürüyüşler ve gün içinde iş-yerlerinde
ve sokakta yapılan hareketler zâten yeterlidir vücut sağlığı için. Hele bir de
haftada bir-gün oruç tutulup gece-namazları ile birlikte günlük namazlar da
kılınıyorsa, spora hiç mi hiç gerek yoktur. Normâl bir insan için günde 20
dakîkalık bir yürüyüş yeterlidir. Bütün bunların üstüne yapılan spor, hayâtı
karartacak hastalıkların ortaya çıkmasına, bedenin paralanmasına neden olur.
Bülent Tâhir Tanrıdağlı spor için şunları söyler:
“Kâlbin ömür boyunca atacağı
sayısı bellidir, hepsi bu işte.. Eksersizle bu sayıyı yeme!.
Her-şey zamanla eskir. Kâlbini hızlandırmak hayâtını
uzatmıyor. Bu, “arabayı hızlı kullanınca ömrü de uzar” demek gibi bir şey. Uzun
mu yaşamak istiyorsun?, o zaman uyu. İnsanın genetik yapısı 150 sene yaşamak
üzere ayarlanmıştır, tıpkı kaplumbağa gibi, biz ise onu spor, beslenme ve stres
ile 70-80 seneye indirmişiz.
Bir arabayı düşünelim; motorun ömrü
300 bin km. olsun, siz bu km’yi 10 senede de yapabilirsiniz, 20 hatta 30 senede
de. İşte spor ve stresle kâlp, damar ve
akciğerlerinizi; çok yiyerek de karaciğer, pankreas, mîde ve barsaklarınızı,
hem yemekle hem de spor yaparken ortaya çıkan toksik maddelerle de beyninizi
tahrip ediyor ve yıpratıyorsunuz. Yoksa Alzheimer ve beyinle ilgili diğer
yaşlılık hastalıkları neden ortaya çıksın.
Kadınların uzun yaşadığını ve hattâ bir-çok yerde “dullar
apartmanı” var diye espri yapıldığını duyarsınız. Bu genelde kadınlardaki
östrojen hormonunun varlığına bağlanılır. Peki hiç düşündünüz mü, anneniz,
ablanız ve etraftaki bayanların hangisinin eşofmanları giyip koştuğunu,
saatlerce yürüdüğünü, bisiklete bindiğini veya yüzdüğünü. Bu dediklerimi nâdiren
görmüş veya hiç görmemişsinizdir. Kadınların erkeklerden neden çok yaşadığının
sebebi ortada:
1-Spor yapmazlar. Kaplumbağa gibi ev
işlerini, yemeği yavaş-yavaş akşama kadar strese düşmeden, para kazanma derdi
olmadan yaparlar.
2-“Kahveye gel”, “çaya gel” ile
komşuları ile yapılan konuşmalarla stres atarlar.
3-Öğleden sonra hafif kestirirler.
Yine kadınların, erkeklerden daha çok yaşamalarının ve
erkeklerde enfarktüs yaşının 20’lere kadar inmesinin esas sebebi, erkek
çocuğunun 2-3 yaşından başlayarak koşması, oynaması, zıplaması ve yerinde
duramaması, sonunda da gününü sokakta geçirmesidir. Kız çocuğu ne yapar?, evde
evcilik oynar, oturduğu yerden bebeği solundan alır sağa koyar, uyutur,
sağından alır sola koyar yemek yedirir. Böylece birinin damarları, kâlbin hızlı
çarparak, akciğer ve adalelere oksijenli kanı yetiştirmek için debisini ve akım
hızını yükselterek milyon defâ damar-cidârına basınçlı kanı vurdurarak onu
yaralaması ve de çatlatması, sonunda da kolesterôlün gelip çatlağı kapatmak
için damar-duvarını sıvaması yâni damar sertliğinin erkelerde çocuk yaşta
başlamasıdır.
Kâlbin daha az atması ömrü uzatıyor. 20 yıl boyunca 4
bin erkek üzerinde yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, dinlenmiş bir
durumdayken kâlbi, gün içinde attığından 7 kez daha az atan orta-yaşlı birinin
20 yıl içinde hayâtını kaybetme riski yüzde 20 azalıyor. Nabzı “7” ve üzeri
atanların ise aynı sürede ölme riski %78 artıyor. Ortalama nabız sayısı
60-80’dir. Yâni, normâl fonksiyonlarınızın dışında kâlbinizin, her fazla
atışında ve yaşamak için gerekli olan gıdânın dışında alınan her lokmanın sizi
bir adım daha ölüme yaklaştırdığını unutmayın.
Arizona Üniversitesi’nden Brian Enquist şöyle diyor:
Bir fâreyi elinize aldığınızda kâlbinin ne kadar hızlı attığını görürsünüz.
Mâvi balinanın kâlbi ise kilise çanı gibidir (dakikada 7). Uzun aralıklarla ve
çok yavaş atar. Ama ikisi de yaklaşık 100 milyon kâlp-atışı sonra ölür. Tabi
bunu, kâlbi çok hızlı attığı için fare 2 yılda, balina ise 80 yılda tamamlar.
Fillerin de kâlbi yavaş attığından uzun yaşarlar. Yukarda dediğim gibi, spor
yaparak kâlbinizi ne kadar çok attırırsanız ömrünüzü o kadar kısaltırsınız.
Eskimolar neden fazla yaşarlar?, herkes balık
yediklerinden diyecektir. Evet balık da bir etken fakat Eskimolar spor
yapmazlar, yâni, buzda koşamazlar, tenis, futbol ve diğer sporları yapamazlar,
çünkü düşerlerse bir yerlerini kırarlar.
Kaplumbağa’nın hiç koştuğunu gördünüz mü, hep yürür
fakat 150 sene yaşar, ya filler niye fazla yaşar?, herhâlde nâdiren koştukları
için, köpek, aslan vb. koşan tüm hayvanlar ise kısa yaşarlar”.
İnsanlar koşmak için yaratılmamıştır.
Ölüm-kalım durumunda, savaşlarda ve refleks olarak koşmak gerekebilir fakat
insan bünyesi aslında koşmaya uygun değildir. Eğer koşmaya uygun olsaydı dört ayaklı
olarak yaratılırdı. Çünkü koşmaya en uygun yaratılış tipi, dört ayaklı
hayvanlardır. Meselâ Dünyâ’nın en hızlı koşan canlısı dört ayaklı bir hayvan
olan “Çita”dır. Ömer Yıldız:
“Spor yapma, amaç olmaktan ziyâde, modern zamanların
ürettiği sûni bir ihtiyaçtır. Teknolojinin hayâtımıza getirdiği hareketsizliğin
bedelidir. Yâni insanlar spor yapmadan da sağlıklı yaşayabilirler” der.
Alexis
Carrel:
“Yalnız kasları değil de, bu kasları beslemekle görevli olan ve bütün
vücûda sürekli olarak gayret sarf etme imkânı veren cihazları da
kuvvetlendirmek istiyorsak, klâsik sporlardan çok daha değişik egzersizler
gereklidir. Bu egzersizler ilkel hayatta günlük ihtiyaçların gerekli kıldığı
egzersizlerdir. Üniversitelerde öğretilen ve ihtisas hâline getirilmiş
atletizm, insanları gerçekten dayanıklı yapmıyor. Kasları, damarları, kâlbi,
ciğerleri, beyni, omuriliği, bir kelime ile bütün organizmayı oluşturan
sistemleri aynı-anda harekete geçirmek gereklidir. Engebeli arazide yarış,
dağlara tırmanma, güreş, yüzme, ormanda ve tarlada çalışma, aynı-zamanda hava
değişikliklerine mâruz kalma ve çetin bir hayat, kasların, iskeletin,
organların ve şuurun âhengini temin ederler.
Besin bolluğunun ve aşırı sporun psikolojik gelişmeyi önlediği
söylenebilir” der.
Antik Yunan Olimpiyat
Oyunlarında, seremoniler ve yarışmaların tamâmı boyunca devâsa bir ateş
yakılırdı. Bu ateş/alev, Yunan tanrısı Zeus’un ateşinin, insanlığın yaratıcısı
olduğu fikri savunulan Titan Prometheus tarafından çalınmasını temsil
etmektedir. Yapılan hırsızlık spor yarışmalarının sembôlü hâline gelmiştir.
Jimnastik, Yunanca “gummos”tan
gelir ki gummos “çıplak” demektir. Çünkü bütün yarışmalar çıplak yapılırdı ve
sporcular çıplak olurdu. Bu gün de yarışmacılar yine yarı-çıplak hâldedirler ki
bu yarı-çıplaklık da çıplaklıktır.
Müslümanın jimnastiği namaz,
perhizi oruçtur. Spor biraz da “kent” (şehir değil) ile alâkalıdır. Zîrâ
doğallıktan kopmak, hareketten kopmak anlamına gelir. Bu açık modern kentlerde
spor ile karşılanmıştır. Modern kent-merkezlilik ile birlikte insanlar dinden
soğuyunca, yapılması gereken “ibâdetten kaynaklanan hareketler” yerine “sportif
hareketler”e yönelmişlerdir. Hattâ bilginin bile, spor ile gelişen vücutta daha
çok gelişeceği ve fazlalaşacağı zannediliyordu. Abdurrahman Arslan bu konuda
şöyle der:
“Klâsik
dönemde entellektüel verimlilikte ‘ilerleme’ ile insan vücûdunun geliştirilmesi
arasında bir ilişki olduğu kabûl edilmekteydi. Hattâ bu sebeple jimnastik
yapmak oldukça önemliydi ve bu anlayışın netîcesi olarak olimpiyatların têsisi
gerçekleştirilmiş ve yaygınlık kazanmıştı. Bundan dolayı ‘Gymnasium’ Grek şehir
hayâtında oldukça önemli bir yapı husûsiyeti taşımaktaydı”.
Spor demek, “fanatiklik” ve
“hırs” demektir. Fanatikliğe yada hırsa yönelik olmayan bir spor-dalı yoktur.
Rakip çoğu-zaman “insan” olarak bile görülmez.
Spor, dînin yerine ikâme
edilmiş bir zaman öldürme ameliyesidir. Boşaltılan mânevî alanı en yoğun
dolduran şey spor olmuştur. Serdar Duman, spor hakkında şunları söyler:
“Spor;
beden ve rûh sağlığı üzerindeki etkisinden çok, şöhret/para argümanları ve
özellikle de kitlelerin manipülasyonu ile gündemimizi işgâl ediyor. En can
yakıcı sorunlarda bile sokağa dökemediğimiz on binleri Anadolu’nun herhangi bir
ilindeki futbol sahasında her hafta-sonu görebiliyoruz. Kapitâlizm, anlam
kaybına uğramış sanat ve sporu dînin yerine ikâme etmeye çalışıyor. Mânevî
alandan dîni tamâmen kovmaya gücü yetmediği için deforme olmuş sanat ve spor ile
bu alanı işgâl ederek dîni etkisizleştirmeyi hedefliyor”.
Spor hurâfeler de içerir.
Niceleri “uğurlu gelsin” diye absürd ve manyakça şeyler (totem) yaparlar. Sporda
hemen her-şey kutsallaştırılabilir. Formalar, ayakkabılar, kupalar, biletler
vs. hattâ stadyumun taşları bile. Bu konuda şöyle bir şey anlatılır:
“Galatasaray futbol takımı şampiyon olmuştu. Cim-Bom’lu
bir arkadaşımıza hediye almak için Galatasaray Store’daydık. Biraz yorgun,
biraz dalgındık. Bir rafın önüne gelince dalgınlığımız şaşkınlığa dönüştü.
Karşımızda tuğlalar vardı. Ali Sami Yen Stadı’nın yenilenen Eski Açık
Tribünü’nden sökülen tuğlalardı bunlar. Şaşkındık, çünkü ummadığımız bir kutsallaştırmayla
karşılaşmıştık bu modern dükkanda. Biz de Galatasaraylıydık. Ali Sami Yen
Stadı’nın tribünlerini biz de defâlarca ziyâret etmiştik. Belki bu tuğlalarda
bizim de ayak izlerimiz vardı. Ama o tuğlalarla bir gün Capitol Alışveriş
Merkezi’nde, modern dizaynlı Galatasaray Store’da kutsal bir meta olarak
karşılaşacağımızı hayâl bile edemezdik. Ama modern dünyânın belki de en popüler
kültür fenomeni olan futbol, kendi kutsalını doğurmuştu. Futbolun Kerbela Taşı
karşımızdaydı”.
Spor aslında çoğunlukla
şiddet içerir ama sporda ortaya çıkan şiddete “şiddet” denmez. Spor bir şiddettir
ve de bu şiddet, “izin verilen” bir şiddettir. Hattâ spordaki şiddet
desteklenir de bâzen. Meselâ futbolda; “çok yerinde bir faûl yaptı” denir.
Hâlbuki her faûl bir darbe ile yâni şiddet ile olur. Boks ise bir spor bile
değildir. O bir kavgadır; “anlaşmalı kavga”. İslâm’da kişinin yüzüne vurulması
yasaktır. Zîrâ “kişinin yüzü, kişinin kendisidir” ve kişiyi en çok da,
kendisini ifâde eden yüzüne vurulması aşağılar ve yaralar.
Spor, “taraftar”ı olan zararlı
bir etkinliktir ve taraftar olup da küfür etmeyen yada küfür duymayan kimse yoktur.
Hattâ bâzen taraftar olmak demek, en azından “bıçakla dolaşmak” demektir. Spor
nedeniyle yapılan sloganlar-bağrışmalar normâl sayılır ve takımın biri bir maç
yapıyor olsa, onun taraftarları komşularını rahatsız edecek şekilde gürültü yaparlar
ve bunun çok normâl olduğunu düşünürler. Takımın gâlibiyetinde, gecenin
yarısında arabalara atlayıp da kornalara basa-basa, bağıra-bağıra gürültü
yapmayı hak görürler. Küçük çocukları olanları, erken saatte okula-işe gidenleri
rahatsız etme hakları vardır sanki .
Spor-dallarından bir-kaçı
için iyi şeyler söylenebilir. Fakat bunlar da spor olarak ifâdelendirilmek
zorunda değildir. Bunlar, “yarış” şeklinde yapılmayan; meselâ “ata binmek”, “ok
atmak”, “yüzmek”, “bilardo” vs. gibi. Bu etkinlikler hem fizîki hem de ruhsal
açıdan olumludurlar. Fakat bu alanlarla ilgilenmek için de maddî durumun “iyi”
olması gerekir. Asgarî ücretlinin çocuğunun bunlarla ilgilenmesi kolay
değildir.
Marlo Morgan, “Bir Çift Yürek” romanında, “yarış yapmak”
konusunda Avustralyalı Aborijinlerle yaşadığı olayı şöyle anlatır:
“Bundan sonra spordan ve karşılaşmalardan söz ettik. Onlara Amerika’da
sportif olaylara büyük bir ilgi duyulduğunu, hattâ top oyuncularına
öğretmenlerden daha fazla maaş verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma bize-özgü
yarışlardan birini tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla koşmaya
başlamamızı önerdim ve en hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim. Kabîle halkı,
güzel kara gözlerini kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle dedi: “İyi
ama bir kişi kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi eğlenceli
ki?. Oyunlar, eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime tâbi
tutup, sonra da tek bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya
çalışıyorsunuz?. Bunu anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu
kabûllenebiliyor mu?”. Ben bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı “hayır”
dercesine sallayarak yanıtladım”.
İslâm medeniyetinde spor
yoktur ve onun yerine meselâ “av” vardır. Helenizmin olimpiyatları, atletizm
ağırlıklı sporları yerine, temelinde bir askerî tatbikat olan; av, güreş, ata
binme, ok atma gibi etkinlikleri vardır.
“Hasta olmak istiyorsanız
spor yapın” denir. Hele ki uygun olmayan halı-sahalarda futbol nedeniyle
yaşanan ölümler.. Bir yazıda futbol hakkında şunlar söylenir:
“Futbol geçmişte faşistler tarafından
kullanıldığı gibi, şimdi de kapitâlistlerin bir sömürü aracıdır. Bu çerçevede
futbolun bugünkü genel çerçevesine baktığımızda, tamâmıyla çok-yönlü bir üretim
ve tüketim organizasyonu olduğunu görürüz. Bu da futbolu spor olmaktan çıkaran
en büyük etkendir.
Hâkim ideolojilerin “kitleleri uyutma
aracı” olarak kullandığı popüler kültürün en çok kullanılan araçlarından biri
hâline gelen futbolun bu derece yayılmasının altında yatan farklı bir faktör
de, futbolun basit bir oyun aracı olması ve psikiyatristlerin de tespit ettiği
gibi insanlara âidiyet kazandırmasıdır diyebiliriz. Özellikle ezilmiş
kitlelerin bir-araya gelerek “kendilerini bulma” organizasyonu olan futbolun
bugün en dindar kesimlerde bile hastalık derecesine gelmesini bu ezilmişlikle
ifâde etmek mümkün görünmektedir”.
Bülent Akyürek spor
konusunda şunları söyler:
“Atasözlerimiz malûm: “Hızlı koşan çabuk yorulur.
Acele eden ecele gider”. Peki niçin modern dünyâda uzun yaşamak, sağlıklı
yaşamak konuları tartışılınca konu hep spora geliyor?. Rabbimiz, insanlara ömür
olarak sayılı kâlp atışı ve nefes vermiştir. Spor yaparak onları hızla
tüketirsiniz, vâdeniz kısalır.
Spor bir endüstri. Biz yıllardır insanları ölümle
korkutup namaza başlatamadık ama kapitâlizm, bizi ölümle korkutup bir sürü spor
malzemesi pazarlıyor. Hareket hâlindeki insan öleceğine inanamıyor. Çünkü hızı
kendine silah edinmiş şeytanla kol-koladır o an. Dikkat edin; artık insanlar
parkur bulmadan, ayakkabı, eşofman almadan koşmuyor. Bir üniforma ve têsis
olmadan spor yapmıyoruz. Bahçesindeki armut ağacının dalına tutunup pazu yapan
adam kalmadı, çünkü ona âlet-edavat satıyorlar.
“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün Hitler’e
âit olduğu biliniyor. Bu söz, kurtuluşu îmanda değil akrobaside, kaslarda
arayan çeşitli lîderler tarafından da zaman-zaman kullanıldı. Sağlam kafa çürük
vücutta bulunur. Çünkü insan, bedeninin para etmeyeceğini anladığı zaman
kafasını çalıştırır. Kafa, yani beyin; vücudumuzdaki şekerle, gıdayla, kanla
beslenir. Onu sömürür. Kafa çalıştıkça vücut hastalanır, zayıf düşer. Öyleyse
tekrar sağlamamızı yapıp sloganımızı tekrarlayalım: “Sağlam kafa çürük vücutta
bulunur”.
Profesyonel spor, günlük sayılı koşular, ritmik
hareketler ibâdetlerini yapmayan, namaz kılmayan insanların bilinçsizce
gerçekleştirdiği sevâbı olmayan gereksiz hareketler silsilesidir. Sabahın
köründe iki kilometre koşunca uzun yaşayacağını sanan insanlarımıza yazık. Spor
kâlbi yorar, metabolizmayı gereğinden fazla ve kısa sürede çalıştırır, ölüme götürür”.
Spor, insanların bilinçlenip
de devlete ve sisteme karşı olmasını önlemek için gazlarını alarak
pasifleştiren bir etkinliktir. Bu uygulamanın temeli Yunan’a ve Roma’ya kadar gidip
dayanır. Roma İmparatorluğu döneminde, çalışmayan kitlelerin anarşiye
kaymamaları ve yönetime karşı hak arama mücâdelelerine girmemeleri için senenin
belli dönemlerinde at yarışları ve gladyatör dövüşleri düzenleniyordu. Ayrıca
şehirde yaşayan herkese belli miktarlarda mısır unu ve zeytinyağı gibi temel
gıdâ yardımları yapılıyordu. Böylece kitleler yiyip-içip sporla eğlenerek bir
sorun çıkarmadan yaşayıp gidiyorlardı. Zîrâ spor, onların tüm dikkatlerini ve
enerjilerini tüketiyordu.
Spor Yunan kaynaklıdır.
Batı’da ortaya çıkan modernizm ise Yunan’a dayanır. Batı, Greko-Romen bir
uygarlıktır. Zihniyeti Greko-Romen bir zihniyettir. Spora olan meyli de buradan
gelir. Futbol ise, işte bu zihniyetin ortaya çıkardığı bir etkinliktir. Futbol,
batı insanına has, batı’lı insanın zihniyetine, sosyâl, kültürel, düşünsel,
dinsel, fizîkî özelliklerine uygundur. Genelde spor, özelde ise Futbol batı’lı
insan çok uygundur, o yüzden onlar ortaya çıkarmıştır. Spor ve futbol doğu’lu,
müslüman ve Türk insanı için çok uygun değildir ve bu nedenle de sporda ve
futbolda çok da başarılı olamamaktadır. Zîrâ doğu’lunun zihniyetine, sosyâl,
kültürel, düşünsel, dinsel, fizîkî özelliklerine uygun değildir. Bu nedenle de
pek da başarılı olamamaktadırlar. Komünist devletlerin (Rusya Çin) başarıları,
sosyâlist-komünist zorlamayla olan bir sonuçtur. Genelde sporda özelde ise
futbolda doğu’lu müslüman ve Türklerin yeterince başarılı olamaması, sporun ve
futbolun kendilerine çok da uygun bir etkinlik olmamasıdır. Sporda ve futbolda
başarılı olmak için batı’lı gibi olmak ve batı’lılaşması gerekir. Türkler
lâik-seküler ve “muâsır medeniyet seviyesine çıkmak” sevdâsıyla bir miktar da
olsa batı’lı zihniyete dönüp de batı’lılaşınca, biraz başarı kazanmışlardır ve
futbolda Dünya 3.sü olabilmişlerdir. Fakat olup-olacağı işte bu kadardır. Ne kadar
zorlasanız da daha fazlası olmaz.
Yunanda ortaya çıkan spor, aslında askeri bir
nedenden kaynaklanıyordu. Zâten maraton koşusu da bir savaş sonunda ortaya
çıkmıştı. Bu konuda bir yazıda şunlar söylenir:
“Yunan dünyâsında polislerin
(kentlerin) ilişkileri, barıştan çok savaş üzerine kuruluydu. Bu nedenle askerî
bir birim olan polis-kent, yurttaşlarını birer asker olarak yetiştiriyordu.
Yunanlıların çok önem verdikleri spor etkinlikleri bile, askerî amaçlara
yönelik bir biçimde yapılıyordu. İ.Ö. 650 dolaylarında askerlik taktiklerindeki
önemli bir değişiklik, yâni falanj (Falanj, birleşmiş bir kitle durumunda koşup
saldıracak biçimde eğitilen, derinlemesine sekiz sıradan oluşturulan ve
omuz-omuza savaşan askerlerden kurulu piyâde düzenidir) düzeninin bulunması,
kent-içi disiplin ve dayanışma duygusunu güçlendirici bir etki yaptı”.
Abdurrahman Dilipak spor
hakkında şunları söyler:
“Spor
aslında biyolojide ‘bitkilerin yada bir hücreli hayvanların çok özelleşmiş olan
ve yaşamın sürekliliğini sağlayan üreme yeteneğindeki hücrelere verilen ad’
idi. Aslında ‘sporla üreyen bitkiler’, bitkilerin en ilkel bölümünü
oluştururlar.
Batı
‘cultur’una göre, ‘insanın doğal yaşam biçimini/forumu’nu korumak için spor
yapması gerekiyordu. Salazar’ın ‘siesta, fiesta, futbol’ dediği bu iş ‘en kârlı
bir yatırım alanı’ mı, yoksa birilerini kolay provoke edilebilecek bir
‘holiganlar ordusu’ kurma hayâli midir?”.
Siyon protokôllerinin
7. maddesinde şöyle denir: “Kalabalıkların gözünü avama (sıradan halka)
mahsus eğlencelere, oyunlara, ölçüsüz spor mücâdelelerine bağlamalı”.
Yılda 1 milyona yakın ölümün
spordan kaynaklandığı tahmin edilir. Dünyâ’daki futbol maçlarında ölenlerin bir
istatistiği şöyledir:
9 Mart 1948 : İngiltere Bolton’da 33 kişi öldü, 500
kişi yaralandı.
24 Mayıs 1964 : Lima’daki olaylarda 300 kişi öldü, 500
kişi de yaralandı.
17 Eylül 1967 : Türkiye’nin Kayseri şehrinde oynanan
maçta olaylar çıktı. 40 kişi öldü, 600 kişi yaralandı.
23 Hazîran 1968 : Buenos Aires’te çıkış tünelinde yaşanan
izdihamda 74 kişi ezilerek öldü.
25 Hazîran 1969 : Türkiye’nin Kırıkkale şehrinde 10 ölü 102
yaralı.
25 Aralık 1969 : Kongo’nun Bukavu şehrinde 27 kişi öldü.
2 Ocak 1971 : Glasgow’da fazla seyirci sebebiyle
tribünler çöktü ve 66 kişi öldü.
17 Şubat 1974 : Kâhire’de 49 kişi öldü.
8 Şubat 1981 : Atina’da 19 kişi öldü.
20 Ekim 1982 : Moskova’da oynanan bir maçta dışarı
çıkmak isteyenler ile içeri girmek isteyenlerin çarpışmasında 340 kişi ezilerek
öldü.
11 Mayıs 1985 : İngiltere Bradford’ta oynanan maçta
yangın çıktı, 55 kişi öldü.
29 Mayıs 1985 : Brüksel’deki Heysel stadında olaylar
çıktı ve 39 kişi öldü.
12 Mart 1988 : Nepal’daki bir maç sırasında yağan
doludan kaçmak isteyenler izdihama sebep oldu ve 93 kişi öldü, yüzlerce insan
yaralandı.
15 Nîsan 1989 : İngiltere’nin Sheffield şehrinde oynanan
maçta olaylar çıktı ve 95 kişi öldü. Yaralı sayısı ise 200.
13 Ocak 1991 : Güney Afrika’nın Orkney şehrinde 40 kişi
öldü, elli kişi yaralandı
6 Hazîran 1991 : Şili’nin Santiago şehrinde 10 ölü, 135
yaralı.
5 Mayıs 1992 : Korsika-Fransa maçında 17 kişi öldü,
ikibin kişi yaralandı.
16 Hazîran 1996 : Zambia’da Sudan’a kazanılan gâlibiyeti
kutlarken 15 kişi öldü, yüzlerce kişi de yaralandı.
16 Ekim 1996 :
Guatemala ile Kosta Rika arasında oynanan millî maçta izdiham yaşandı. 83 kişi
öldü yüzlerce kişi yaralandı.
Ali Şeriat:
“Tribünlerden gelen sesler, savaşan
mazlumların sesini kısıyor ve bu sesi bastırıyorsa, futbol afyondur” der.
Spor özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan
sonra yoğunlaşmış ve bir hayat-tarzı hâline getirilmiştir.
Spor, izlenen karşılaşma
bitene kadar “idrâkin ertelenmesi”dir.
Spor, (egzersiz değil)
ölümden çok korkanların sığınağıdır. Spor -görece- insanları fit tutup genç
gösterdiği için, böylece ölümden uzak olunduğu sûnî düşüncesi açığa çıkıyor ve
bir tatmin sağlıyor. Oysa kişinin yüzü yaşını gösterdiği gibi, bedeni de belli
bir yaştan sonra “yavaşla” der.
Spor dünyevî bir şeydir ve
spor yapmanın âhirette karşılılığı yoktur.
Spor klüpleri, “yerel
tanrılar”dır. Baş-tanrı ise “spor”dur.
Spor Evrim Teorisi’ne göre
işler. Sporda güçlü olan ayakta kalır ve maçı kazanır.
Görüldüğü gibi spor ve onun
ana görünümü olan futbol, şeytanın tağutlara fısıldadığı ve onların da
taşeronları vâsıtasıyla gündemden düşürmediği bir pisliktir.
İnsanlar çoluk-çocuklarına,
ana-babalarına etmedikleri duâyı, tuttukları takımlarının kazanması için
stadyumlarda ediyorlar.
Spor demek “genç” demektir.
Gençler oynar, gençler izler. Modern-seküler-lâik ideoloji bu nedenle ikisini
bir-araya getirmiş ve “gençlik ve spor bayramı”nı ortaya çıkarmıştır. Gençlik
ve spor bir-aya geldiğinde bayram(!) olur; nefsin bayramı. Zîrâ en çok
kışkırdığı alanlardan biri de spordur. O hâlde gençlik ve spor bir-araya
geldiğinde nefs bayram eder.
Spor, insanların ama
özellikle enerji dolu gençlerin tüm enerjilerini sömürür. Artık başka bir şey
yapacak hâlleri kalmaz. Böylece insanlar sâdece bedenlerini geliştirmeye
alıştırılırlar. Bedenlerini aşırı geliştirenlerin ruhları bomboş kalır ve
zamanla mankurtlaşırlar.
Spor yapanların çoğu a-sosyâl
kişilerdir. Zîrâ spor, insanın tüm enerjisini aldığından dolayı, kişide başka
bir faaliyete katılacak derman kalmamaktadır. Çocukların ve gençlerin spor
yapmasına gerek yok. Çünkü metabolizmaları zâten hızlı çalışıyor, onu daha da hızlandırmanın
bir anlamı yok ve daha hızlı olunca yâni normâli aşınca mutlakâ bir soruna
neden olacaktır. Zâten çocuklar ve gençler normâlde çok hareketlidir. Yeter ki
onları bilgisayar ve sosyâl medyanın karşısından kurtaralım. Yaşlıların da kısa
yürüyüşler yapmaktan başka spora ihtiyaçları yoktur. Yaşlıların metabolizması
yavaş-yavaş düşer ki normâl ve doğal olanı budur. Bu durum onları bir-çok
hastalıktan korur aslında. Spor yaparak doğal olarak yavaşlayan metabolizmayı
yükseltmek niçin iyi ve doğru olsun ki?. Bu, modernitenin bir kandırmacasıdır.
İnsanlar yaşlandıkça iyi ve doğru olarak metabolizması yavaşlar. Spor ise bunu
hızlandırır ve böylece dokulara ve organlara gereğinden fazla yük biner. Bu da
o organların ve dokuların fazla çalışarak çabucak tükenmesine neden olur. Bu
nedenle yaşlıların kısa yürüyüşler ve egzersizler yapmak dışında spor ile
metabolizmalarını hızlandırmalarının bir anlamı ve gereği yoktur. Yanlıştır da.
Zîrâ hızlandırınca bâzı sorunlar ve hastalıklar çıkar. Bir şeyin hızlı olması
ille de iyi değildir. Nice ağır spor yapan belli yaşın üstündeki insanları
görüyoruz ki, ya spor yaralanmalarına ve sakatlanmalarına mâruz kalıyorlar yada
metabolizmayı aşırı hızlandırmakla hastalıklara yakalanıyorlar.
Spor ilkelliktir, ilkel bir
etkinliktir. Sporcuların çoğu vahşî, sert ve hayvânî olmadıkça başarı da
kazanamaz, beğeni de kazanamaz. Bâzı sporlarda (boks gibi) sporculardan akan
kandan etkilenmek vardır ki bu apaçık bir ilkelliktir. Sporda adale gücü öne
çıkar. İlkellikte adale-kas gücü çok etkili bir şeydir. Adaleleri güçlü olan sporcu
öne çıkar ve ilgi çeker. Spor, kontrôllü ve sınırlı bir savaş şeklidir.
Peygamberimiz, ata binme,
yüzme ve ok atmayı tavsiye etse ve “çocuklarınıza öğretin” dese de, bunlar spor
olarak değil, hayâtın bir gereği olarak yapılan şeylerdi. Bunları erkeklerin
neredeyse hepsi, kadınların da bir-kısmı bilirlerdi. Bu nedenle Peygamberimizin
bu tavsiyeleri spor amaçlı bir tavsiye değildir.
Evet; spor, kötü bir
alışkanlıktır ve zararlıdır. Öldürür..
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Hazîran 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme