“Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-am
116).
Şirk nedir? Allah’tan başka birilerinin,
herkesin malı olan ülkenin kaynakları vesilesiyle istediği gibi güç kullanma;
bu güç vesîlesiyle kânun/kural/hüküm/yasa koyma; iktidardakilerin bu yasalarla devşirdikleri
“tanrısal güç”le toplumu aslında “keyfî”ne göre yönetme isteğidir. Bu yasalar
en nihâyetinde bir-kaç kişinin ön-yargılarına, fikirlerine, düşüncelerine,
isteklerine, ideolojisine ve en önemlisi de çıkarlarına göre düzenledikleri
yasalardır. Yaptıkları şey sâdece bâzı küçük kurallar üzerine olsa pek sorun
yok. Meselâ trafik, güvenlik, sağlık, ekonomi, adâlet vs. gibi düzenlemeler.
Kânunları Kur’ân-merkezli ana-yasaya aykırı olmayacak şekilde yapmaları gerekir
ki, insanlar “keyfî” yasalarla/kurallarla yönetilmekten ve bu sebeple de zulme
uğramaktan kurtulsun. Aksi takdirde, başa kim/kimler geliyorsa o
kurucu-kadronun, hattâ kurucu-kadronun başındaki kişinin keyfine göre
kânunlar/yasalar çıkmaması imkânsızdır. Öyle ki bu keyfî yasalar o kişinin o
günkü genel durumuyla bile ilgili olabiliyor. O kişi o günkü ruh-hâline göre
öneriler sunuyor ve “baskın lîder” olduğu için bunlar büyük oranda kabûl
ediliyor. Adamın o gün huysuzluğu üzerindeyse ve çıkacak/değişecek yasa da bu
huysuzluğa göre düzenlendiyse, vatandaş bu huysuzluğa kurbân oluyor ve bedelini
bâzen de çok ağır ödüyor. Bekleyelim ki keyfi tekrar yerine gelsin ve birazcık
olsun merhâmeti kaldıysa o merhâmet içinde tekrar depreşsin de yasayı halk
lehine değiştirsinler. Bunu beklemek gerçekten enâyiliktir. Çünkü böyle-böyle
ömür geçip gidiyor ve insanlar sıkıntılı bir hayattan sonra huzûru ancak kara-toprakta
buluyor. Zâten tüm umudunu yitirdiği için kara-toprağa kavuşmadan önce bunu
arzulamaya başlıyor.
Peki bu zulüm nasıl ortadan kalkar? İşte
bunun tek bir yolu var: Başlıkta yazdığımız âyetin gereği yerine getirildiği
zaman.. Bir çokluk yönetimi olan demokrasiye îtiraz edildiğinde.. Bu îtiraz
aktif şekilde bir “İslâm’i devrim” ile olmuyorsa, oy vermeyerek yapılabilir.
Aksi hâlde sürekli farklı keyiflere göre hareket etmekten ve bu nedenle de
zulme uğramaktan kurtulamayacağız.
Özellikle 2. dünyâ-savaşından
sonra Dünyâ, İngiliz yönetiminden ABD yönetimine geçince ve kapitâlizm kendini
tüm gücüyle empoze edince ve Türkiye’de de Özal ile başlayan Amerikan güdümlü
siyâset kabûl edilince müslümanlarda bir değişme oldu. Bu değişim RP döneminde
farklı bir kulvara girdiyse de bu sisteme bir-yandan hem adapte oldu hem de
farklı yönelişlerin cezâsı 28 Şubat süreciyle çok ağır bir şekilde verildi.
İşte müslümanları teslim olmaya zorlayan asıl etken budur. 28 Şubat süreci
müslümanları öyle bir korkuttu ki, artık bu yukarıda bahsettiğimiz zâlim
ideolojilere/sistemlere rükû ve hattâ secde ettiler/ediyorlar. İşte bu
alçalışın gerçek nedeni âhiret bilincinin ve imânının zayıflaması, azalması,
dikkate alınmaması ve neredeyse yitirilmesinden dolayıdır. Yâni müslümanlar
artık dünyevileştiler ve bunu sorun etmemeye başladılar. Allah’tan,
Peygamberden, Kur’ân’dan, hak-hakîkat; adâlet-eşitlikten çok-çok daha fazla,
Dünyâ’yı, modernizmi, konformizmi, liberâlizmi, kapitâlizmi, demokrasiyi
sevmeye hattâ âşık olmaya başladılar. Öyle ki laf bile ettirmiyorlar bu tağûti
sistemlere. Kur’ân-merkezli okuma/çalışma yaptıklarını zannedenler bile aslında
kapitâlist-liberâl-demokratik ideolojilerin ve bunların ülkedeki uzantıları
olan “partilerin düşünceleri ve çıkarları merkezli” bir anlayışa kapıldılar.
Çünkü kendi çıkar ve konfor anlayışları ile bu partilerin çıkar ve konfor anlayışları aynıdır. Günümüz
Türkiye’sinde bu tarz siyâset yapan iktidardaki parti AKP’dir.
Aslında bu partiler de
gelip-geçicidirler. Zamânında Özal’ı şakşaklayan ve ondan büyüğünü görmeyenler
bir-süre sonra aynı yalakalığı Erbakan’a, en nihâyetinde de aynı şakşaklığı ve
yavşaklığı Erdoğan’a yaptılar/yapıyorlar. Erdoğan da Allah’ın kaderine
uğrayarak zamânın yok etmesine yakalanacaktır. Asıl sorun bu parti lîderlerinin
de izinden gittiği laik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/konformist/modernist
zulüm düzeninin devâm ediyor olmasıdır. Bataklık burasıdır. Diğerleri bu
bataklıktan beslenen değersiz “sinekler”dir ve bunlar aslında yoksulun
yoksulluğunun sürmesine; zenginin ise servetlerini sürekli arttırmasına sebep
oluyorlar. Zâten demokrasinin çıkış nedeni de budur. Demokrasi ve onun eylem
şekli olan “oy verme” vesîlesiyle aslında istedikleri lîderi başa getirerek ve
düzenlerini sürdürerek garibanın, eleştirenin, isyankârın sesini kesmek
istiyorlar. Diyorlar ki: “Halkın irâdesiyle geldik buraya. Bizi eleştirmeye
hakkınız yok”. Fakat ey müslümanlar! şunu iyi bilin ki yaptığınız şey, yoruma
bile gerek duyulmayan Kur’ân âyetlerine aykırıdır. Oy kullanarak bir şirkin peşine
düşmüş durumdasınız. Özellikle de “sözde Kur’ân-merkezli bir hayat ve anlayış
peşinden koşanlar”; şu âyetler sizi hem bu Dünyâ’da hem de âhirette mahkûm edecektir:
“Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar.
Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-am 116).
Şuâra 103, 121, 139, 158, 190.
âyetlerinde de “çoğunluk”un olumsuzluğundan bahsedilir. Demokrasi bir “çoğunluk
yönetimi”dir. 100 kişilik bir ortamda 49 kişi istemese bile 51 kişinin istemesi
o şeyin kabûl edilmesine yol açar. Çoğunluk ne derse o olur, isterse o şey
yanlış/çirkin/ayıp/günah ve hattâ şerefsizce olsun. Artık bir-fazla çoğunluğu
yakalamış olanlar insanların kaderlerini belirlemeye kalkarak hâşâ ilahlaşırlar.
İnsanların ne yiyip-içeceğine, ne giyeceğine, nerede oturacağına kısaca tüm
hayâtına onlar karar verir. Verdikleri kararlar keyfî kararlardır. Fıtrata
uygun olmayan zulümâne kararlardır çoğu. Bir-şey iyi iken bir-anda
kötüleştirebilirler. Halkın lehine olan bir-şeyi bir-anda değiştirerek halkın
a-leyhine çevirebilirler ve kimse hesap da soramaz. Hesap sorsa da yanıt
alamaz. Artık beklesin ki bir 4-5 sene geçsin de bunlara oy vermesin. Hâlbuki
kullandığı oyu da kendi serbest irâdesiyle vermemiştir ve vermeyecektir.
Alttan-alta çeşitli kanallarla ona dayatılır kime oy vereceği.
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla
sapıtmak ister” (Nîsa
60).
“O,
hükmüne kimseyi ortak etmez” (Kehf 26).
Oy vermek, Allah’ın hükmüne başkalarını
ortak etmek demektir. Hem de bu ortaklar, Allah’ın hükmünden hiç-birini kânun
olarak yürürlüğe koymak istemeyenler, hattâ bu şekilde hüküm koymayı
yasaklayanlar ve yasaklanmasını onaylayanlardır. Sâdece kendi keyfi
yargılarıyla belirledikleri kânun ve kurallara îtibar edenlerdir.
“Hüküm
ancak Allah’ındır. O da, kendisinden başkasına kulluk yapmamanızı emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Yusuf 40).
“Aralarında
Allah’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana
indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına dikkat et. Eğer
(Allah’ın hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak
günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların bir-çoğu
da zâten fâsıktırlar (yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar câhiliyye
(İslâm-dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükmü
bakımından Allah’tan daha iyi kim vardır?” (Mâide 49-50).
“Kim
Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar kâfirlerin
ta kendileridir” (Mâide
44).
“Kim
Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar zâlimlerin
ta kendileridir” (Mâide
45).
“Kim
Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar fâsıkların
ta kendileridir"
(Mâide: 47).
“Muhakkak
ki şirk en büyük zulümdür”
(Lokman: 13).
“Kim
İslâm’dan başka bir din ararsa o ondan kabûl edilmeyecektir ve o âhirette
ziyâna uğrayanlardan olacaktır” (Al-i İmran 85).
İslâm târihinde oy verme diye bir şey
yoktur.
Onların iş ve yönetimleri aralarında şûra iledir. (Şûra 38). Demokrasi ile şûra zinhar aynı şey değildir.
Demokraside sonsuz görüşler vardır ve hiç-bir zaman bir uzlaşma sağlanamaz.
Çoğunluğun görüşü hâkim olur. Şûrada ise halkın tamâmının kabûlüyle olan bir
uzlaşma yürürlüktedir. Demokrasiyi halk içindeki câhiller ve …ler severken,
şûrayı halk içindeki câhiller ve …ler sevmez.
Şûrâ; demokrasi gibi
donuk, hareketsiz bir sistem değildir. Demokrasilerde 4-5 yılda bir aktiflik
var ve bu aktiflik de özgür irâde ile olan bir aktiflik değil, dayatılan
adaylardan birini seçmeye zorlanmaktır. Şûrâda ise dinamik, hareketli bir yapı
vardır. Her-an, tartışılabilecek uygulamalara ve düzenlemelere açıktır. Meselâ
kısas durumunda karârı vermek halka âittir. Onu affedecek mi yoksa ölümüne mi
hükmedecek?, bunu ölenin yakını belirler, devlet keyfine göre belirleyemez. Demokrasi
çok mekanik, şûrâ ise canlı rûh içeren bir yapıdır.
Demokrasi % 49’a karşı %
51’i için bölücüdür ve daha başta tevhide aykırıdır. Tevhide aykırı olduğu için
İslâm’a aykırıdır, İslâm’ın özüne aykırıdır. Fırkalara ayrılmanın başladığı yer
tüm insanlık târihinde budur. Kur’ân, Enbiyâ 159, Rum 32, Mü’minûn 53-54’te
“sakın fırkalaşmayın, yoksa perişân olursunuz” der. Demokrasi, fırkalaşmanın
modern adıdır. Karşıdaki %49 size ânında düşman olur. Kur’ân buna müşriklik
der: “Gönülden katıksız bağlılar” olarak, O'na yönelin ve O'ndan
korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. Onlardan ki,
dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar hâline geldiler. Her hizip kendi
elindekiyle sevinip övünür” (Rum 31-32).
“O vakit
Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şâyet sen kaba, katı yürekli
olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet;
bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış (istişâre et). Karârını
verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp
güvenenleri sever” (Âl-i İmran 159).
Bu âyet-i kerime Resûlullah (s.a.s.)
Efendimizin Uhud savaşının başlangıcında ashabını toplayarak bu konuyu onlarla
görüşmesi ve sonrasında yaşananlar sonucu indirilmiştir. Peygamber Efendimiz
kendi fikrini açıklayıp onların fikirlerini almıştı. Allah’ın Resûlü Medine’de
kalıp gelmekte olan düşmana karşı bir müdâfâ savaşı vermeyi düşünüyordu. Ama
istişâre ettiği ashabı arasında daha önce Bedir’de bulunamayıp düşmanla karşılaşmaya
can atan, bir meydan muhârebesi için yanıp tutuşan gençler vardı. Bunlar
ısrarla Uhud’a gitmeyi, düşmanı şehrin dışında karşılamayı ve kahramanca bir
savaşta Resûlullah’ın yüzünü aydın etmeyi istiyorlardı. Onların bu arzularında
ısrarlarını gören Allah’ın Resûlü kendi fikrinden vazgeçip onların bu arzusunu
kabûl etti. Sonra bu gençler Resûlullah’ı üzdüklerini, onun arzusuna muhâlefet
ettiklerini düşünerek pişmân oldular ve gelip şöyle dediler: “Ey Allah’ın
Resûlü, sizin arzunuzun aksine bir şey isteyerek gâliba bizler hatâ ettik. Bu
tavrımızdan ötürü bizi affet ve nasıl istersen öylece yap. Biz sizinle berâberiz”
dediler. Fakat Allah Resûlü artık karârını vermişti.
İşte daha önce ashabıyla istişâre edip de bu istişâresinin
sonunda kendi fikrinden vazgeçip, onların isteklerine tâbi olmasını yüce
Yaradan emrediyordu. Hattâ bu istişâre sonucu alınan karar olumsuz sonuçlanırsa
dâhi artık ashâbıyla istişâreden vazgeçme gibi kâlbinden bir duygunun
geçmemesi, istişâre ettiğine pişmanlık duymaması için Rabbimiz burada açıkça müşâvere
emrini veriyordu. Şu zamanda bir-takım gençler, parlamentonun aldığı basit bir
karârı bile kendi istedikleri yönde değiştirebilirler mi? Böyle bir şey
söz-konusu olabilir mi?. Tabî ki de hayır!. O hâlde demokrasi bir dayatma
sistemidir. Ona bu gücü veren ise, oy kullanan insanlardır.
Kur’ân, ayrıca Allah ile melekleri arasında geçen
müşâvereyi insanlığa örnek olarak sunmaktadır. Allah, üstün emredici olarak
şûrâ etmeye muhtâç olmadığı hâlde Hz. Âdem’i yaratmayı düşündüğü zaman yeni bir
varlık yaratacağını ve onu yer-yüzünde halife kılacağını meleklere meşvereti
andırır bir tarzda açarak, şûrâyı bizzat uygulamaktadır. Allah ile melekleri
arasında geçen şûrâ Kur’ân’da şu şekilde zikredilmiştir: “...Düşün o zaman ki, Rabbin meleklere, yer-yüzünde (emirlerimi yerine
getirip, varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak) bir halife yaratacağım
buyurduğunda, melekler şöyle demişlerdi: Yeryüzünde fesat çıkarıp, kan dökecek
birini mi yaratacaksın? Hâlbuki biz seni hamd ile tesbih eder, seni her türlü
noksandan yüce tutarız. Allah ise, Ben sizin bilmediğinizi bilirim buyurmuş ve
Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra meleklere göstermiş, eğer (halifeliğe
daha lâyık olduğunuz iddiasında) doğru iseniz bunların isimlerini bana söyleyin
buyurmuştur. Melekler, seni her türlü noksandan tenzih ederiz, senin bize
öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur, Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi
hikmetle yaparsın” (Bakara 30-32). Kur’ân’da geçen bu istişâre örneğinin
amacının, şûrânın önemini insanlığa göstermek olduğu düşünülmüştür. Başka bir
âyet-i kerimede “Yine onlar, Rablerinin
davetine icâbet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma
iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar” (Şûrâ 38)
buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz şûrâ ve istişârenin önemine işâret
etmiştir:
“İstişarede bulunarak işlerinize karşı yardım alınız”.
“Bir topluluk istişârede bulundu mu mutlaka işlerinde en doğru olana
yönelirler”.
“İstişâre edilen kişi kendine îtimat olunan kişidir”.
İslâm
hukûku ile laik-seküler hukuk birleştirilip bir sentez de yapılamaz. Bu hakka
bâtıl karıştırmak demektir. Artı ile eksi toplandığında sonuç eksi olur. İlaç
ile zehir karıştırılırsa o şey zehir olur. Bir kazan bala bir damla da olsa
zehir karıştırıldığında o bal zehirleneceğinden dolayı yenmez. Bâtıl, ancak
bâtıl hâlinden tamâmen çıktığında hak olur. Domuz yenmez ama tuz gölüne
düşüp tuza dönen domuz yenebilir fıkha göre. Meşrû olmayanla meşrû olana
gidilemez. Yarısı çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa diğer
yarısını da çok kısa zamanda çürütecektir. Diğer yarısı ne kadar sağlam olursa-olsun,
çürük olan diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır.
Derler ki, şu-an iktidarda olan AKP için:
“Adamlar yine müslüman, namaz kılan insanlar, İslâm’ı bilen kişiler vs. vs..
Eeee; böyleler de sanki İslâm’ın kurallarını mı uyguluyorlar? Oysa bizzat
partinin başındaki kişi şöyle diyor: “Dini esaslara dayalı devlet-anlayışını
kabûl etmiyoruz”. Yâni dînî, ahlâki esaslara dayalı devlet-anlayışını kabûl
etmiyoruz. Hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ilkelerine dayalı devlet-anlayışını
kabûl etmiyoruz. Dînin olmadığı bir adâlet anlayışı mı olur? Kimin için adâlet
yapacaksınız? Zâten “demokratik devlet-anlayışı”na dayalı bir yönetim şeklinde
adâlet olmaz. Yâni herkese eşit adâlet olmaz ve olmuyor da zâten.
Ahmet Kalkan şöyle der:
“Küfür idâresini namaz kılan yönetse ne olur, namaz kılmayan
insan yönetse ne olur?, biz hükümete mi devlete mi tâlip olmalıyız?, halk
hiç-bir zaman idârede değildir, memleket her-zaman Atatürk’ün ilkelerine göre
idâre edilir. Bu nedenle her-zaman CHP iktidardadır. Bütün partiler o ilkelere
bağlı olmak zorundadır”.
Yine diyorlar ki Hz. Yûsuf da şirk düzeni
içinde görev almıştı: “(Yûsuf) dedi ki:
Beni (bu) yerin (ülkenin/toğrağın) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl.
Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim” (Yûsuf
55).
Bir-kere o, seçimle değil, atama ile
iş-başına gelmişti ve işin başındayken uyguladığı kânunlar, kralın kânunları
değil, İslâm’ın kânunlarıydı:
“Böylece
(Yûsuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra
onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yûsuf için böyle bir plân
düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dîninde (yürürlükteki kânuna göre) kardeşini
(yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi
derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi-sâhibinin üstünde daha iyi bir bilen
vardır” (Yûsuf 76).
“De ki: Bu,
benim yolumdur. Bir basîret üzere Allah'a dâvet ederim; ben ve bana uyanlar da.
Ve Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim”. (Yûsûf 108).
Meclis,
kişilerin -müslüman da olsa- dîni ezerek girdikleri bir yerdir. Ayrıca, İslâm’da
yemin sâdece Allah adına yapılabilir. Allah adına yapılmayan yeminler
geçersizdir. Bunu dinle bir işi olmayanlar umursamayabilirler fakat
müslümanların da umursamaması onların dinde ciddî olmadığını gösterir. Evet;
vekillerin mecliste ettikleri yemin İslâm açısından bâtıldır ve müslüman
açısından da en azından inandırıcı değildir:
“Devletin varlığı ve
bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve
şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukûkun üstünlüğüne, demokratik ve laik
cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refâhı, milli dayanışma ve adâlet
anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti
önünde nâmusum ve şerefim üzerine ant içerim”.
Üzerine
yemin edilen değerler insan-üstü bir konuma yapılmadığı için gerçek inancı
yansıtmaz ve yeterince ciddî olamaz. Yemin, metinde geçen şeyler üzerine
edildiğinde her-hangi bir “çekince” oluşturmadığı ve âhireti düşündürtmediği
için onun meselâ bir yolsuzluk yapmasına engel olmayacaktır. Ancak yüce bir
değer için edilen yemin insanı kötü bir işten alıkoyabilir.
Bir kere; parlamentoya giren vekillerin üzerine
ettikleri yemin, yine insanlar tarafından çıkarılan bir anayasayadır. Bu
anayasa değişmeye mahkûm bir anayasadır ve bu nedenle vekiller yemin ederken
aslında ciddî değildirler. Neden bir insanın ya da insan topluluğunun yaptığı
yasaya mutlak bir bağlılık göstersinler ki? Çıkarlarına yemin ediyorlar
aslında. Hâlbuki yemin sâdece Allah’a edilir ve Allah’tan başkası üzerine
edilen yeminler bâtıldr ve şirktir. Yâni şirke daha ilk-andan îtibâren başlıyorlar.
Biz
İslâm’ın yönetim-şekli “imamlık”tır diyoruz. Ama “bu yönetim-şekli olmuyorsa en
iyisi demokrasidir” demek cehâlettir. Demokrasinin meselâ krallıktan daha iyi
yönetim olduğunun delili nedir?. Platon krallığı savunurken, öğrencisi Aristo
demokrasiyi savunurdu. İkisi de büyük filozoflardı. (Fakat bir şeyi
ıskalıyorlardı: İmamlık). Bir kıyaslama yaparsak: Krallıkta tek-bir “kral”
varken, demokrasilerde yüzlerce “kral” vardır. Sömürü/hırsızlık varsa, tek bir
kişinin hırsızlığı/sömürmesi mi, yoksa yüzlerce kişinin hırsızlığı/sömürmesi mi
daha iyidir? Târihe bakıldığında, insanların hayatlarının krallık
yönetimlerinde, demokratik yönetim seviyelerindeki kadar perişân olduğu
görülmez. Zâten krallıkta tüm ülke kralın olduğu için kralın yolsuzluk yapması
saçma olur. Kimin malını kimden çalacak ki? Hattâ tüm ülke onun olduğu için,
birilerinin yolsuzluk yapmasını önler. Bu bağlamda krallık demokrasiden daha
temiz bir yönetimdir. İslâm’ın yönetim şekli olan “şûrâ imamlığı” ise, fıtrata
en uygun olanıdır.
Peygamberimiz:
"Benden sonra bir-takım emîrler (idâreciler) olacaktır. Kim onların
yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden
değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına
yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara
yardım etmezse bendendir. Ben de onunla berâberim. Ve o kimse havzımın
kenarında bana ulaşacaktır" der. (Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360).
Peygamberimiz,
kendisine yapılan: “Gel bir-iki sene sen idâre et, bir-iki sene de biz idâre
edelim (demokrasi) talebine en ufak bir tâviz vermeyerek reddetmişti. “Bir
elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseler vazgeçmem, tâviz vermem” demişti.
Sürekli
değişebilen, değişime açık kuralların olması, bir kuralın olmaması anlamına
gelir.
Değişmeyen kurallar ise bir tek “din”de vardır ki bu da Allah indinde tek din
olan İslâm dîninin kurallarıdır. Çatısını vahyin belirlediği bu kurallar ise
demokrasi ile taban-tabana ters kurallardır. Allah ile insanların koyduğu
kurallar arasında, Allah ile insan kadar fark vardır.
Siyâsi partiler kânununun 86. maddesinde
açıkça şöyle denir: “Siyâsi partiler, Türkiye Cumhuriyetinin laiklik
niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve
bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar”.
Anayasanın 24. maddesinde ise: “Kimse,
Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa,
din-kurallarına dayandırma veya siyâsi veya kişisel çıkar, yâhut nüfûz sağlama
amacıyla her ne sûretle olursa-olsun, dînî veya din-duygularını, yâhut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz”.
İlk-önce keyiflerine göre hüküm çıkarıyorlar, sonra da
keyiflerine göre çıkarttıkları bu hükümleri, yine keyiflerine göre
yorumluyorlar.
İşte! oy vermek/kullanmakla, Kur’ân’ı,
İslâm’ı işe karıştırmayan bir düzene destek (salât) olmuş oluyorsunuz. Hâlbuki
salât buna engel olur: “Dediler ki: Ey
Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda
dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın (salât) mı emrediyor?
Çünkü sen, gerçekte yumuşak-huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd
87).
“Onlar,
Allah'ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve
Meryem-oğlu Mesih'i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilaha ibâdet etmekten başka
bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları
şeylerden yücedir” (Tevbe 31).
Bu âyeti duyan Adiy ibni Hatem îtiraz
etmişti; “ben de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı Rab
edinmiyor ve onlara ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlullah şöyle
buyurdu: Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kıldıklarında
onların dediklerini kabûl etmiyor musunuz?
Adiy ibni Hatem “evet, kabûl ediyoruz,
çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi. Bunun üzerine Resulûllah:
“işte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu. Rab; dinde hüküm-koyucu
demektir. Hüküm yalnız yüce Allah’ındır, Yüce Rabbimiz dinde, ulûhiyette,
rubûbiyette, hükümde, ibâdette ve hükümranlıkta hiç-bir kimsenin ortaklığını
kabûl etmez.
Oy kullanmak, Allah’tan
başkalarının hükümleriyle hükmedenlere (tağut) destek olmak demektir.
Oy kullanmak; “Hâkimiyet (egemenlik)
kayıtsız-şartsız milletindir” şirkine destek sağlamaktır. Oysa hâkimiyet;
kayıtsız-şartsız milletin değil, kayıtsız-şartsız, şeksiz-şüphesiz Allah’ındır.
Hâkimiyet/egemenlik yaratıcıya âittir.
“Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi
hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sâhipleri de çok-ortaklı olan (köle) bir
adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur
mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar” (Zümer 29)
“Allah’tan başka bir takım hâmiler (veliler) edinenlere
gelince, Allah onları dâima gözetleyip kontrol etmektedir, sen onlar üzerinde
yönetici değilsin” (Şûrâ 6)
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Arzu
ve heveslerini, benim getirdiğim ölçülere uydurmadıkça, sizden hiç biriniz mü’min
olduğunu iddia edemez”.
Hükümleri Allah yapmalıdır, çünkü: “O Allah
ki, O'ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşâhede edilebileni de bilendir.
Rahman, Rahim olan O'dur. O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir;
Kuddûs'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır;
Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. O Allah
ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca vâr edendir, şekil ve sûret
verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu
tesbih etmektedir. O, Aziz, Hâkimdir” (Haşr 22-24).
Oy verdiğimiz zaman iktidârın yaptığı/yapacağı
her işe onay vermiş oluyoruz. Yanlış bir iş yaptığında ona “dur” diyemiyoruz
ki. Demokraside böyle bir olanak yok. 4-5 yılda bir, sâdece tek bir hakkımız
var. Hâlbuki şûra sisteminde müslümanlar hükûmetin yaptığı işleri demokrasideki
gibi 4-5 yılda bir denetlemiyor. Sürekli bir denetleme vardır şûrâda. Canlı bir
denetleme sistemidir şûrâ. Şûrâ, hüküm koymada değil, işleri yapmada geçerlidir. Eylem
durumunda uygulanır.
İslâm, o günkü Dünyâ devletlerine bakarak
her-hangi bir kânun/kural almamıştır. Böyle bir şey olmuş olsaydı, o şeyin
alındığı devlet “iyi devlet” olacağından, tamâmen o devlet kopya edilirdi.
Peygamberimiz müşriklerin hiç-bir
dâvetini/önerisi kabûl etmeyerek Allah’tan başka bakış-açılarını
desteklememiştir. Onlara katılarak desteklememiştir ve düzenlerini onaylamamıştır.
Kur’ân’a baka-baka, Kur’ân’ı okuya-okuya oy
verilemez çünkü.
“Oy vermek gibi fiillerin, oy verenlerin niyetine
göre yâni eğer kişi "bunlar bu bozuk düzeni düzeltebilirler"
gibisinden düşünerek oyunu kullanıyorsa, o zaman bu şirk değildir diyebilir miyiz?”
diye bir soruya şöyle cevap verilmiştir:
“Dikkat edilmesi gereken ve zaman-zaman bir-çok kişilerin
istismârına yol açan bir konu vardır. Bu da amel-niyet ilişkisidir. Bir-çok
insanlar -ameller niyetlere göredir- hadisinin arkasına sığınarak amel-niyet
münâsebetini çok çarpık bir şekilde yorumlamışlardır. Özellikle bunlar
bulundukları mevki ve makamlardan tağutun kendilerine bahşettiği imkânlardan
vazgeçmeyenlerdir. Bunlar durumlarını meşrûlaştırmak ve İslâm’i bir kılıfa sokmak
isterler. Bunun için bir-takım dînî ıstılahları özellikle dînin temel kaynağı
durumunda olan Kur’ân ve Sünnet’ten deliller getirerek kendi basit zevklerini
ve dünyevî çıkarlarını ilâhi bir temele dayandırmaya çalışırlar. Zâten bu târih
boyunca da hep böyle olmuştur. Krallar ve hükümdarlar bile makamlarını
meşrûlaştırmak için zaman-zaman durumlarını ilâhi bir kaynağa dayandırma ihtiyâcını
hissetmişlerdir. Eski Mısır’lılarda Firavun Tanrının oğludur. Hükümdarlık
yetkisini Tanrıdan almıştır. Çin’lilerde de durum böyledir. Kral semâvi
hükümdarın oğludur”.
Şeriatın haram ve küfür gördüğü bütün ameller niyete
göre midir ki bu durum niyete göre olacak?.
Bütün İslâm alimlerine göre; iyi niyet, dince
yasaklanmış olan bir işin yapılmasına cevaz değildir. Ve o işin kötülük ve
günah vasfını da ortadan kaldırmaz. Ancak dînin hoş gördüğü ve İslâm’ın temel
prensipleriyle çatışmayan şeriata uygun ameller niyete göredir ve ancak böyle
işler için yapılan niyetler sevap getirir.
Şeriatın haram veya küfür gördüğü ameller aslâ niyete
göre değildir. Bir müslüman, şirk, küfür ve haram olan bir ameli işlerken onu
iyi niyetle işliyor olsa bile bu küfürdür, iyi niyeti onu müşrik olmaktan
kurtarmaz. Müşrikler bile putlara ibâdet ederken iyi niyetli olduklarını,
niyetlerinin Allah’a yaklaşmak olduğunu dile getiriyor ve şöyle
diyorlardı:
“Biz onlara
ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsın diye ibâdet ediyoruz” (Zümer: 3).
“Onlara,
yer-yüzünde bozgun çıkartmayın” dendiğinde, “tam tersine, bizler ıslah edicileriz;
barış ve esenlik getirenleriz” demişlerdir. Dikkat edin, gerçekte onlar, bozgun
getirenlerin ta kendileridir de bunun bilincinde olmuyorlar” (Bakara 11-12).
Dîni, hayâtının birinci kısmına koyanların oy
kullanması düşünülemez.
Partinizi mi daha çok seviyorsunuz
yoksa Allah’ı, peygamberi, Kur’ân’ı, İslâm’ı mı?
Kur’ân okuyup da oy vermekten rahatsızlık
duymamak da nedir? Yeminle söylüyorum: Vallâhi, billâhi, tallâhi; Kur’ân ve
demokrasi-oy vermek ve hele ki bu ideolojinin ürünleri olan partilerin tutumunun
uyuşması-uzlaşması ve yan-yana gelmesi söz-konusu bile olamaz. Bunu kabûl
etmeyenlerin Kur’ânî-İslâm’i bir dayanakları yoktur. Dayanakları hevâ ve hevesleri,
çıkarları, gereksiz ve aşırı bağlılıklarından başka bir şey değildir.
“Yoksa
(elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var? İçinde, neyi
seçip-beğenirseniz, mutlaka sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete
kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm verirseniz o, mutlaka
sizin kalacak diye” (Kalem
37-39).
“Yoksa onların
bir-takım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden
kendilerine bir şeriat kıldılar? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette
aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır”
(Şûra
21). Bu uyarıdan sonra söylenmesi gereken şey şudur:
“Gerçekten
bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin
gerçekten hidâyette olduklarını sanırlar” (Zuhrûf 37).
“Şu hâlde, sen bundan dolayı dâvet et ve emrolunduğun
gibi doğru bir istikâmet tuttur. Onların hevâ (istek ve tutku)larına uyma. Ve
de ki: Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adâletli davranmakla
emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz
bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle aranızda deliller getirerek tartışma
(ya, huccete gerek) yoktur. Allah bizi bir-araya getirip-toplayacaktır. Dönüş
O'nadır”
(Şûra 15).
Şu emir önce ilk muhatap Hz. Muhammed’e
verilmişti, şimdi de bize söylüyor: “Sonra seni bu emirden bir şeriat
üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına
uyma” (Câsiye 18).
Oy vermek şirk olduğu için oy verenler de
müşriktirler. (Tabi oy kullananların çoğu bunun farkında değil) “Şu-hâlde
sen, kendilerine vâdedilen (azap) günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak;
dalıp-oynasınlar, oyalansınlar” (Meâric 42).
Hikmet Ertürk:
“Oy vermekle sistem
İslâm’i olana dönüşecek olmuş
olsa, oy vermek emin olun ki yasa-dışı îlân edilirdi. Bundan hiç
kimsenin şüphesi olmasın.
Şirk; Allah’a da inanmakla birlikte, Allah’a zâtında, sıfatlarında, hükmünde, ulûhiyet (ilahlık), ibâdet veya mülkünde ortak koşmaktır.
“Ortak akılla çıktık yola, demokrasi yolunda vermeyeceğiz
mola, egemenlik ne yargının ne de darbelerindir, egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir"
sloganları atmak bir müslüman için utanç verici
bir durumdur.
Yalnız Allah'ın hükmüne çağrıldığınız zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat (bununla birlikte, şirk unsuru olan) başka hükümler söz-konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysa hüküm yalnız
her-şeye gücü yeten Allah’a âittir” (Mü’min 12).
Kur’ân-ı Kerim’de
Tağut teriminin kullanıldığını görüyoruz. Yine
Kur’ân-ı Kerim’de, tağut'u
inkâr edip ona baş kaldırmayanların mü’min sayılamayacaklarını çıkarsıyoruz’’
(Mevdûdi)
Yukarıda yapılan tanımlamaların ışığında fark edilecektir ki; kısmen ya da tamâmen
Kur’ânî ilkelere sırt çevirip,
bunların yerine
Kur’an’a aykırı yasalar ikâme eden yöneticilerin, ister-istemez tağut kategorisi içinde mütâlâa edilmeleri gerektir. Bu
sınıfa giren yöneticilerin
kendilerini İslâm’a bağlı görmeleri ya da böyle göstermeleri, hattâ
çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu
toplumların maddî
çıkar ve yükselmelerine mâtuf amaçlar serdederek
öne çıkmaları durumu
değiştirmez. Böylelerinin, müslümanların
yükselmelerinden anladıkları şey, onların omuzlarına basarak kendi yükselişlerini hazırlamaktan ibârettir ve bunun için de sıkça kullandıkları yol, ya toplumları İslâm
öncesi (câhili) kültürün karanlık
bulutları içine
sokan yoldur, ya da kokuşmuş batı kültürünün dipsiz
bataklıklarına götüren yol.
(Ebu Asad). Ya da, “din” sözcüğünün yol, düzen, yasa gibi çağrışımları
göz-önünde bulundurularak, Zümer 11. âyetin daha açık bir
ifâdesiyle: “De ki, ben yasa ve düzen
koyup yol
göstermek işini yalnızca Allah’a özgü bilerek, O’na kulluk etmekle emr olundum”
diye de çevirisi yapılabilir’.’
“Andolsun ki biz her kavme;
“Allah'a ibâdet edin ve tağuta kulluk (ibâdet) etmekten kaçının” diye (tebliğ yapması için) bir peygamber gönderdik” (Nâhl
36).
İnsanlar, Firavun ve avenesi için oruç tutup namaz kılmadıklarına göre buradaki ibâdetten kasıt “Firavuna itaat etmeyin, O’na boyun eğmeyin” anlamını ihtivâ etmektedir.
Tek olan Allah’a ibâdet edin, O’na kul olun, her işinizde O’na tâbi olun,
itaat edin…” denmektedir. Yâni tağuta kulluk (ibâdet) etmemek, onların sözlerini geçersiz kılmak oluyor” der.
Ramazan
Yılmaz, demokrasi ve “oy kullanma” hakkında şunları söyler:
“Eskiden toplum üzerinde
güç-sâhibi olan kişi ve kurumlar, demokratik sisteme geçildikten sonra,
güçlerini aynı parti veya ekonomik birlik altında birleştirip, çıkarlarını
ortak bir biçimde sürdürme yoluna gittiler. Böylece bu güç-sâhipleri, toplum
üzerinde hem egemenliklerini sürdürdüler hem de maddî zenginliklerini daha çok
artırarak her istediklerini yaptılar ve yaptırdılar.
Her seçim döneminde önemli olan
sandık-başına gitmektir. Demokratik seçimlerde şu yada bu mezhebe (partiye) oy
vermek o kadar önemli değildir. Demokratik dîne bağlı olmak kaydı ve koşuluyla
bu dînin herhangi bir mezhebine (partisine) oy verilebilir yada hiç-bir mezhebe
(partiye) bağlı olmaksızın boş oy atılabilir. Burada önemli olan sandık-başına
gitmektir. Çünkü sandık-başına gitmemek, demokratik dîni tanımayıp onu inkâr
etmektir ki bu, rejim açısından en büyük ve en tehlikeli bir suçtur. Bu suçu
işleyenler tespit edildikleri takdirde derhâl cezâlandırılırlar.
1983 seçimlerinin asker kökenli
ve asker (Evren) destekli MDP Genel başkanı Turgut Sunalp: “Sandık-başına
gitmemek, demokrasiye hakârettir” diyerek, seçimlerde sandık-başına gitmenin ne
anlama geldiğini kendi dindaşlarına ve kamuoyuna, üstü örtülü bir tehdit
şeklinde duyuruyordu.
Demokratik seçimlerde aslolan
rejime olan teslîmiyeti göstermek için sandık-başına gitmek ve verilen
kağıtları atarak biat ve îman tazelemektir. Herhangi bir partiye oy
verilip-verilmemesi rejim açısından o kadar önemli değildir. Zâten bir mezhebin
yada demokratik adıyla bir partinin, seçimlerde oyların çokluğunu alması da pek
fazla bir şey değiştirmiyor. Çünkü demokratik diktatörlüklerde bir mezhebin
iktidâr olması, oy çokluğuyla değil, sistemi ayakta tutan operatör güçlerin
belirlemesiyle mümkündür. Demokratik dikta rejimlerini ayakta tutan güçler,
iktidâra getirmek istedikleri bir partinin seçimlerde ne kadar oy aldığına hiç
bakmazlar. Onlar için aslolan kriter, iktidâr edilen partinin rejimi daha güzel
işleteceğine inanmalarıdır. Yoksa iktidâr edilen partinin az yada çok oy alması
o kadar önemli değildir.
Oy vermek, oy verilen sistemi
benimsemek, o sistemin hayâtiyetini sürdürmesini sağlamaktır. Bu nedenle de oy
vermek ibâdettir. Demokratik dîne bağlı olan kimseler, îman ettikleri sistemin
varlığı için onu desteklerler. Bu yüzden özellikle parti yâni mezhep-başkanları
insanları, sürekli olarak demokratik sisteme oy vermeye çağırırlar ve “hangi
partiye verirseniz verin, ancak mutlakâ oy vermeye gelin” derler. Çünkü onlar
için önemli olan demokratik dinlerinin yaşamasıdır”.
Müslümanların yapması gereken şey oy
vermek değildir, Nâziât 17-19’un dediğini yapmaktır. “Firavun'a
git; çünkü o, azdı. Ona de ki: Temizlenmek ister misin?'. Seni Rabbine yönelteyim,
böylece (O'ndan) korkmuş olursun” (Nâziât
17-149). Zîrâ
“ben sizin en yüce rabbinizim diye bağıran-bağırana..
Oy
alanlar, oyalayanlardır. En çok oy alanlar, en çok oyalayanlardır.
Yurt-dışı seçmenleri ile birlikte 55
milyon seçmen var. Son cumhurbaşkanlığı seçiminde 13 milyon kişi oy kullanmadı.
Oy kullanmamak gâyet doğal bir şey yâni. O kadar paniğe kapılmaya gerek yok.
Dünyâ’nın beti-bereketi kalmadı. Çünkü
Allah’ın kânunlarına/yasalarına göre hareket edilmiyor: “Eğer onlar
(insanlar ve cinler), yol üzerinde dosdoğru bir istikamet tuttursalardı,
mutlaka Biz onlara bol miktarda su (rahmet) içirir (tükenmez bir rızık ve nîmet
verir)dik. Ki, kendilerini bununla denemek için. Kim Rabbinin zikrinden yüz
çevirirse, (Allah), onu gittikçe şiddeti artan bir azâba (sıkıntıya) sürükler.
Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah'a âittir. Öyleyse, Allah ile berâber başka
hiç-bir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (duâ etmeyin, boyun eğmeyin, tapmayın)” (Cin 16-18)
“Oy vermek
kötü bir alışkanlıktır. Peygamberimiz “Allah’ım alıştırma” diye duâ ederdi
sık-sık.
Oy kullanmak,
dîne yapılan bir ihânettir.
Demokratik
partilerin tümü hizbuş-şeytandır, karşısında ise ancak hizbullah olabilir.
Peki
yönetenler ile onları seçenler aynı mıdır?. Yâni aynı mesûliyette midirler?. Şu
formülü söylemenin tam sırası: “Mevcut sistem-ideoloji (demokrasi) altında oy
kullananlar ve yönetenler ya câhildir ya da şerefsiz”. Yaptığı şeyi cehâleten
yapıyorsa belki mahsurlu sayılabilir. Fakat yaptığı şeyi, dîne rağmen
bile-isteye yapıyorsa şerefsizdir. Tabi bile-isteye yapanların sayısı çok
düşüktür.
Basit
bir iş yapan iki ortak bile
bir iş üzerinde anlaşamazken, devletin yönetiminde yüzlerce ortağın
(parlamento) anlaşabileceğini düşünmek safdillik olur. Bunların
anlaşamamazlığının cezâsını halk çekecektir.
Îtikâdi
olan şeyler için bile oylama yapıyorlar. Baş-örtüsü, içki, kumar, zîna vs.
bunların olup-olmaması ya da devâm edip-etmeyeceğini belirlemek için. Allah’ın
yasakladığı bir-şeyin uygulanması için oylama yapılıyor ve yasağı ortadan
kaldırıyorlar. Allah’ın zâten emretmiş olduğu bir şeyin uygulanması için
mecliste oylama yapılıyor ve bunu “uygun” görüp yasallaştırıyorlar. Allah’ın o
şeyi uygun görüp emretmiş olmasını yeterli görmüyorlar. Böylelikle Allah’ın
kesin emirlerini tartışılır durumuna sokuyorlar.
“Onlar hâlâ câhiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle
inanan bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide 50).
“Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı
açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten
Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu hâlde, sakın
kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).
“Siz yalnızca zannın peşinden gidiyorsunuz ve
sürü psikolojisiyle hareket ediyorsunuz” (En-âm148).
Peki
neyden yana olmalıyız?. Âit olduğumuz toplum da bir fırka olmayacak mı? Allah
buna “fırka” değil “hizip” diyor ve bu hizbi şu şekilde överek târif ediyor:
“Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve îman edenleri dost
(veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır
(hizbullah)” (Mâide 56).
Demokrasi, yer-yüzündeki
“Rab”liği Allah’a vermeme sistemidir.
“De ki; “Ben sizin keyfî
arzularınıza uymam; uyarsam sapıtmış, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum” (En-âm 56).
Demokrasinin
eylemi olan oy kullanmak küfürdür ve küfür, çok da uzak olmayan bir zaman sonra mutlakâ zulme dönüşür.
Unutmayın
ki ABD, Batı ve İsrâil’in ve “zenginler”in gösterdikler adaylara oy veriyorsunuz.
O adaylara oy vermek zorundasınız. Bu, sizin irâdeniz değildir.
Allah gelip-geçici şeylerle oyalanmayı ve oyalananları
sevmez. Bu nedenle Hz. İbrâhim: “Ben
gelip-geçenleri (kaybolup batanları) sevmem” (En-âm 76) der.
Bir
şey %99 hak %1 şirk olsa, o şey yine şirk olur: “Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): “Eğer şirk
koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrâna
uğrayanlardan olacaksın” (Zümer 65).
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden
başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar”
(Yûsuf 40).
“Allah size kitabı detaylandırılmış bir hâlde indirmişken, Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım?” (En-âm 114).
“Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana
indirmemiz onlara yetmiyor mu?”
(Ankebût 51).
“Kitap’ta hiç-bir şeyi eksik bırakmadık”
(En-âm 38).
“Neyiniz var? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa okuyup, ders almakta olduğunuz bir
kitabınız mı var? İçinde keyfinize
uyanın sizin olduğu” (Kalem 36-38).
“Sen de aralarında, Allah’ın indirdiğiyle hükmet”
(Mâide 49).
“Bak iyice kavramaları için âyetleri
nasıl türlü şekillerde
açıklıyoruz” (En-âm 65).
“Ey Rabbim! Benim toplumum bu Kur’ân’ı (yâni
Kur’ân’ın hükmünü) devre-dışı tuttular”
(Furkân 30).
Allah’ın
kurallarını-kânunlarını yok sayanlar ve görmezden gelenler iflah olmazlar.
Demokrasi
bir ideolojidir. Şûrâ ise bir ibâdet.
“Eleysallâhu
bi ahkemil hâkimîn”. Allah
hükmedenlerin hâkimi değil midir? (Tin 8).
Son
pişmanlığın âyeti şudur: “Ey Rabbimiz!
Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar
bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azâbın iki
katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)”
(Ahzab 67-68).
Oy kullanmak,
taht kavgalarına müdâhil olmanın modern
şeklidir.
“Bu bir öğüttür; dileyen, Rabbine varan bir yol tutar” (Müzzemmil
19).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder