23 Haziran 2016 Perşembe

Zamânın İzâfiliği Yanılsaması


“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?” (Mülk 3).

Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa, zaman da kalmaz/olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücut”çuluk yapıp) “Allah” demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Belki de zaman, “mekân” denilen şeydir. Ali Şeriati: “Zaman, mekândan îbârettir” der.

Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” denilse de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddî olduğunu ve “zamânın parçacıkları”nın olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın olduğu her yerdedir. Hiç-bir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten maddenin “soyut olarak” hep yanında olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman, maddenin içinde mündemiçtir-özdeştir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri maddenin yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz. Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.

Bu nedenle “zamânın izâfiliği” diye bir şey de yoktur. Çünkü, “maddenin izâfiliği” diye bir şey yoktur. Zaman, âyetin de söylediği gibi Allah’ın düzenlediği ve programladığı gibi hiç değişmeden akar gider. Zaman izâfi olmaz, yâni farklı-farklı, kişiye göre değişen, dolayısı ile “uygunsuz” olmaz. İzâfi olan insandır. Bu izâfi insan, değerlerinden sıyrılmış, vahiy/sünnet-merkezli yaşamaktan vazgeçmiş ve birilerinin güdümüne girerek (herkes güdümüne girdiği yada bağlı olduğu /taptığı kişiye, duruma, konuma düşünceye ideolojiye göre bir algılama biçiminde olduğundan), zamânı da izâfi ve farklı algılıyor ve bu farklılığı, kendi algısı sırıtmasın diye zamâna yüklüyor. Zamânı “günah keçisi” yapıyor.

Evrenin her noktası dâhil, sâbit hiç-bir şey bırakmıyor görecelik-rölativite-izâfilik denen yanılsama. İyi de kardeşim!, hiç mi kesin ve net bir şey yok bu kâinatta?.

Güneş her gün ve Dünyâ, kurulalıdan bêri, sâniyesi sâniyesine tam zamânında doğuyor ve batıyor. Yâni tasarım on numara hatâsız bir şekilde işliyor. Sâniyede 1 milimetre yol alan için de, 300.000 km. yol alan için de kozmik boyutta zamanda bir farklılık olmaz. O kişi için teorik anlamda (pratik anlamda değil), bir değişiklik varmış gibi bir yanılsama oluşabilir sâdece ve zâten insanın o kadar hıza ulaşması da imkânsızdır. Zîrâ bilimsel olarak o hıza ulaştığında ortada kendisi dâhil hiç-bir şey kalmaz.

Zaman izâfiymiş.. Ne yâni?, ben Güneş’i doğuyor görürken başkaları batıyor mu görüyor?. Zaman zâten maddenin hareketinin bir sonucudur. Bu nedenle zamânın izâfi olması için maddenin de izâfi olması gerekir. Modernizm ve kapitâlizm aslında bunu göstermeye ve öğretmeye çalışıyor modern insana ki, kişi hem farklılığı olduğunu hissetsin, hem de absürd ve sapıklık derecesinde olan bir farklılığı bile normâl karşılayabilsin. Sapıklığı, “sapıklığı yapanın doğrusu” olarak görsün ve sesini çıkarmasın. Modern-seküler tâğutizmin amacı ve maksadı, modern bilimsel bir teori üzerinden insanı zamandan koparabilmek ve de onu kölesi yapabilmektir. İstediği gibi kullanabilecektir böylece. Zîrâ o kişi artık her-şeyi izâfi gördüğünden, bir eleştiri yapmayacak, îtiraz etmeyecek ve isyâna kalkışmayacaktır.

İzâfet, insanları bireylere böler ve hattâ bireyi de kendi içinde böler. İnsanların bölük-pörçük olduğu bir yerde bir zulme “lâ” sesi bile yükselmez ve insanlarda bir fedâkârlık, bir gayret, bir “kadan alış” görülmez.

Zamânın izâfi olduğundan bahsetmek, insana zamânı Allah’a göre değil de, izâfi zaman algısını oluşturanların kurdukları ve yönlendirdikleri zamâna göre yaşatmaktır. Modernizm, kendi şekillendirdiği maddeye ve onun izdüşümü olan zamâna göre Dünyâ’yı plânlamakla, zamâna hâkim olmak ve maddeyi ve zamânı kendi kesinliğine göre yönetmek amacındadır. Hâlbuki Allah’ın kurduğu kâinat zamânında bir doğallık, bir normâllik vardır. Kesin geçişler ve değişmeler olmaz bu yüzden. Güneş bir-anda doğmaz ve batmaz. Namazların bile kesin bir vakti yoktur, belli genişlikteki bir zamânı kapsayan “öğlen vakti”, “ikindi vakti”, “akşam vakti” vs. vardır ve hem değişkendir, hem de kesinlikten uzaktır. Doğal bir izâfiyet zâten vardır. Bu nedenle mü’min; ne zaman gelirsin-gidersin-yaparsın sorusuna, meselâ “1 saate kadar inşallah” diye cevap verir. İzâfiyeti neredeyse dinleştiren modernizm ise, meselâ, “24 dakika sonra ordayım” gibi kesinlik belirten ifâdelerle izâfiyetten nefret ettiğini koyar ortaya. Çünkü bilinmeyeni sevmez, tam bir kesinlik ister. Fakat bunu sâdece kendisi için ister. Kendisi belirlemek ister. Başkaları izâfiyet salıncağında sallana-dursun, kendisi kesinlikler-netlikler ile hızlı bir yol almak amacındadır. Mü’min ise bu tarz kesinlikleri Allah’sız bir yaşam olarak görür. Kesinlik Allah’a mahsustur. Zîrâ insan kesinliğe ayak uyduramaz.

Modernizm zamânı, nefs-merkezli kurduğu mekâna (kent) göre uyarlamak istiyor. Yollarıyla, binâlarıyla kesin hatları olan kentlere kesin zamanlar istiyor. Böylece geleceği ve üretimi buna göre plânlamak arzusunda. Fakat yine de ortaya kesinlikle kabûl etmeyeceği bir netsizlik olan izâfiyeti koyuyor. İş bencilliğe geldiğinde izâfiyetten bahsediyor, ama çıkarına geldiğinde kesinlik istiyor.

İzâfiyet yâni zamânın izâfi oluşundan bahsetmek, maddenin de izâfi oluşundan bahsetmektir ki böylece hâkim unsur maddeye istediği şekli verebilsin ve karşılığında bir îtirâz da duymasın. İnsanların zaman-algısını değiştirebildiğinizde, dünyâ-algısını da, mekân algısını da kolayca değiştirebilirsiniz. Böylece Dünyâ’yı istediğiniz şekle sokarak, ona uygun bir insan-tipi oluşturursunuz. Abdurrahman Arslan:

“Modernlik kenti kurarken sâdece zamânı değil, mekanı da örgütler. O nedenle modern kentte tanıdıkların birbirleriyle karşılaşması tesâdüfe indirgenmiştir. Oysa meselâ geleneksel şehir öyle değildir. Yâni daha çok bir dünyâ-görüşünü yansıtır ve tanıdıkların bir-birleriyle karşılaşması çok daha sıktır. Çünkü bu şehirde (geleneksel şehirde) din ve akrabalık kaynaklı bir ilişki türünün önceliği esastır. Meselâ mahalleli mescidde ikindide yada akşam namazında genel olarak buluşur. Bu demektir ki zamânın örgütlenme biçimi sizi bir vakitte bir-araya getiriyor. Bu sıradan bir hadise değildir. Son zamanlarda beni de çok uyandıran bir konu oldu: Enerji bakanı bir-kaç ay önce dedi ki “en az enerjinin tüketildiği zaman, akşam yemekleri zamanıdır”. Bakın hâlen bu toplumun geleneğinde akşam vaktinde bir-araya toplanıp yemek yemek olduğu için bir odada toplanıp diğer lambaları kapatıyorlar. Yâni bir araya geliyorlar. Tırnak içinde bir gelenek sizi akşam namazında bir-araya topladığında bunu yapıyor. Burada gözden kaçan bir şey var, zamânın örgütlenmesi bununla ilgilidir. Dolayısıyla mekân da bununla ilgilidir. Meselâ kapitâlizm mekânı yeniden örgütledi, yeni bir mekân kavramını önümüze koydu. Ve tabî ki büyük oranda da bu kâr ve üretim üzerinden işlevini sürdüren bir mekândı. Dolayısıyla burada geleneksel mekân kavrayışı ortadan kalkmaya başladı” der.

Modernizme göre meselâ gece saat 23.00, henüz yatılması gereken zaman değildir ve o saatte de hâlen tüketilecek bir şeyler vardır. En azından televizyon izlenmeye devâm edilebilir. İslâm’a göre ise “yatsı” zamânı vardır ve a-normâl bir durum yoksa, sabah namazına da kolay kalkabilmek için yatsı namazını kılıp yatma zamânıdır bu zaman.

Dertleri başka. Zamânın izâfiliğinden, hayâtın tümünün izâfiliğine doğru akan bir süreç oluşturuyorlar ve kesinlikten-netlikten koparıyorlar insanı. Îmânın kesinliğinden koparıyorlar. Bu kesinlikten netlikten kopan insan artık hazların peşine düşüyor ve kölesi oluyor hazların. Çok çeşitli ve farklı bilgiler ortaya sürmekle yapıyorlar bunu en çok. Böylece ortaya sürülen her şeye doğru gözüyle bakılıyor. Bünyamin Zeran:

“Müthiş bir bilgi bombardımanı altındayız. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu karıştıralım diye her yandan pompalanan bilgi yığınları altında kaybolmaktayız. Ve çâreyi rölativizmde yani görecelilikte bulmaktayız” der.

Zamânın izâfiliğinden hayâtın izâfiliğine geçildiğinde, artık ölçü, kişinin kendisine yâni nefsine göre, zevkine göre bir değerlendirme yapması ve o değerlendirmeyi kendi doğrusu kabûl etmesidir. (Tabî ki kendi doğrusunu “en doğru” kabûl eder). Böylelikle “izâfi bir doğru” ortaya çıkar. Fakat insanların geneli bu şekilde yaptığında, artık “insanların sayısınca” bir “doğru” tanımı çıkar ortaya. Fakat bu kadar doğrunun olduğu yerde bir doğrudan da bahsedilemeyeceği için, doğru kavramı iflâs eder ve toplum-dışına atılır. Artık doğrunun yerini kişisel zevkler alır. Kişisel zevklere haklılıklar verilir ve dokunulmaz kılınır ve denir ki; zevkler ve renkler tartışılmaz. Artık modern insan, zevkine göre ve kişisel aklına göre belirlediğini kabûl eder ve ortada akla göre belirlenmiş bir-çok “doğru” olduğu için, akıl ilahlaştırılır ve ilâhi olanın yerine koyulmaya çalışılır. Oysa doğru tektir, “az doğru”, “çok doğru” olmaz. Ortada iki tâne veri varsa, bunların biri doğru, biri de yanlıştır. Mü’mine göre doğru, “kesin olan doğru”dur ki bu da vahiy-merkezli Allah’ın doğrularıdır. Allah’tan daha doğrusunu kim bilebilir?. Tabî ki de en doğrusunu sâdece Allah bilir.

Artık Kur’ân’ı anlamada da izâfilik var. Kur’ân sanki herkesin keyfine göre konuşuyormuş gibi, herkes kendi anlayışına, (daha doğrusu çıkarına) göre okuyor Kur’ân’ı (pardon, mushafı) ve bu okuyuşu kendi doğrusu olarak kabûl ediyor. Kur’ân’ı okuyan herkes kendine göre bir yorumlama yaptığından, kelle sayısı kadar farklı Kur’ân yorumu oluşuyor. Böylece Kur’ân bir çelişkiler-izâfiyet kitabı olarak çıkıyor ortaya. İzâfi bir Kur’ân algısı oluşuyor. “Ben böyle yorumluyorum” diyor adam. Hâlbuki Kur’ân’ı yine Allah’ın istediği gibi okuyup yorumlamak şarttır. Bünyamin Zeran:

“Mekke’de îman etmek zordu, şimdi ise daha zor. Çünkü Allah’ın kitabı oraya ilk defâ indiğinde onu eline alıp okuyanlar âyetlere teslim oluyorlar ve gözlerinden yaşlar akarak secdeye kapanıyorlardı. Şimdi okuyanlar ise sanki bir edebiyat kitabı okur gibi okuyup hayatlarına kaldıkları yerden devâm etmektedirler. Önceden işledikleri günahlar nedeniyle cenneti kazanamayacaklarından korkan mü’minler, yerini, “nasılsa bir-süre yandıktan sonra cennete gideceğiz” diyen gruba terk etmiştir. Kur’ân ihtilafları çözen kitap olmasına rağmen artık ihtilafları çoğaltan bir kitap hâline getirilmiştir. Çünkü rölativizm dediğimiz algı bir virüs gibi beynimize yerleştirilmiştir. Kur’ân’ı îman etmek için değil, dünyevi rahatımızı bozmadan yaşamayı tasdik ettirmek için okumaya başladık. Giderek daha çok dünyevileştik ve rahata alıştık. Konforlu evlerimizde, konforlu mobilyalarımızda oturarak elimizi taşın altına sokmadan cennete gireceğimizi düşündük. Hakkımız gasbedilirken, Allah’a onca savaş açmış zâlim varken ve onurumuz ayaklar altına alınırken sırf bürokraside bir koltuk kapalım diye, îtibârımız artsın, maddî gelirimiz artsın diye izzeti ve şerefi Allah’ın ve inananların yanında değil de zâlimlerin yanlarında arama gafletine düştük. Oysa biliyorduk ki izzet ve şeref tamâmen Allah’a âittir” der.

Evet; izâfiyet yok, dolayısıyla “kafaya göre takılmak” yok. Doğru bilgi Allah’ın indirdiğidir, tâğutların sentezlediği yada nefislerin zannettiği değil.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2016


Devamını Oku »

Tevhid


“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

 

Tevhid lûgatta; Birleme. Bir Allah’tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilâhe illallah sözünü tekrarlama” diye geçer. Fakat bu tanım, “canlı” bir tanım değildir. Sanki sâdece bir tanımlama yapmak için söylenmiş bir tanım gibidir. Sâdece sözde kalan tanımlar tevhidi anlatamaz. Tevhid, sâdece sözde olan değil, hayatta görünür kılınandır. Hattâ hayatta görünür olmadığında tevhid olmaz. Bakın, şu-anda Dünyâ’da tevhid yoktur. Tevhid yürürlükte değildir. Zîrâ tevhid, tasavvurlara hapsedilemez. Tevhid, tasavvur ve hayâtın ikisinin birlikte olduğu anda ortaya çıkar. Bu bağlamda tevhid, sözde olanın hayâta dönüştürülmesidir. Tevhid, Allah’ın sâdece sözde ve gökte kalması değil, yeryüzünde de hâkim olmasıdır. Tevhid, Allah’ın göklerde istisnâsız ilah olduğu gibi, yeryüzünde de ilah olduğunu bilmek, kabûl etmek ve o ilahlığı yeryüzünde hâkim kılmak demektir.

 

Bu konuda Seyyid Kutup şunları söyler:

 

“Tevhidi sırf kâlben tasdik etmek, onup pratik hayattaki gereklerini yerine getirmemek fesadın başlıca nedenidir. Tevhidî gerçeğin en başta gelen özelliği, Rubûbiyetin (terbiye edicilik) ve ubûdiyetin (Allah’a itaat) birlenmesidir.

 

Ulûhiyetin ve rubûbiyetin sâdece Allah’a âit olması demek; İnsanların yalnızca O’na boyun eğmesi, O’na kulluk etmesi, O’na itaat etmesi ve yalnızca O’nun -kulları için seçtiği ve râzı olduğu- hayat-sistemine ortak koşmadan uyması demektir. Ulûhiyet ve rubûbiyetin Allah ile berâber  veya O’nsuz başkasına verilmesi; kulların hayâtında Allah’tan başkasına boyun eğme, itaat etme, kulluk yapma ve insanlardan bir kısmının diğerleri için Allah’ın kitabına ve  otoritesine dayanmayan; başka otoritelere dayalı kânunlar, değer yargıları ve ölçüler benimsetme şeklinde ortaya çıkar. Bundan sonra, Allah’a îmandan ve İslâm’dan söz edilemez. Bu, apaçık şirk, küfür, fısk ve isyândır.

 

İslâm’ı savunduğunu zanneden bir-çokları, bâzı şiarları tashih etmeye çalışmakta veya ahlâkî çöküntüden dem vurmakta yada kânunlara muhâlefet edenleri ıslah ile meşgûl olmaktadır. Ancak bu kişilerin, hâkimiyetin aslı ve İslâm akîdesindeki yerinden söz ettikleri görülmemiştir. Bu temel ilkeye oranla ayrıntı niteliğinde olan bâzı kötülükleri bertarâf etmekle meşgûl bu kişiler, hayâtın tevhidin dışında bir temel üzerinde yapılanmasına îtirâz etmiyorlar. Oysa tevhid, hâkimiyet de dâhil her konuda Allah’ın birlenmesidir.

 

İslâm bir îman-amel bütünlüğüdür. Sâdece îman etmek yetmez ve îmansız amel etmek de anlamsızdır ve sürdürülebilir de değildir. Kur’ân’da bunu göstermektedir. “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zâlimlerin ta kendileridir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler fâsıkların ta kendileridir” (Mâide 44-45-47).

 

Çünkü Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, Allah’ın ulûhiyetini kabûl etmediklerini ve Allah’ın ulûhiyetini reddettiklerini îlan etmiş oluyorlar. Bunu, ağızları ve dilleriyle söylemeseler de davranışları ve pratik hayatlarıyla söylüyorlar. Davranış ve pratik hayâtın dili sözden daha açıktır”.

 

Tevhidin zıddı şirktir. Şirkten, sâdece Allah’ın kânunlarını kabûl etmekle kurtulunamaz. O kânunları hayatta hâkim kıldıktan başka, câhili-tâğûti sistemlere ve kânunlara düşmanlık derecesinde karşı olmakla şirkten kurutuluş ve tevhide dönüş tamamlanır. Tevhid sâdece ulûhiyeti Allah’a vermekle değil, rubûbiyeti de Allah’a vermekle tamamlanır. Zîrâ ilah kim ise, terbiye eden (Rabb) de o olmalıdır.

 

Îman, hem Allah’ı ulûhiyette ve rubûbiyette ortaksız ilâh kabûl etmek, hem de Allah’tan başka güç vehmedilenleri reddetmektir. Tevhid, “yıktıktan sonra olan bir inşâdır”. Yoksa çürük temelin üzerine tevhid inşâ edilemez. Yanlış bir yolda giderken sırat-ı müstakime ulaşılamaz.

 

Tevhid, işin sâdece bir yönüyle ilgilenip de diğer tarafını askıya almanın önündeki engeldir. Tüm zamanların câhiliyelerinin yaptığı tek-taraflı düşünce amellere karşı çıkar. Bugün müslümanlar müslümanca yaşamanın mücâdelesinde değil, müslüman olarak rahat yaşamanın hesabındadırlar. Bu da kendine güvenini yitirmiş, psikolojisi bozulmuş tipler ortaya çıkarmıştır.

 

Şirk, “tevhidin olmama” durumudur. Şirkin varlığı aslî değildir yâni. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Tevhid olmadığında yada azaldığı oranda şirk çıkar ortaya. Şirkin tek panzehiri tevhidtir.

 

Tevhid, Allah’ın gökte “tek ilah” olduğu gibi, yeryüzünde de “tek ilah” olduğunun tasdiklenmesi ve bunun hayatta ikâme edilmesidir. İslâm’ı-tevhidî sâdece söz ile değil, gerçek anlamda hayatta görünür kılarak hattâ hayâta hâkim kılarak göstermek gerekir. Ramazan Yazçiçek bu konuda şunları söyler:

 

“Allah’tan başka ilâh edinmenin somut tezâhürlerinden birisi, gökte ilâh kabûl edilenin yerde ilâh kabûl edilmemesidir. Bu tarz ilâh edinme Allah’tan başkasını yaratıcı olarak kabûl etme değil, Allah’a rağmen yaşama yönelik kurallar vâz etme şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bununla gelinen nokta, üretilmiş değerlerin mutlaklaştırılması yâni aklın ilâh edilmesidir. Günümüz toplumlarının en belirgin sapmalarından biri kuşkusuz bu noktadır. Bununla, âlemlerin Rabbi olan Allah, sâdece göklerin Rabbi kabûl edilmekte, sosyâl-siyasâl alana âit yetkileri ise reddedilmektedir.

 

Risâletin öncelikli hedefi dîni Allah’a has kılmaktır. Allah’tan başka edinilen sahte ilahların yaşamda hüküm-fermâ oluşu, bu hedefi dikkate almamak, sınırı ihlâl etmektir. Bireysel ve toplumsal yaşamın bozulması, Allah’a âit yetkilerin yaratılmışlara verilmesinin kaçınılmaz sonucudur. Oysaki hukûkî ve sosyâl hayâta yönelik emir ve yasaların sâhibi olarak Allah’ı bilmek, birleme (tevhid) taahhüdünün kendisidir. Bu durum, insanın kulluğu açısından içinde bulunduğu ânın vâcibini müdrîk olması; fitnenin kaldırılıp dînin Allah’a has kılınmasıdır”.

 

Tevhidin sözlü ifâdesi olan “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin milyarlarca, trilyonlarca kez tekrarlanması tevhidi ortaya çıkarmaz ve bunu yapanlar tevhid etmiş olmaz. Tam-aksine bu, tevhidin ortaya çıkmasını engelleyebilir-engelliyor. Tevhid, tevhid kelimesini söylemek değildir. “Birliyorum” demekle birlenme olmaz-olmuyor. Lafla peynir gemisi yürümez.

 

“Hüküm sâdece Allah’a âittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler” (Yûsuf 40). “Gökteki İlâh da, yerdeki İlâh da O’dur” (Zuhrûf 84). “Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur!” (A’raf 54). “O’nun mülk ve saltanatında ortağı yoktur” (Furkân 2).

 

Tevhid öz olandır, şirk ise köpüktür ve kalıcı olamaz. Tevhidte renkler çok nettir, ya siyah yada beyaz. Gri renkler ve tonlar yoktur, olmaz tevhidte. Tevhid %100 tevhidtir. Bulanıklık olmaz ve her şey şeffaftır. Tevhid, kesin ve net olandır. Anlaşılamayacak tarafı yoktur.

 

İdrâk edilmesi gereken şey şudur: “Tevhid sâdece kâlplerde değil, hayatta da hâkim olacak ve hayâtı düzenleyecek”. Tevhid; kâlp-îman ve hayat birliğidir. Hayâtı, câhil olan insan değil de âlim olan Allah düzenlediğinde, tevhid olur. Allah’ın göklerdeki hâkimiyetini ister-istemez herkes nasıl kabûl ediyorsa, yeryüzünde de O’nun hâkimiyeti geçerli olduğunda tevhid de gerçekleşmiş olur.

 

Zihinlerdeki-kâlplerdeki tevhid, en nihâyetinde vahdete dönüşünce yâni hayatta bir karşılık bulunca kemâle erecek ve insana huzur sağlayacaktır.

 

Tevhid sâdece, “Allah’ı birlemek” söylemiyle ifâde edilen ve genelde Allah’ı birlemenin ne demek olduğunu bilmeyenlerin dediği gibi değildir. Tevhid, Allah-kul arasındaki ilişkiyi gösteren akâid-ibâdet-duâ gibi hükümler ve düzenlemeler, ikincisi ise, sosyâl ve siyâsal hükümler ve yönlerdir. İşte tevhid, bu ikisinin birleştiği bir Dünyâ ve din kurmak demektir. Yoksa sâdece, şeytan, tâğut ve modernitenin istediği ve arzu ettiği gibi, sosyâlden ve siyâsaldan soyutlanmış bir din ve Dünyâ değil. Her ne kadar bâzıları tevhidin bu ikinci yönünü yâni sosyâl ve siyâsal yönünü gereksiz ve zamansız görüyor olsa ve “bu zamanda olacak iş değil” dese de, İslâm-Kur’ân ve onun ilkesi olan tevhid, tüm çağlarda şu tespiti yapar ve şu hedefe yöneltir:

 

“Allah, suçlu-günahkârlar istemese de, hakkı (hak olarak) kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir” (Yûnus 82).

 

“O, suçlu-günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak için (böyle istiyordu” (Enfâl 8).

 

“Ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nûrunu tamamlamaktan başkasını istemiyor” (Tevbe 32).

 

Eğer Dünyâ’da şu-anda olduğu gibi, tâğutların hükmü geçerliyse orada tevhid yok demektir. Ne zaman ki hayat, Allah’a yâni vahye göre şekillendirilirse o zaman tevhid olmuş olur. Birleme, Allah’ın tüm kâinatta birlenmesi, tevhid edilmesidir.

 

İslâm, ne savaş dîni ne de barış dînidir. Savaş ve barış dînidir. Tâ ki Allah’ın sözü Dünyâ’da hâkim oluncaya kadar sürecek bir savaş ve kıyâmete kadar sürecek bir barış. Tevhid budur.

 

Tevhidin olmadığı yerde ne samîmiyet, ne ciddiyet, ne fedâkârlık, ne ahlâk, ne gayret ne de cihad vardır.

 

Tevhid, tasavvufun dediği gibi, “her şeyi aynılaştırmak yâni her şeyi bir görmek” demek değildir. Tasavvuftaki vahdet-i vücut anlayışında tevhid, her-şeyi Allah kabûl etmek demektir. “Her şey birlenip Allah îlan edildiğinde tevhid olur” diyorlar. Allah’tan başka bir varlık kabûl etmemeyi (lâ mevcûde illallah) tevhid zannediyorlar. Hâlbuki tevhid, “Allah’tan başka hüküm koyucu, otorite, güç-kudret sâhibi olmaması” anlamındadır. “Varlığın toplamı Allah’tır” demekle tevhid ettiğini zannedenler var. Oysa ki bu, en büyük şirktir. Sonsuz şirk. Tabî ki sonsuz şirkin cezâsı da sonsuz cehennem oluyor.

 

Tevhid=Lâ havle velâ kuvvete illâ billah (Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktur) demektir.

 

Tevhid=İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn (Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz) demektir.

 

Tevhidin bilgisi tevhid değildir. Tevhidin bilgisini edinmek tevhid etmek anlamına gelmez. O sâdece tevhidin bilgisini edinmektir. Fakat tevhid, sâdece bilgi ile gerçekleşmez.

 

Tevhid, Allah’ın vahyi olan Kur’ân ile, peygamber örnekliğinin tâkip edilmesi, yâni bilgi-bilinç ile amel-eylem bütünlüğü ve birlikteliğidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2016

 

Devamını Oku »

Şirkin Katmerlisi



“Onların pek çoğu Allah’a ortak koşmaksızın îman etmezler” (Yûsuf 106).

Tasavvuf; târih boyunca şirki kemâle erdiren, ona zirve yaptıran felsefî sistem. “Bir-türlü Allah’a kayıtsız-şartsız teslim olamama” düşüncesi. O inatçı “teslim olamama” hâli. İnatçı kibir. Hiç-bir peygamber-düşmanı kavim bile şirki bu derece yükseltmemişti. Onların şirk koştukları şeyler taştan-tahtadan bir kaç put idi. Bir kesim melekleri ilah edinirken; bir kesim, târihte siyâsi-dînî alanda ön-plâna çıkmış önemli kişileri ilahlaştırmışlardı. (Aynen şimdi olduğu gibi). Atalarına tapıyorlardı. Yâni onların gelenek göreneklerini zulme de dönmüş olsa devâm ettiriyorlardı. Çıkarlarını besliyordu zîrâ. Modern zamanlarda da demokrasi, liberâlizm, sekülerizm denen melânetler ile koşulan şirkler var. Gizli şirk: Namazı kılıp Allah’tan başka kânun yapacaklara oy vererek şirke destek olmak. Onların hevâ-heves merkezli eyleyişlerine destek vermek. Allah’ın affetmeyeceğini söylediği günah olmasına rağmen. Şirk bu. Bundan, tevhide îmâna dönerek ve şirk koşmaktan vazgeçerek kurtulabilinir. Ne de olsa şirk unsurlarının bir sınırı vardır. Peki ya şirk koşulan şeyler sonsuz sayıda ise… Varlık içinde şirk koşanın kendisi de dâhil şirk koşulmayan bir şey yok ise?. İşte “şirkin katmerlisi” budur ve kurtulmanın en zor olduğu şirk şeklidir bu. Bu şirk şeklinin öne çıkan söylemleri vardır:

1- Lâ mevcûde illallah=Allah’tan başka mevcut yoktur:

Tersi de geçerli: Mevcut olan her şey Allah’tır. (Vahdet-i Vücut). Diyorlar ki; Allah’tan başka mevcut olan bir şey olsaydı şirk olurdu. Peki bu şirkten güyâ nasıl kurtuluyorlar da tevhide(!) dönüyorlar?. Şöyle diyerek: “Her-şey Allah’tır. Çünkü ikilik yoktur. Varlık Allah’tır. (Panteizm-panentezim). Bunu kabûl etmeyenler müşriktirler”. Tasavvufun pirlerinden biri de diyor ki bu bağlamda: “Şeytanın Âdem’e secde etmemesi en büyük muvahhidliktir. Zîrâ o Allah’tan başkasına secde etmemiş oldu”. Allah’ın “secde et” emrine aykırı davrandığını es geçiyor tabi. Yine aynı zat: “Peygamber zamânındaki müşriklere müşrik denmesinin nedeni, onların o putlara Allah olarak değil de, Allah’tan başka varlıklar olarak tapmalarıydı. Yâni onlar o putları ‘Allah’tan başka varlık’ olarak kabûl ettiler ve şirke düştüler. Hâlbuki onlara Allah olarak tapsalardı muvahhid olurlardı”.

Allah’tan başka mevcut olmadığını söylemek, varlığın varlığının mutlak bir varlık olduğunu söylemektir ki, bu bilimsel olarak da yanlıştır. Varlık bir bozuluşa ve yok oluşa doğru gider. (Termodinamiğin 2. Kânunu=Entropi). Eğer varlık Allah olsaydı bozulmaz ve yok oluşa doğru gitmezdi. Varlığın Allah olduğunu ve Allah’tan başkasının yok olacağını Kur’ân çok net olarak söylüyor:

“(Yer) üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve ikram sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâki kalacaktır” (Rahmân 26-27).

“O’nun yüzünden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur” (Kasas 88).

Mutlak varlık ve mukayyet varlık ayırımını yapmak lâzım burada. Allah mutlak varlıktır ve yaratılmış olanlar mukayyet varlıklardır. Mukayyet varlıkların varlıkları Allah’ın varlığı gibi değildir. Mutlak değildir yâni. Mukayyet varlıklar Allah kadar var değillerdir ve bu nedenle Allah gibi var kalamayacaklardır. Yok oluştan kaçamayacaklardır. Mukayyet olmanın özelliği ve kaderidir bu. Varlık Allah’la kayıtlıdır. Allah ise hiç kimse ve hiç-bir şeyle kayıtlı değildir. Bu nedenle “lâ mevcûde illallah” söylemi, insanın koşacağı şirkin zirvesidir. Şirkin kemâlidir. Daha fazla üst derecede şirk koşulamaz. Sayısı sonsuz varlığın tamâmı ile şirk koşulması oranında başka neyle şirk koşulacak ki?. Şirkin katmerlisi bu nedenle “lâ mevcûde illallah” söylemi olan “Allah’tan başka mevcut bir şey yoktur” yada “mevcut olan her-şey Allah’tır” şirkidir. Hele ki “her şeyi Allah îlan etme şirki”ni bir de ahmaklığı zirveye çıkararak tevhid zannetmek ise, bu şirki “ahmakların şirki” hâline getirir. Evet; bu şirk mutlak anlamdaki şirktir. Mutlak anlamdaki tevhidin tam zıddı olarak.

2- Lâ fâile illallah=Allah’tan başka yapıp-eden yoktur:

Bu düşünceyi şu âyeti öne çıkararak savunuyorlar: “Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir” (Enfâl 17). “Bak gördünüz mü, Peygamberin savurduğu kum için Allah “ben attım diyor” diyorlar.

Bu düşüncedeki ana yanlış şudur: “Lâ kudrete illallah tevhid sözü yerine, “lâ fâile illallah şirkini koymak. Sâdece attığı zaman değil, yürüdüğü zaman, uyuduğu zaman, savaştığı zaman, vel hâsıl kelam, yaptığı tüm şeyleri yaptığı zaman zâten Allah yapıyor-yaptırıyor. Fakat bu yapma, tasavvuf müşriklerinin zannettiği gibi değildir. Allah bu yapmaları bizzat ve bil-fiil olarak değil, kudretini vererek yapar-yaptırır. O’nun yapması-yaptırması, yasalarına uygun olarak, sünnetullah gereği kişinin irâdesini gerçekleştirmesine izin vermesidir. Yâni “insanın eyleminin-amelinin kudretini Allah’tan alması” anlamındadır. Yoksa Allah bizzat gelip de düşmana bir şey atacak değildir. Zâten orada olağan-üstü bir şey de yoktur. Peygamberin, o anda içinde bir güç bularak kumu fırlatması ve savaşa başlamasıdır olan şey. Allah zâten mü’minlere üç bin, beş bin melekle yardım etmektedir. Meleklerin gücü yetmedi de bizzat Allah mı geldi Bedir kuyuların yanına?. Allah’ın yardımı, insanın içine meleklerle bir huzur ve güç vermesi, o gücü kullanacak kudreti vermesidir. İşte o anda gelen kudretin bir nişânesidir Peygamberin atması. Allah diyor ki Peygambere; “o attığın şeyi sakın kendinden zannetme, onun güç ve kudreti bendendir”. Yâni “lâ kudrete illallah”. Yâni Peygambere diyor ki; sakın olanı kendinden bilip de “lâ fâile illallah” deme!, gücün-kudretin kaynağı olarak Beni bil ve “lâ kudrete illallah” de. Bu âyetle yaptığım imtihan ancak böyle demekle kazanılır.

“Lâ fâile illallah” yâni yapıp-edenin Allah olması, Allah’a tevekkül ederek, kudreti, irâdeyi Allah’a vererek işleri ona havâle etmenin fâsıklaşmış şeklidir.

Evet; “Lâ kudrete illallah” ifsâd olunca, “lâ fâile illallah”a dönüyor.

3- Lâ mevcûde-lâ fâile illâ ene=Benden başka mevcut da yoktur; benden başka yapıp eden yoktur:

Artık tasavvuf müşriği, “lâ mevcûde illallah” ve “lâ fâile illallah”tan sonra, bir sentez yapıyor ve kendi ilahlığını îlan ederek, “lâ mevcûde illâ ene”, “lâ fâile illâ ene” demeye başlıyor. Yâni, “benden başka mevcut yok=benden başka ilah yok; ve benden başka yapıp-eden yok, kâinâtı ben idâre ediyorum” diyor.

Tasavvufun büyük müşrikleri bunu çeşitli ve ünlü sözlerle (şatahat) ifâde etmişlerdir:

“Benem Hakk’ın kudret eli. Benem belî aşk bülbülü. Söyleyip her türlü dili. Halka haber veren benem” (Yûnus Emre).

“Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (s.a.v.)’in bayrağından daha büyüktür!. Benim bayrağım nûrdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor” (Bayezid-i Bistâmi).

“Mûsa peygamber Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irâde buyurdu!” (Bayezid-i Bistâmi).

“Allah beni över ben de O’nu; O bana kulluk eder, ben de O’na. Hak beni yarattı ki kendisini bileyim; ben de O’nu, bilmek ile var kıldım” (Muhyiddin İbn-i Arâbi).

Bir keresinde müezzin: “Allah-u Ekber” dediğinde Bayezid: “Ben daha büyüğüm” demiş .

Turab el-Nahsebi, bir müridine:

“Bayezid’i bir kere görsen, senin için yetmiş kere Cenâb-ı Hakkı görmekten daha faydalı olur" diyerek yanlış bir kıyaslama yapmıştır ki tasavvufta büyük bir kıyaslama hatâsı” vardır ve sürekli yapılır bu hatâ.

Peki tasavvufçular bu şirki neden yapıyorlar yada ilk başta neden yapmaya başlamışlardır: İslâm’ın askerî zaferlerine karşı yapacak başka şeyleri kalmamıştı da ondan. İslâm’a savaş meydanında karşılık veremeyince, onu içerden çürütüp yıkma yoluna girdiler. Bu nedenle bir “intikam felsefesi”dir tasavvuf. Ercüment Özkan:

“Küfür, İslâm’dan intikâmını tasavvuf yoluyla almıştır. Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi, tasavvuf da şirk anlayışını İslâm postuna bürüyerek halka sunmuştur” der.

“Lâ fâile illallah”da, fâil Allah gibi gösterilmesine rağmen, aslında her-türlü fiili işleyen insan olduğu için, insanın bir ilahlaştırılması vardır ve zâten bâtıniliğin sözde İslâm’i görünümü olan tasavvuf, hedefi insanın ilahlaştırılması olan bir şirk felsefesidir. Öyle ki bu felsefedeki şirk, şirkin zirve hâline gelmiş şeklidir. Daha ileri bir şirk olamaz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2016


Devamını Oku »

İslâm’da Şiddet Var Mı?


İslâm, gerçek bir hayat dînidir. Kur’ân, hayâtın belli bir kısmına söz söyleyip de diğer kısmını es geçmez. Vahyin, hayâtın her şartı ve her durumu için yâni hayâtın gerek iyi gerekse kötü yönleri için söyledikleri vardır. Birilerinin zannettiği ve beklediği gibi sâdece iyi ve güzel şeylerin sözcülüğünü yapmaz Kur’ân. Zîrâ İslâm, “salt hoşgörü dîni” değildir. Hoşgörülecek şeylerden de bahseder fakat, hoşgörül(e)meyecek şeyleri, lafı dolandırıp da hoşgörmeye yeltenmez. Kur’ân net bir kitaptır. Neyse odur. Allah’ın istediği; gökte olduğu gibi yeryüzünde de bir düzenin olması ve insanların bu düzeni sürdürüp mutlu-huzurlu bir hayat yaşamasıdır. İmtihanı geçerek cennete kavuşmasıdır. Allah’ın murâdı budur. Zâten peygamberlerini ve kitapları-vahyi, düzenin bozulup insanların zulm içinde olduğu zamanlarda göndermiştir. O hâlde kesin olan şey şudur ki; Allah insanların huzûrunu-mutluluğunu istiyor. 

 

Fakat insanlar insandır ve melek değildir. Bir nefse sâhiptirler ve aldanışa müsâittirler. Bu nedenle insanların sâdece başını okşayarak, tatlı-tatlı konuşarak, öğüt vererek, tavsiyede bulunarak, kırmadan-dökmeden, salt güzellikle yola getiremezsiniz. İnsan ahsen-i takvim üzere yaratılmış olsa da, nefsi de olan bir varlık olduğundan, bâzen hayvâniyeti öne çıkar ve o zaman da ona hayvan gibi davranmak icap edebilir. Başka türlü anlamaz çünkü. Tabi bu durum istenmeyen bir durumdur ve “en son çâre”dir:

 

“Allah’ın, bâzısını bâzısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde ‘sorumlu gözeticidir’. Sâliha kadınlar, gönülden (Allah’a) itaat edenler, Allah nasıl koruduysa görünmeyeni koruyanlardır. Nüşuzundan (itaatsizlik) korktuğunuz kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra onları) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe) vurun. Size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür” (Nîsâ 34).

 

Şiddet deyince neden akla hemen müslümanlar geliyor?. Son 250-300 yıldır şiddeti ayyuka çıkaran batı ve modernizm hâlen şiddetini artırarak devâm ettirirken, elinde tuttuğu medya ile hem kendi şiddetini önlüyor, hem de diğerlerinin şiddetini olduğundan çok daha fazla göstererek kendisi sanki şiddet karşıtı gibi bir tutum takınıyor. Müslümanların ve mazlumların gösterdiği şiddetler bunun delîlidir. Nasıl oluyor da Dünyâ’da batı ve batı yanlısı modernistler “şiddet karşıtı” oluyor ve müslümanlar ve mazlumlar “şiddet yanlısı” olarak gösteriliyor?. Ölenlerin %99’u müslüman ve mazlumlar iken, ölenlerin çok az bir kısmı bu sözde şiddet karşıtı batı’lılardır.

 

Kur’ân ve İslâm, şu-anda batı’nın temsil ettiği hayvâniyetten kaynaklanan şiddeti, ismini İslâm-barış koyarak bertarâf etmeye gelmiş bir dindir. Fakat şiddet bâzen farklı boyuttaki bir şiddetle bitirilmek zorunda kalınıyor. İslâm’ın merhâmet-vicdan tarafını es geçen şiddet yanlısı bâzı müslüman(!) grupların yersiz şiddetini onaylamak, İslâm’ın yolu değildir. Müslümanların gösterdiği şiddet iki nedenledir. Biri cehâletten kaynaklanan şiddet, diğeri de mazlûmiyetten kaynaklanan şiddet. Câhil olan adama ne isterseniz yaptırabilirsiniz. İslâm ise cehâlete savaş açmış bir dindir. O hâlde câhillikten dolayı gereksiz yere şiddet gösterenlerle İslâm’ın bir alâkası yoktur.

 

Bir de mazlûmiyetten doğan şiddet türü vardır ki bu şiddetin başlaması meselâ şöyle oluyor:

 

Bir-gün işinden evine dönen Filistin’li-Gazze’li-Çeçenistan’lı-Myanmar’lı-Sûriye’li baba, evinin bombalanıp da yıkıldığını görünce nefesi kesilerek hemen eve koşuyor. Molozların arasında, gözüne ilk çarpan, cesedi kanlar içindeki hanımı oluyor. Sonra engelli annesinin fecî şekilde ezilen başını görüyor. Babasını zâten geçen yıl bir direnişte kaybetmişti. Hemen aklına 2’si kız 2’si erkek olan çocukları geliyor ve onların odasına girdiğinde iki erkek çocuğunun aynı oda içinde öldüğünü, kurtarmak için kardeşlerinin yanına koşturduğu belli olan kızının ise tam kapının yanında başına moloz düşerek öldüğünü görüyor. En küçük kızı ise henüz ölmemiştir ama son nefesini vermek üzeredir. Hemen onu kucaklayıp “kızım” diye sesleniyor sessiz bir çığlıkla. Kızı son nefesini babasının gözünün içine bakarak, “baba” diyerek veriyor.

 

İmdi; batı ve batı zihniyetinin yaptığı bu bombalama; demokratik, lâik, ılımlı, liberâl bir anlayışla yapılıyor ya; sonra onlar oraya “barış, huzur, güvenlik” getirmeye geldiler ya!.. Hem de attıkları bombaları “canlı bomba” şeklinde değil de, son model savaş uçağından bir düğmeye basarak, 2.000 metre yüksekten attılar ya.. işte o zaman şiddet olmuyor. “Profesyonel şiddet” şiddet olarak görülmüyor. Tamam; biraz merhâmetsizce olmuş olabilir ama demokrasinin ve liberâlizmin bir bedeli var dimi ama.. Gerçi sivillere değmeseydi attıkları ahtapot bombaları iyi olurdu, “bu yüzden çok üzgünüz, ölenlere rahmet diliyoruz, ışıklar içinde yatsınlar”... Ne oldu?. Ortada bir şiddet görebiliyor musunuz?. Ulan şerefsizler!, şiddet, “son teknoloji” kullanıldığında şiddet olmaktan çıkıyor mu?. Ahmaklar!, angutlar!.

 

Anasını-hanımını-çocuklarını toprağa veren acılı baba sonra ne yapıyor?. Hiç-bir şey olmamış gibi mi davranacak?. Elinden başka bir şey gelmeyince, giyiveriyor canlı bomba yeleğini. Aklı başındaysa mazlum halkın arasına değil de, evini bombalayanlar tarafına doğru gidiyor ve çekiyor kelime-i şehâdetini ve basıyor düğmeye.. Boom!!. Peki şimdi ne oldu?. İki yorum: 1-Tâğutlara ve onlara uşaklık yapan câhillere göre; “teröristin biri kendini canlı bomba yapmış ve patlatmış”. 2-Aklı başında olanlara göre: Keşke başka bir yolu olsaydı. “Allah’ım! Ne zaman bitecek bu zulüm ve feryatlar”. İşte televizyondan izlemeye alıştığımız ve artık kanıksadığımız şiddet görüntülerinin arkasında buna benzer olaylar var.       

 

Kadına şiddet: Erkeklerin kadınlara yaptığı şiddeti onaylamamakla berâber, doğal ve normâl olan her-şeyi alt-üst edip tersine çeviren modernizmin, kadınlara fazla özgürlük(!) vermesinin sonucunda bir hayli artan, “kadına şiddet”ten biraz da kadın sorumludur. Erkeğin kadına gösterdiği “fizîki şiddet”in arkasında, kadının erkeğe gösterdiği “psikolojik şiddet” vardır. Bu durum, erkek ve kadının doğal durumdan çıkarılmasının bir sonucudur. Doğallık, kendisine yapılan aykırılığa yakın-uzak vâdede bâzen de ağır bir şekilde mutlakâ karşılık verir. İslâm, küçük ve önemsiz nedenlerle bile hemen dayak yiyen kadınları korumuş-kurtarmış ve Peygamberimiz, “hem kadınları dövüyorsunuz hem de akşam yanlarına mı yatıyorsunuz” diye sorarak yapılan şeyin mü’minlere hiç yakışmadığını göstermek istemiştir. İslâm, erkeklere bir emânet olarak verdiği ve korunmasını bir sorumluluk olarak yüklediği kadınlara olur-olmaz şiddet gösterilmesini yasaklar.

 

Doğaya şiddet: İslâm’a göre doğaya zarar vermek çok ağır bir suçtur. İslâm doğayı “Allah’ın bir âyeti” olarak gördüğünden dolayı ona zarar verilmesine katlanamaz. Şehirleri inşâ ettiği gibi, doğayı da inşâ etmek ister. Hattâ bir söz ve emir vardır ki bunu ancak ve ancak İslâm dîninin Peygamberi söyleyebilirdi: “Kıyâmetin koptuğunu görseniz bile elinizdeki fidanı dikin”. Bu sözü ne çevreciler, ne de Dünyâ’nın ileri(!) ülkelerinden birinin başkanı söyleyebilirdi. Kıyâmet koparken elindeki fidanı dikmeyi düşünen birileri olabilir mi?. Böyle bir düşünceyi kim üretebilir?. Bu bağlamda İslâm, doğayı da inşâ etmekle görevlidir, doğaya bir şiddette bulunması ise söz-konusu değildir.  

 

Hayvana şiddet: İslâm’da hayvanlara şiddet de yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, hayvanların da insanlar gibi bir ümmet, bir topluluk olduğunu ifâde eder:

 

“Yeryüzünde hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır” (En-âm 38).

 

Kur’ân-ı Kerîm’de 6 sûrenin ismi hayvan adları taşır: Bakara (sığır, inek), En-âm (evcil hayvanlar), Nâhl (bal arısı), Neml (karınca), Ankebût (örümcek) ve Fîl (fil). Sûrelere bu hayvanların ismi verilmiştir. Bu da Kur’ân’ın, dolayısıyla İslâm’ın hayvanlara verdiği önemin diğer bir göstergesidir.

 

Hayvana karşı acımasızlık, sâdece hayvanı öldürmekle yahut onun ölümüne sebep olmakla sınırlı değildir. İslâm, hayvana karşı yapılacak hiç-bir eziyeti kâbul etmez. Hattâ onların doğal ortamlarından uzaklaştırılmasını ve fıtratlarına aykırı davranılmasını yasaklar. Hayvanı aç bırakmamayı da emreder:

 

Ebû Dâvûd ve İbn Huzeyme’nin Sehl b. el-Hanzaliyye’den rivâyet ettikleri bir hadîs şöyledir: Peygamberimiz, zayıflıktan (açlıktan) karnı sırtına yapışmış bir deveye rastladı ve şöyle dedi: “Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun!. Onlara uygun şekilde binin ve onlardan uygun şekilde yiyin”. 

 

İslam gerektiğinde ölçülü şiddete de başvurur fakat İslâm adı üstünde bir “şiddet dîni” değildir. Kâlpleri iknâ ve inşâ etmeye çalışan bir dindir. Fakat İslâm, târih boyunca zâlimlere ve sömürgecilere yamanan ve onlara karşı çıkma dirâyetinden yoksun olanların söylediği gibi salt bir “hoşgörü dîni” de değildir. Hoşgörü vardır, hoşgörüye dâvet edilen yerler vardır fakat İslâm salt bir hoşgörü dîni değildir. Bir yanağına vurulunca diğer yanağını çevirmez yâni. Zâten kısasa-kısas hükmü vardır.

 

Bilindiği gibi bir-çok hayvanın nesli tükenme noktasına geldi. Etleri, kürkleri, boynuzları vs. için. Bu hayvanların neslini müslümanlar mı yok olma aşmasına getirdi?. Tabî ki de hayır. Zâlimler şiddetten vazgeçemezler.

 

Yine İslâm’da, nefsine zulmetme anlamında onu fazla hırpalayarak şiddet göstermek de yoktur. Yâni İslâm, kişinin kendisine şiddet göstermesini de yasaklar.

 

Şiddet doğal bir şeydir. Doğal olmayan şey, şiddeti “haksızlığa karşı koymak” için değil de “haksızlık yapmak” için kullanmaktır. Abdurrahman Dilipak, şiddet hakkında şunları söyler:

 

“Barışın tek karşıtı şiddet duygusuymuş gibi alındı. Hayır, insanlardaki şiddet duygusunu yok edemezsiniz. Şiddet duygusu onurlu bir duygudur aslında. Şiddeti kullanmanız önemli. İnsanlar haksızlığa karşı, zulme karşı boyun eğmemeli. Barışın içerisinde şiddet de vardır. Barışın kendini savunacak bir gerilimi özünde barındırması gerekir. Tek-yanlı bir edilgenlikle barışı sağlamak mümkün değildir. Bu fantaziye olur. Şiddeti bir günah keçisine döndürüp taşlamak da bana doğru gelmiyor”.

 

İslâm, Yahudilik gibi; yahudilerin kendilerinden olmayanları hayvan gibi görüp onlara her türlü şiddeti meşrû gören bir din değildir. Hristiyanlar da, Hz. Îsâ’nın çarmıhta kan-revân içinde şiddete mâruz kalmasını ölçü alarak tersinden “şiddet” merkezli bir din yolundadırlar ve bunu hem haçlı seferleriyle hem 1. ve 2. dünyâ savaşlarıyla ve hem de mazlum dünyâ-insanlarının üzerine binlerce metre havadan (çünkü karşı-karşıya savaşmaktan çok korkarlar) attıkları bombalarla göstermektedirler. Hz. Ali şöyle der:

 

“Şüphesiz bir-gün zâlimler mazlumların önünde diz çökecektir. Mazlumun zâlimlerden öcünü aldığı gün, şüphesiz zâlimlerin mazlumlara zulmünden daha çetin bir gün olacaktır”.

 

Filmlerdeki, dizilerdeki, spordaki şiddeti hiç gündem eden yok, fakat kendisine tank mermisi atanlara karşı küçük bir taş atan çocuk “şiddet yanlısı terörist” olarak kabûl ediliyor. Bunu böyle görenler ve söyleyenler ya câhildir yada şerefsiz. Kedinin fâreye ezdirildiği bir Dünyâ’dır bu Dünyâ. Fare Jerry, kedi Tom’u ha-bire pataklar. Buradan, “küçük azınlıklar büyük kitleleri de işte böyle pataklar” demeye getiriyorlar ve bunu çocuklara daha küçücükken aşılıyorlar, bu filmlerle bunu kanıksatmaya çalışıyorlar daha çocukluktan îtibâren.

 

Saat-başı cinâyet-hırsızlık-tecâvüz-gasp vs.’nin yapıldığı batı, tüm bunlara rağmen “uygarlığın ve barışın diyârı” oluyor; yine batı tarafından sürekli bombalanan, insanları öldürülen, kadınlarına tecâvüz edilen, çocukları aç-susuz bırakılan, topraklarının yer-altı ve yer-üstü zenginlikleri yağmalanan başta müslümanlar olmak üzere dünyâ-mazlumları “şiddet yanlısı ve terör” oluyor öyle mi?. Böyle diyenler ve böyle düşünenler, ya câhildir yada şerefsiz!.

 

Guantanamo ve Ebu Gureyb gibi yerlerde insanlara yapılan nedir?. 1. ve 2. dünyâ-savaşlarını çıkaranlar kimlerdir ve bu savaşlar şiddet değil midir?. Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasını müslümanlar mı attı?. İnsanlık târihinde savaşlarda ölen insan sayısının, bu iki savaşta ölen insan sayısından daha az olduğunu hatırlatalım.  

 

“Merhâmet etmeyene merhâmet olunmaz” der Peygamberimiz. (Riyâzü’s-Sâlihîn, 225).

 

Allah mü’minlerden, birbirlerine karşı merhâmetli, kâfirlere karşı ise şiddetli (eşiddâu) olmalarını ister ve emreder. Ölçülü olan şiddet budur:

 

“Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, birbirlerine karşı merhâmetlidirler” (Fetih 29).

 

Peygamberimiz, Uhud Savaşı’nda kendisine hakâretler eden Ubey bin Halef’e bir mızrak attı ve onu ensesinden ağır bir şekilde yaraladı. Zâten bir-kaç gün sonra da böğüre-böğüre geberdi gitti. Şimdi Peygamberimiz şedid bir kişi mi oluyor?. Öyle ya; birileri Peygamberi sâdece “rahmet peygamberi”, “sevgi, çiçek (gül), kelebek-böcek peygamberi” zannediyor. 70’e yakın savaş-sefer-gazve-seriyye düzenlediğini hesâba katmıyor. Peygamberlik hayâtının her kırk gününe bir gün savaş düştüğünü bilmiyor yada bilmezden geliyor.

 

Batı, zulmünü ve sömürüsünü, güyâ demokrasi-liberâlizm-hümanizm-özgürlük-refah adına yaptığından, bu yıkımları, zulmü ve sömürüyü normâl olarak görüyor fakat, “içinde yanan ateşi söndürmek için” tanklara bir taş atan çocuğu “terörist” olarak gösteriyor ve Dünyâ’daki tüm angutlar da bunu batı’nın gösterdiği gibi görüyorlar. Zîrâ onların gösterdiğini görmediklerinde, vicdanlarıyla baş-başa kalacaklar ve ya şereflerini ayaklar altına alarak susacaklar yada bu sömürüye elleriyle, sesleriyle yada kâlpleriyle bir “dur” diyeceklerdir. Yâni bedeli göze alacaklardır.

 

Kur’ân’da rahmet ile ilgili âyetler olduğu gibi, şiddet içerikli âyetler de vardır. Bu gâyet normâldir. Zîrâ Kur’ân bir “hayat dîni”dir. Hayâtın her konusuna söyleyecek sözü vardır. Allah’ın da; Rahmân-Rahîm-Gafûr-Afüvv isimleri olduğu gibi; Müntakîm-Kahhâr-Celâl isimleri de vardır. Fakat unutmayalım ki Allah’ın Rahmeti Gazâbını geçmiştir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2016

 

Devamını Oku »

Şirk


“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

Bu âyet bağlamında; İslâm geleneğinde söze başlamadan önce şirki kötüleyen ve tevhidi öne çıkaran sözler söylenir, bu sözlerle başlanır söze ve yazıya: “Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâşerîke leh, lehu’l mülkü ve lehu’l hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr”. “Allah’tan başka ibâdete lâyık hiç-bir ilâh yoktur. O birdir; O’nun hiç-bir şeriki-ortağı yoktur. Mülk O’na âit, hamd O’na mahsustur”.

Kâinâtı, Dünyâ’yı ve insanı Allah yaratacak, fakat Dünyâ’yı “keyiflerine göre çıkardıkları kânunlarla” insanlar yönetecek. Yok öyle yağma!. Yaratan kim ise, mülkün sâhibi de odur. Mülkün sâhibi kim ise, tasarruf da ona âittir. İnsanlar, yaptığı dandik bir resme bile müdâhale ettirmezken, en ufak bir şeyde kendisine karışılmasına bile izin vermezken, irâdesinin yok sayılmasına katlanamazken; âlemlerin rabbi olan Allah’ın irâdesinin yeryüzünde hâkim olmasını istemiyor. İyi de Allah bunu kabûl etmez ki. Siz -hâşâ- yaratıcı olsanız böyle bir şeyi kabûl eder misiniz?. Hem âlemleri yaratacaksınız, hem de yarattığınız varlıklar içindeki âciz bir varlık olan insan, sizin hükümlerinizi ve düzenlemelerinizi kabûl etmeyecek ve bu tarz düzenlemeleri gericilik, radikâllik ve câhillik olarak görecek. Bunu hiç kimse kabûl etmeyeceği gibi, âlemlerin yaratıcısı ve rabbi olan Allah da kabûl etmez elbet. Zâten bunu, “şirk” olarak söyler ve affedilmeyecek bir cezâ olarak îlan eder. İnsanlar buna rağmen şirki değil de “kul hakkı” denen günahın affedilmeyecek olan günah olduğunu zannedenler. Tabi, insan şirk içinde yüzerken şirkin affedilmeyecek bir günah olduğunu nasıl söylesin?. Onun yerine “kul hakkı” denen günahı koyar. İyi de kulun hakkı nedir ki?; Allah hak alacaklısına âhirette kendisini rahatlatacak bir şey verse, o kişi hemen hakkını helâl ediverir. Peki Allah’ın hakkını helâl etmesi için Allah’a kim ne verebilir ki?. İşte Allah bu nedenle, şirkten vazgeçerek tevhid yoluna girmeyenleri aslâ affetmeyecektir.  

Seyyid Kutup:

“Zaman dönüp dolaştı, bu dînin beşeriyet için geldiği günkü durumuna geldi. Beşeriyet yeniden câhiliyenin kucağına düştü. Eskiden olduğu gibi, bugün de saydığımız hiç-bir grup kesinlikle Allah’ın dînine tâbi değildir. Şüphesiz şirk, yasaklanması gereken en büyük günahtır. Çünkü diğer haramlar ondan kaynaklanır. Aynı şekilde şirk, kesinlikle inkâr edilmesi gereken bir konudur. Tâ ki, insanlar, Allah’tan başka ibâdete lâyık ilah, O’ndan başka hükmeden ve onun dışındaki kânun koyan birinin bulunmadığını bilsinler ve kulluklarıyla sâdece O’na yönelsinler. İnançta şirk olduğu gibi hâkimiyette de şirk olur.

Allah’tan başka ibâdete lâyık ilâh olmadığına şehâdetin en belirgin işâreti, evrendeki nizâma hükmeden Allah’ın beşerin hayâtına da hükmetmesidir. O, evrene ve kullara kazâ ve kaderiyle hâkim olduğu gibi, kulların hayâtına metodu ve şeriatıyla da hâkim olmalıdır, bu temel kâideye istinâden hiç-bir müslüman, kâinâtın yaratılmasında, idâresinde ve tasarrufunda Allah’ın ortağı bulunduğuna inanmaz. Aynı şekilde müslüman, ibâdet kastı taşıyan davranışlarını Allah’tan başkasına takdim etmediği gibi, şeriat, kânun, değer yargısı, hayat ölçüleri, akîde ve düşüncede ondan başkasına başvurmaz. Kullardan herhangi bir tağutun bu konuların birinde, Allah ile berâber hak iddiâ etmesine müsâmaha göstermez. İşte bu dînin itikâdi açıdan üzerine kâim olduğu temel ve değişmez ilke” der.

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilah’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir” (Tevbe 31).

Bu âyetin tefsiri sadedinde, şu rivâyet çok ünlü ve de önemlidir:

“Adiyy bin Hatim’den rivâyet edildiğine göre o şöyle söylüyor: “Bir-gün Peygamberin yanına gittim; o sırada Peygamber Tevbe Sûresi'ni okuyordu. 31. âyete gelince; “Allah'ın dışında hahamları ve râhipleri Rabler edindiler” dedi”. Ben, “Ey Allah'ın Resûlü, bizler onları Rabler edinmiyorduk” dedim. Resûlullah buyurdu ki: “Aksine! Onlar size Allah’ın haram (müsaade etmediğine) kıldıklarını helâl (müsâit), helâl (müsaade ettiğine) kıldıklarını da haram (yasak) kılarken sizler onlara itaat etmiyor muydunuz”. Ben de, “Evet” dedim. Sonra şöyle buyurdu: “İşte bu, sizin onları Rab edinmenizdir” (Sünen-i Tirmizi 3095 no’lu hadis).

Yâni, Allah’tan başka kânun-kural koyucuların ve vahye aykırı düzenleme yapanların onaylanması, onları rab edinme demektir ve şirk işte budur: Allah’tan başkasını rab edinmek.

Modern zamanlarda, demokrasi-kapitâlizm-komünizm-liberâlizm ile ve diğer “izm”ler ile koşulan şirkler ayyuka çıkmıştır. Demokrasi, Allah’ın dîninden çıkıp kulların dînine bir geçiştir. Artık kânunlar, kurallar Allah tarafından değil, çoğu câhil ve zâlim olan beşer tarafından belirlenecektir. İşte şirk budur: Allah’a kul olmayı bırakıp, kula kul olmak. Kulun hevâ ve hevesine göre hükmettiği bir Dünyâ’ya râzı olmak.

Şirkten, sâdece Allah’ın kânunlarını kabûl etmekle kurtulunmaz; câhili-tağûti sistemlere düşmanlık derecesinde karşı olmakla şirkten kurtuluş tamamlanır. Şirkten sâdece ulûhiyeti Allah’a vermekle değil, rubûbiyeti de Allah’a vermekle kurtulunur:

“Size kitabı açıklanmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka hükmedici mi arayacak mışım?” (En-âm 114).

Bir insan, Allah’a tam olarak teslim olana kadar, Allah’lık iddiâsından kurtulamaz.

Bütün Dünyâ’daki insanlar % 100 görüş-birliğine vararak bir noktada birleşse ve insanların hayatlarına etki edecek, vahye atıf yapmayan bir kânun çıkarsalar, yine de şirk olur. Zîrâ kânun-yasa belirleme anlamında ilahlık yapmış olmaktan kurtulamazlar.

Şirkin ayyuka çıktığı zamanlardayız. Müslümanlar bile Kur’ân-sünnet diye-diye şirke düşüyorlar. Ellerinden Kur’ân’ı bırakmıyorlar ama eylemde şirk içindeler.

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile de hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120; Bakara 85-86; A’raf 3).

Peygamberimiz, Ebu Cehil’in sorduğu, “bizden istediğin nedir?” sorusuna verdiği cevap net ve kararlıdır: “Sâdece putlardan vazgeçip Allah’a ibâdet etmenizdir”.

Şirk, “mutlak olanı (tevhid) yok saymasa da izâfileştirmek, hakîkati göreceli kılmak” demektir.

Allah’ın affetmeyeceği günah-suç şirktir. Kişi ölürken şirk içinde olursa ebedî cehennemliktir. Âlemlerin rabbi yaratıcısı olan Allah tabî ki de şirki affetmeyecektir. Zâten devletler de öyle değil mi?. Kendilerine şirk koşulmasını bağışlamıyorlar. Devlet; ana umdeleri, ilkeleri, kânunlarında en ufak bir değişiklik istemiyor ve hattâ böyle bir değişik için bir teklifte bile bulunulmasına izin verilmiyor ve zâten kânunda da yasaklanmış. Hattâ ve hattâ, bu tarz tartışmaların gündeme gelmesi bile birilerini çok fenâ kızdırıyor. Anayasanın 4. maddesinde şöyle denir:

“Anayasanın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesindeki hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”.

Bu durumda; gelip geçici olan devletler ve târih boyunca değişmez ve yıkılmaz zannedilen onca devlet-millet-dil-ırk-bayrak-vatan-millet-kânun-yasa vs. bile yıkılıp gitmiş ve şu-anda esâmisi bile okunmazken, âlemlerin rabbi, kudreti sonsuz olan Allah, kendisine şirk koşulmasını hiç kabûl eder mi?. Kâinâtı kendisi yaratmıştır, Dünyâ’yı kendisi yaratmıştır, insanı kendisi yaratmıştır ve de yaratmaktadır. Küçük bir toprak parçasında kurulan küçük bir devlet ve sayıca çok az olan bir topluluğun, çıkardıkları kânunlarla devlete karşı olan şirki mutlak anlamda yasaklayabiliyor; bu yasalara aykırı davranan partileri isterse %50, 60, 70 oy alsın ânında kapatabiliyor ve değiştirilemez zannedilen bu kânunlara aykırı davrananlar hemen alaşağı edilebiliyorken; O’nun tutmasıyla ayakta duran kâinâtın yaratıcısı, kendisine şirk koşulmasını bağışlayabilir mi?. Tabî ki de bağışlamaz.

Şirk şeytandandır. Şirke bir tek şeytan karşı çıkmaz ve şeytan zâten şirkten beslenir. O kadar ki, insanların tağutlarla kendisine şirk koşulmasına ses çıkarmaz ve tam-aksine bunu sever ve ister. Taktiği budur zîrâ.

Oy kullanmak da şirktir. Zîrâ “ilâhi kânuna karşı beşerî kânun yapmak” demek olan şirkin yapıcılarının-uygulayıcılarının hazırlamış oldukları kânunlara ve bunları yürütecek olanlara verilecek bir destektir oy kullanmak. Bu kişiler çıkaracakları kânunları Allah’a-vahye göre değil de kendi hevâ ve heveslerine göre çıkardıkları hâlde ve Kur’ân bunu şirk olarak söylediği hâlde yine de oy kullanıyorlar. “İyi ama bizimkiler farklı” mı diyorsunuz?. Hayır, onlar da “abdestli müşrikler”dir:

“Sizin kâfirleriniz onlardan daha hayırlı mıdır?. Yoksa sizin için Kitaplarda bir beraat mi var?” (Kamer 43).

Aynı şeyleri yapanlar aynı âkıbetle karşılaşırlar. Bu yüzden onların sonu da öncekilerden farklı olmayacak:

“Biz, ‘birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan bir topluluğuz’ mu diyorlar?. Yakında o topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır” (Kamer 44-45).

Ya peki nasıl olmalıdır?:

“Ey îman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. âyet Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59).

Şirk, “biraz ordan biraz da burdan” olandır. “Bir sene sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” demenin diğer adı. Biraz ilâhi olandan, biraz da beşerî olandan. Biraz vahiyden biraz da nefisten.

Şirk en çok siyâsi alanda gösterir kendini ki bunun zirve söylemi de: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, tanrının hakkını tanrıya vermek” sözüdür.

Şirk, aynı-zamanda bir cezâdır. Meselâ; Allah’tan başkalarından Allah gibi korkmak şirktir. Bu bağlamda panik-atak şirktir. Zîrâ Allah’tan başka ilah olarak kabûl edilen mitolojik bir şeyden korkmaktır bu. “Pan”dan korkmaktır. Pan-ik atak böylece şirkin korku şeklinde cezâsı olur ki her suçun cezâsı da kendi türünden olur. Yunan mitolojisinde kırın ve çobanların tanrısı olan Pan, kırlarda âniden insanların karşısına çıkıp görüntüsüyle insanları korkuttuğu için “panik” sözcüğüne de ilham kaynağı olmuştur. Pan, “çığlık atarak düşmanlarını kaçırma, panik ettirme yeteneğine sâhip tanrı” olarak tanımlanır.

Şirk büyük bir zulümdür:

“Hani Lokman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; ‘Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür” (Lokman 13).

Allah hakkıyla takdir edilemediğinde şirk başlar. Şirk, Allah’ı hakkıyla takdir edememektir:

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah güç sâhibidir, azizdir” (Hacc 74).

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyâmet günü yer, bütünüyle O’nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir” (Zümer 67).

Şirk çok sinsidir. Hiç beklenilmeyen yerden insanı yakalar. Meselâ sevgide bile şirk olabilir ve birilerine duyulan sevgi Allah’ı unutturacak kadar olursa şirk olur. 

Çok ilginçtir ki; Allah’a koşulan şirk, yine Allah’ın yarattığı şey ile oluyor. Şirk koşulan şeyler “yaratılmış” olan varlıklardır. Şirk; Allah’ın ekmeğini yiyip de, şeytana-tağuta kulluk yapmaktır. 

Allah’tan bağımsız “iş yapma isteği” şirktir. Bu nedenle İslâm’ın bir, “şirk ortamı fıkhı” yoktur.

Lâ ilâhe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur sözü Dünyâ’ya hâkim kılınmadıkça şirk bitmeyecek ve dolayısıyla da hiç-bir zulüm, acı, feryat, çığlık, savaş, adâletsizlik giderilemeyecektir.  

Evet; Ya İslâm yada câhiliye… Ya îman yada küfür… Ya Allah’ın hükmü yada câhiliyenin hükmü… Ya tevhid yada şirk.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2016

Devamını Oku »