11 Nisan 2016 Pazartesi
İslâm’da Tâviz Vermek Var Mıdır?
İsyân
“Bir düzene veya emre boyun
eğmeme, uymama, itaat etmeme (TDK) anlamına gelen isyân sözü, insanlar
tarafından mutlak bir çirkinlik olarak görülüyor. İsyân etmek farklı kesimler
tarafından hep kötü gösterilmiş ve bu nedenle -mazlum olanlar da dâhil- insanlar
isyân etmekten çekinmişlerdir. Halk isyân etmemeyi, “hiç-bir şekilde, ne şartla
olursa-olsun isyân etmemek” olarak anlamış-anlamaktadır. İsyân, halk tarafından;
“Allah’a isyân”, “devlete-düzene isyân” şeklinde düşünülmüştür sâdece. Ne de olsa ilk isyankâr şeytandır ve
“isyân ederek şeytanın sünnetini sürdürmemek gerekir” anlayışı hâkimdir. O
nedenle de isyân etmeden bahsedilince hiç tartışmadan isyân ile küfür eş-anlamlı
tutulmaktadır.
Allah’a isyân etmek
yanlıştır ve kişiyi Dünyâ’da rezil edeceği gibi, âhirette de azap nedenidir. Fakat
işin bir de başka bir yönü vardır; şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme
isyân etmek. İsyânı mutlak anlamda kötü gösterenler ve kötü olarak anlayanlar,
doğru bir davranış olarak Allah’a isyân etmezlerken; yanlış olarak,
şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme de isyân etmemektedirler. Hâlbuki
zâlime isyân etmek takvâdandır. Hattâ zâlime isyân etmemek, Allah’a isyân
etmek anlamına gelir. Bu bağlamda tüm peygamberler isyankârdır. Zâten Allah da,
peygamberleri ve vahyi göndererek, şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme
isyân etmiştir-etmektedir. Allah zulme râzı değildir zîrâ. En başta Allah da
isyankârdır ki bu onun merhâmetinden dolayı böyledir. İnsanların içinden seçilen
peygamberler de en merhâmetli-adâletli-temiz kişilerdir. Zâten ancak bu tarz
insanlar “isyân” edebilirler. Peygamberler, “Allah’a itaat, zâlime-zulme isyân”
edebilme potansiyeli en yüksek insanlardır. Zâlime-zulme isyân etmeyenler
zâlimleşir.
“Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda,
bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: ‘Bundan başka bir Kur’ân getir veya
onu değiştir’. De ki: ‘Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak
değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana
uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben, büyük günün azâbından
korkarım” (Yûnus15).
Âyetin de
söylediği gibi, Kur’ân-merkezli bir hayat-anlayışına ve eylemine (sünnet) sâhip
olmamak bir çeşit isyândır. “Sâdece vahyolunana” uymamak isyândır. Bu bağlamda
isyân etmemek kişiyi tembelleştirir, uyuşturur, hayâta karşı duyarsızlaştırır,
insanı korkaklaştırır, hazcı hâle getirir, kalitesizleştirir. Şeytânî, tağûtî işlere
sıcak bakar hâle getirir. Böyle olunca da kişi hiç-bir haksızlığa/zulme karşı
çık(a)maz, mücâdelede/isyânda/îtirazda/eleştiride vs. bulun(a)maz. En ufak bir
ses bile çıkar(a)maz.
Müslümanlar
Kur’ân-İslâm ile îtiraz-eleştiri-isyân edeceklerine, Kur’ân’ı ve dîni,
tağutların düzenini onaylamakta kullanıyorlar. Bu tavra sâhip olan, zulme ve
adâletsizliğe karşı “Lâ”, “Kellâ” demeyi geciktiriyor. Zulmün yerleşmesine ses
çıkarmayarak tağutlara alan açıyor. Bir-türlü isyân edemiyor. Bu nedenle
bir-türlü kafasını çevirip hayâtın gerçeğine bakamıyor. Zulmün yanından
umursamazlıkla geçip gidiyor. Normâl olmayanı bir süre sonra normâl görmeye
başlıyor. Yaşamayı/hayâtı erteliyor ve bir-süre sonra dînin hayatta
görünür/yaşanır olma isteğine karşı çıkar hâle geliyor. Tağutlara taşeronluk
yapmaya başlıyor. İşte bu nedenle de isyankâr oluyor. Fakat “olumsuz anlamda”
olan, Allah’a karşı bir isyândır bu.
Allah’ın hükümlerine rağmen
nefsin hükümlerine uymak da bir isyândır. Allah’a isyân. Bu bağlamda oy
kullanmak (demokrasi) bir isyândır. Zâten kişi, oy vererek desteklediği
kişilerin zulümlerine ses çıkarmıyor-çıkaramıyor ve böylece zulme alan açarak
hakka isyân ediyor. Zâlime isyân etmemek, Allah’a isyân etmektir. Gece, en son
kıldığımız namaz, yatsıdan sonra vitir namazıdır. Onun da en son rekâtında
okuduğumuz kunut duâsı. Bu duâda “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye
Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden
(fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl edip al-aşağı
ederiz, onu kendi hâline terk ederiz. Nahlau (hâl ederiz) derken kullandığımız
“hâl” kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir
yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. Yöneticiyi makâmından
indirmeye, alaşağı etmeye “hâl” etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu
yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu
inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara
karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi
bilinçtir. Yâni bir isyândır. Müslüman âleminin hâl-i pür melâli, zâlim
yöneticilerine karşı isyân etmemektendir. Dediğimiz gibi; “Ve nahleu ve netrukü
men yefcuruk” diyoruz. “Sana isyân eden, fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederiz,
makamlarından al-aşağı edip indiririz ve onlara yardım etmeyerek kendi
hâllerine bırakırız”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân
eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz
da, ya milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine,
Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne
yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?.
Gerçek isyân
“alttakilerin” yaptığı isyândır. Çünkü ezilen kesim gerçekten ve mecbûren isyân
eder. Zîrâ zulmü en çabuk, bulunduğu yer îtibârıyla bu kesim fark eder ve görür.
Bu nedenle “alttakiler”in isyânı bir cehâlet yoksa genelde samîmidir. Bu
kesimin isyânı, kişisel değil, toplumsal çıkar-adâlet merkezli bir isyândır.
Diğerleri gibi kişisel çıkarları için yapılan çirkin isyânlar gibi
değildir.
İnsanın ne zaman tepki
vermeye başladığı, ne olduğunda ve ne olunca isyân edip harekete geçtiği, onun
dînini-inancını ortaya çıkarır. Neyi ilahlaştırıp taptığını belli eder. İnsanın
neye isyân ettiği, onun ne olduğunu açığa çıkartır. İsyân bir ses çıkarmak,
sesini yükseltmekle başlar. Ses çıkarmak, hayatta olunduğunun kanıtıdır. Hayâtı
dibine kadar yaşamak ise, zulme isyân etmekle (ses çıkarmak) olur. Yasaklanan
isyân, Allah’a karşı yapılan isyândır. Allah’a isyân edilmez, itaat edilir.
Emredilen isyân ise tağuta edilmesi gereken isyândır. (Tağut=Kendini ilah gibi
görüp, Dünyâ’yı ve insanları ilah gibi yönetmek isteyenler). Tağuta isyân
etmeyen, Allah’a isyân etmeye başlar. Tağuta isyân etmeyip de itaat edenler,
Allah’a itaati terk edip O’na isyân etmeye başlarlar. Böylece küfretmeleri gereken
tağuta tapılmaya başlanmıştır. Tağuta küfretmek, zulmün-zâlimin “üzerini
örtmek” demektir. Allah Kur’ân’da tağuta küfretmeyi (isyân) emretmiştir:
“Dinde ikrah yok, rüşd, dalâlden cidden ayrıldı,
artık her kim Tağuta küfredip (yekfur bittâğûti) Allah’a îman eylerse o
işte en sağlam tutamağa yapışmıştır; öyle ki onun için kopmak yok. Allah
işitir, bilir” (Bakara 256).
Îman, itaat ve isyân ile
başlar. Allah’a itaat ile ve O’ndan başka sahte ilahlara isyân ile. Allah’tan
başkasını ilahlaştırmaya karşı yapılan bir isyândır bu. Allah’tan başka sözde
ilahlara isyân etmeyenler gerçek îmâna eremezler. Dîne giriş bile bir isyânın
dile getirilişi iledir: “LÂilâhe, illallah”. “İlah yok Allah’tan başka!. Tüm
sahte ilahlara “lâ”, hattâ “kellâ” diyerek müslüman olunur ve bu yolda bu
bilinçle yol alınarak îmâna erilir ve mü’min olunur. Bu bağlamda isyân
etmek, verilen sözü yerine getirmek demektir. Bâzen bu söz, malı-mülkü bu
yolda sarf etmeyi ve bâzen de canı bu uğurda fedâ etmeyi (şehâdet) gerektirir.
Tüm peygamberler çobanlık
yapmışlardır. Ebû Hüreyre (r.anh) anlatıyor:
“Efendimiz Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: ‘Allah hiç-bir
peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun’. ‘Sen de mi, Ey
Allah’ın Resûlü?’ diye sordular. ‘Evet, dedi. Ben de bir miktar kırat mukâbili Mekke ehline
koyun güttüm” (Buhârî, İcâre 2; Muvatta, 18 (2, 971); İbnu Mâce, Ticârat 5,
(2149).
Çobanlık peygamberlik
mesleğidir. Bu nedenle tüm peygamberlerin ellerinde âsâları=isyânları vardır.
Âsâsı yâni isyânı olmayanlar Peygamber olamazlar zîrâ. Peygamberlerin âsâları;
gönderiliş sebepleri olan, “zulme isyân”ın bir sembolüdür.
İslâm âleminin durumu tâbir-i câiz ise içler acısıdır. Bu gidişata bir
isyân lâzımdır. Bu kötü gidişâta bir “âsâ” lâzımdır. Hz. Mûsâ’nın âsâsı gibi.
Bu âsâ, isyândır. Âsâ zâten arapçada isyân demektir: “Fe kezzebe ve âsâ. Fakat o yalanladı
ve isyân (âsâ) etti” (Nâziat 21).
İslâm’i olmayan otoriteye îtiraz/eleştiri/isyân şarttır bu aşamada. Hz
Mûsâ örneğinde olduğu gibi: Allah Hz. Mûsâ’yı Firavun’a âsâ=isyân ile birlikte
gönderdi. Bu-aşamada eylemin en bâriz görünümü olan îtiraz, eleştiri ve hattâ
isyânî sözler ve davranışlar olabilecektir tabî ki. İsyâna, eleştiri ve
îtirazdan sonra gelinir. Eleştiri, îtiraz ve sonra isyân gelir. Sonra da eylem
başlar. Siyâsete, ekonomiye, adâlete, eğitime, sağlığa vs. yönelik konularda
olan yanlış işlere karşı olan eleştiriler, îtirazlar ve isyânlar; yazılı, sesli
ve hareket içeren eylemler şeklinde gerçekleştirilecektir.
Hz. Mûsâ, âsâsını yâni isyânını
ortaya atınca, sihirbazlar, o isyânın çıkar-amaçlı geçici bir âsâ=isyân değil,
hak-merkezli bir âsâ=isyân olduğunu anladıkları anda onlar da Firavun’a isyân
etmeye başlamışlardı. Hem de ölümleri pahasına.
Ashâb-ı Kehf, bulundukları
ülkede olan şirk düzenine karşı çıkarak sisteme isyân etmişlerdi. Bu isyândan
sonra dağlarda-mağaralarda yaşamaya başlamışlardı. İşin ilginç yanı, Allah
onların hidâyetlerini arttırınca isyân etmişler. İsyân, bir hidâyetten sonra
yapılmıştır. Buna göre isyân, hidâyetle ilgilidir. Îman, hidâyet, sabır ve
kararlılık bir isyân doğurur. Demek ki birilerinin söylediği gibi İslâm “pasif
kalınma dîni” değil, îcâbında isyân etmenin de olduğu bir dindir:
“Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay)
olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de
onların hidâyetlerini arttırmıştık. Onların kâlpleri üzerinde (sabrı ve
kararlılığı) rabt-etmiştik; (Krala karşı) kıyâm ettiklerinde demişlerdi ki:
‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına
kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin
dışına çıkarız. Bunlar, bizim kavmimiz; O’ndan başkasını ilahlar edindiler,
onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi?. Öyleyse Allah’a karşı
yalan uydurup iftirâ edenden daha zâlim kimdir?” (Kehf 13-16).
Köle olanlar her şeye “evet”
derler ve hiç-bir îtirazları olmaz. Fakat bu durum onların “ben”lerine karşı da
yapmış oldukları bir ihânettir. Zîrâ öz-benlikleri “hayır”, “lâ” diye
haykırmaktadır.
Aliya İzzetbegoviç:
“İslâm’ın ilerlemesini sâkin ve
teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve isyankâr ruhlu kimseler
gerçekleştirecektir” der.
İsyân bâzen bir vâroluş
şeklidir. Camus gibi; “başkaldırıyorum öyleyse varım” diyerek vâroluşunu
göstermek gerekebilir.
İnsanın, her türlü ağır yükler yüklense de isyân etmeyen eşeklerden bir
farkı olmalıdır ve insan, kendisine taşıyabileceğinden daha fazla yük
yükleyenlere karşı isyân etmelidir.
Ali Şeriati şöyle bir duâ
eder:
“Allah'ım!. Bana îmanda “mutlak itaati’’ bağışla
ki, Dünyâ’da “mutlak isyân’’ içinde olayım. Rabbim!; Bana “kavgacı ve
inatçı’’ bir takvâyı öğret ki, sorumluluğun çokluğu arasında kaybolmayayım. Beni
perhizkâr, münzevî takvâdan koru ki, tenhâlık ve uzlet köşelerinde
gizlenmeyeyim!”.
İslâm’a olan
samîmiyet, küfre karşı bir isyân doğurur. Ercüment Özkan:
“Küfre olan hasımlığım, İslâm’a olan
hısımlığımdandır” der.
Âsi olmak ve isyân etmek
için sağlıklı olmak gereklidir fakat zorunlu değildir. Çünkü âsilik ve
isyankârlık insanın bedeni ile değil, rûhuyla alâkalıdır.
Celâleddin Rûmi “Etme” adlı
şiirinde:
“İsyân et arkadaşım!, söz söyleyecek
an değil; aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!” der.
Evet; insan, isyân eden
varlıktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Nîsan 2016
Kesinlik
Tembellik ve Korkaklık
O hâlde havf, Allah’ın istediği gibi yaşadıktan sonra âkıbetten emin olmak ve korkmamaktır.