“Sana
neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah,
size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
İnfâk, “azîmetli amel” anlamında yapılandır.
İnfâk, bedelle alâkalıdır. Zorlayıcı bir etkiye sâhiptir. Kişi infâk ettikten
sonra mâli olarak biraz zorlanmalıdır. İnfâk, biraz acıtacak derecede
olmalıdır. İşte bu seviyede yapılan infâk Dünyâ’da aç bırakmaz. İslâm bir infâk
dînidir.
“Malınızı-mülkünüzü heder edin” demez Kur’ân.
Dengeli bir harcamadan bahseder. Fakat bu, “kırkta bir”e denk gelmez. Sahabenin
de dediği gibi bu, zekat-ı bâhil=cimrinin zekatıdır. “Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra
kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).
1/40 Kur’ân’dan çıkarılmış bir oran
değildir. Mekke müşrikleri de zâten aynı ölçüyü (1/40) kullanıyorlardı. Kur’ân’dan
çıkan ölçü nedir peki? 1/12 bir Kur’ân ölçüsüdür. 12 ay da bir oruç tutarız
meselâ. 12 ay boyunca yerken, bir ay boyunca (1/12) yemeyiz. Bu bir ölçü/orandır.
12’de 1’ini vermektir. 40’da 1’i falan geçin.
Vermenin hesâbı yapılmaz.
İnfâk gece-gündüz, açık-gizli olarak olarak
vs. her şartta olur. Bir zamânı ve mekânı yoktur. Allah infâk edenleri
korkularından arındırır: “Onlar ki,
mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infâk ederler. Artık bunların ecirleri
Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır”
(Bakara 274).
Ey insanlar!: “Yoksa
âhiretten vazgeçip dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?” (Tevbe 38).
İslâm-dünyâ’sının hâli- pür melâlinin nedeni
bu konudur. İnfâk. Ümmetin âlimlerinin bir-çoğunun yıkıldığı yer de burasıdır.
Her konuda ahlâklı olmayı hattâ en ufak bir şeyi bile aşırı büyütmeyi ilke
edinenler, iş infâka, paylaşmaya gelince aslandan kaçan yaban eşeklerine
dönüyorlar.
Para kazanma/biriktirme hırsıyla çabalamanın
sonu yoktur. Bu yola müptelâ olmuş insanlar bir-zaman sonra delirerek Şeytan
çarpmışa dönerler.
Şeytan, Hz. Âdem’i mülk ile kandırmıştı:
“Derken
Şeytan Âdem’in kafasını karıştırıp Âdem’e dedi ki; Ey Âdem, sana ebedilik
ağacını, yâni yok olmasından endişelenmeyeceğin bir mülkü göstereyim mi? (mülkü la yebla)” (Tâhâ 120). Bu âyet
el-an devâm ede-gelen bir konuşmadır. Şeytan’ın bu vaadine kapılan-kapılana.
Zenginlik, yanında cimriliği de getirir: “Onlara kendi bol ihsânından verince ise,
onunla cimrilik yaptılar ve yüz çevirdiler; onlar böyle sırt dönenlerdir”
(Tevbe 76).
Peygamberimiz de hadislerinde
mülk konusunda uyarılarda bulunmuştur:
“Her ümmet için bir
fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır” (Tirmizî, Zühd 26, Hadis no:
2337).
“Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu malım-malım der. Hâlbuki
Âdem-oğlunun yiyip-tükettiği, giyip-eskittiği ve sağlığında tasadduk edip
gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve
insanlara bırakır. Malın içinde gerçekten senin malın olan şey, sâdece yiyip
tükettiğin; giyip eskittiğin; ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir)”
(Müslim, Zühd 3, 4; Hadis no: 2958; Nesâî, Vesâyâ 1; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir
Tekâsür, Hadis no: 3351; Ahmed bin Hanbel, 4/24).
“Hanginiz, vârisinin malını kendi malından
daha çok sever?” Ashâb: “Ey Allah'ın Resûlü, içimizde herkes, kendi malını
vârisinin malından daha çok sever” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Öyleyse
şunu bilin: Kişinin gerçek malı, hayâtında gönderdiğidir. Geriye bıraktığı da
vârislerinin malıdır” (Buhârî, Rikak 12; Nesâî, Vesâyâ 1).
“Bir sürüye salınan
(dadanan) iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla
dîne verdiği zarardan daha fazla değildir” (Tirmizî, Zühd 43, Hadis no: 2377).
“Âdem-oğlu için iki vâdi dolusu mal
olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdem-oğlunun iç-boşluğunu (karnını)
ancak toprak doldurur (gözünü toprak doyurur). Allah tevbe edenleri affeder”
(Buhârî, Rikak 10; Müslim, Rikak 116, Hadis no: 1048; Müslim, hadis no: 1048;
S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465; Tirmizî, Zühd 27, Hadis no: 2338).
“Sizden birine, Dünyâ’lık olarak bir
hizmetçi ve Allah yolunda cihadda kullanacağı bir binek edinecek kadar mal
toplaması yeterlidir” (Tirmizî, Zühd 19, Hadis no: 2328; Nesâî, Zînet 119; İbn
Mâce, Zühd 1, Hadis no: 4103).
“Kim bize mêmur olursa, kendine bir zevce
edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken
edinsin. Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse hâindir, hırsızdır”
(Ebû Dâvud, Harac 10, h. no: 2945).
“Ey Âdem-oğlu! Eğer fazla malını Allah
yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için
zararlıdır. Kefaf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmezsin. (Harcamaya),
bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yâni veren), alttaki elden
(yâni alandan) daha hayırlıdır” (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî,
Zühd 32, h. no: 2344).
“Yoksulluk neredeyse (az kalsın) küfür olacaktı” (Ebu Nuaym; Beyhâkî, Münâvî,
Feyzü’l-Kadîr, IV, 542 (6199).
“Dünyâ
sevgisi her hatânın başıdır. Bir şeyi sevmen, seni kör yapar, sağır eder” (Ebu
Davud, Beyhakî).
“İki kurdun
bir bahçeye gelip yemesi ve orayı bozması; mal ve makam sevgisinin, müslüman
kişinin dînine verdiği zarardan daha zararlı değildir” (İbn Ömer (R.a.)
Bezzâr).
“Zengine alçak gönüllülük gösterenin dîninin üçte bir gider”.
Şunu da hatırlatalım ki; Kur’ân sınırı aşan zenginliğin
karşısında olduğu gibi, fakirliğin de karşısındadır.
“Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” diyor
peygamberimiz. “Tabî ki; Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. Fakat
nîmetini “sâdece bâzı kullarının” üzerinde değil, tüm kullarının üzerinde
görmek ister” diyoruz.
İslâm, alt-yapısını hazırlamadığı ve yürürlüğe sokmadığı
hiç-bir şey için cezâ öngörmez. Ayrıca cezâyı, başkaları yüzünden suç işlemeye
mecbur kalanlara değil, kişiye o suçu işlemek zorunda bırakanlara keser. Raşid
Gannûşi bu konuda şunları söyler:
“Hırsızlık
suçunun şer’i cezâsı, zayıf ve yoksullara uygulamak değil, halkın sermâyesi
üzerinde oturan, kazanmak için gayret sarfetmeyen suçlu tabakayı kontrôl
etmektir. Eğer ortada toplumsal bir şartın zorunlu olarak berâberinde getirdiği
kıtlık yaşanıyorsa, insanlar ihtiyaçlarını buldukları yerden karşılıyorlarsa,
İslâm'ın bu insanlardan alacağı bir intikâmı yoktur ve onları zor durumda
bırakmaz. Ömer Bin Hattab’ın kıtlık yılında hırsızlık cezâsını uygulamamasında
şaşılacak bir durum yoktur. Aksine, toprak-sâhibi bir ağa, kendisine devesini
çalıp kesen ve yiyen hizmetçilerini şikâyete geldiğinde, Ömer Bin Hattab olaya
el koymuş ve araştırmıştır. Araştırma netîcesinde bu ağanın hizmetçilerin
parasını ödemediği için hizmetçilerin böyle bir işe giriştiklerini görünce
şeriatı gerçek olarak uyguladı ve ağaya hizmetçilerini hırsızlıkla suçladığı
için iftirâ atmak suçuyla had uyguladı. Hizmetçiler ağa taráfından sömürülüyor
ve bu da yetmiyormuş gibi ağa onlara hırsızlık haddinin uygulanmasını
istiyordu. Cezâlandırılması gereken, mülk-sâhibiydi ve Ömer ona şöyle dedi:
“Eğer hizmetçilerin, ikinci kez kendilerine haklarınca yeterince ödemediğin
veya hiç ödemediğin için hırsızlık yaparlar ve bana gelirlerse, senin elini
keseceğim”.
İbn-i Teymiye
ve İbni Hazm gibi büyük akılıcılar, bu türden olayları esas almışlardır. İbn-i
Hazm, buna dayanarak: “Aç kalan bir insanın, açlığını fırsat bulduğu yerde
karşılaması hakkı olduğu bir görevidir” der. “Eğer engellenirse mücâdele verir.
Bu mücâdele sonucunda engelleyen ölürse, Allah’ın lânetine gitmiş olur”
demektedir. Aç insana hiç-bir cezâ verilmez.
Şâtibi'nin
belirttiği gibi; şeriatın gâyesi nefsi korumak, dîni korumaktan hemen sonra
gelir. Malı korumak ise, nefsi korumadan sonra gelir. Bunun içindir ki,
nefisleri korumak uğruna mallar fedâ edilir. Bir şahsın aç olduğunu, hasta
olduğunu ve çâresini bulamadığını gören kimse, bu şahsın derdine devâ için mal
harcamazsa, hukûken suçlu sayılır. Aynı şekilde İslâm devleti, toplumda
servet-sâhipleri dururken, o toplumda giyecek bulamayan bir çıplak, barınak,
gıdâ ve ilaç bulamayan bir insan bulunduğu sürece hukûken suçlu sayılır. Tüm
mallar, kişinin barınak, sağlık ve eğitim hizmetleri için harcanır.
Bu-gün bir
tavuk çalan veya aslî ihtiyâcını gidermek için bir malı alan kişi hapse atılır.
Ve bu-günkü hapis-hânelerin yoksul ve zayıf insanlarla dolap taştığını görüyoruz.
Ama devletin ve fakirlerin malını çarçur edip zimmetine geçiren büyük suçlular,
hükûmette, yargıda ve çeşitli düzeydeki makamlarda oturuyorlar. İşte zulmün en
büyüğü budur”.
İhsan Eliaçık şöyle der:
“Canım o zaman öyleydi, imkânlar azdı, fakr-u zarûret
içindeydiler, ama şimdi öyle değil” diyorsanız fenâ hâlde yanılıyorsunuz.
Tam-tersi; fırsat ellerine geçtiği hâlde bile-isteye böyle yaşadılar. Çünkü
eşyâ ile ilişkileri, var-oluşsal duruşları farklıydı. Dünyâ’nın tam
içindeydiler evet, hattâ üzerine-üzerine yürüdüler ama ona bam-başka bir
yerden bakıyorlardı. Dahası tam bir mü’min yüreğine ve îmânına sâhiptiler.
Allah’a güvenleri muazzam, âhirete îmanları derin, ölümle yüzleşmeleri
korkusuzdu. Malla, mülkle kendilerini güvene ve garantiye alma derdine
düşecek kadar “düşmüş” değildiler. Şu kapitâlist çağın insanları ve hattâ
müslümanları olarak onları anlamakta ne kadar da zorlanıyoruz, değil mi?. Müslümanların
düştüğü yer burasıdır; yâni mülk ile olan ilişkileridir. Kalkış da buradan
olacaktır”.
Allah şatafatlı yapıları ve şatafatlı yaşamı
sevmez. Çünkü bu tür bir hayat, azgınlığı ve fesadı peşinden getirir: “Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını
görmedin mi? Yüksek sütunlar sâhibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri
yaratılmış değildi. Ve vâdilerde kayaları oyup biçen Semud'a? Ve kazıklar
(ehramlar) sâhibi Firavun'a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece
oralarda fesadı yaygınlaştırmış-arttırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin,
onların üzerine bir azab kamçısı çarpıverdi. Çünkü Rabbin, gerçekten
gözetlemededir” (Fecr 6-14).
Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile (Kenzolar=kenzun)
ipleri ellerine almışlar, ülkelerdeki uşaklarıyla Dünyâ’yı istedikleri gibi
yönetiyorlar. Uzlaşmacı kapitâlizmi hesâba katmayan Marx yanıldı. Kapitâlizm
Dünyâ’ya “hâkim” oldu. İnsanlar bu sisteme kul-köle olmuş olmalarına rağmen
hiç-bir îtirazları yok. Uzlaşmacı kapitâlizm îtirazın önünü kesti çünkü.
Malcom X:
“Bana bir kapitâlist gösterin, ben de size bir kan-emici göstereyim”
der.
Bertolt Brecht:
“Kapitâlizme karşı olmadan faşizme karşı olanlar; danayı
kesmeden onun etini yemek isteyen insanlara benzer. Danayı yemek isterler ama
kan görmeyi sevmezler. Kasap eti tartmadan önce ellerini yıkarsa tatmin
olurlar. Barbarlığı ortaya çıkaran mülk ilişkilerine karşı değillerdir,
yalnızca barbarlığa karşıdırlar. Barbarlığa karşı seslerini yükseltirler,
hem de bunu, aynı mülkiyet ilişkilerinin yayıldığı, ancak kasapların eti
tartmadan önce ellerini yıkadığı ülkelerde yaparlar.
Bir banka kurmanın yanında, bir banka
soymak nedir ki?” der.
Bakunin:
“Banka soymak
değil, banka kurmak suçtur” der.
Hz. Ali şöyle
demişti:
“Şimdi
bırakıp geliyorum. Açları doyurmayı, başkasının malını çok yiyenlerin boğazını
sıkmayı ve “ne yediysen ver” demeyi, üstelik süte de dönmüş olsa, damaklarına
da çıkmış olsa çıkarmayı şart koşuyor ve ipotek ediyorum”.
Daha ilk inen
âyetlerde, insanın zenginliğinden dolayı kendini müstağni göreceği, dolayısı
ile azacağı söylenir: “Hayır; gerçekten
insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde” (Alâk 6-7). “Leyatğa’’ ifâdesinin kökü “ğani’’dir. Anlamı ise; mal ve
mülk edinerek azmak mânâsındadır.
Servet-sâhibinin, üstelik bir de muktedir
ise kafası şu şekilde çalışır: “Firavun,
kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda
akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?. Yoksa ben,
şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse
(sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir. Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine
altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla
birlikte melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf 51-53).
Peygamberler mücâdelelerini hep
zenginlerle/mülk-sâhipleriyle yapmışlardır. “(Yûsuf) dedi ki: Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir
yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de)
bilenim” (Yûsuf 55). Hz. Yûsuf hazîne-bakanı olmayı istiyor. Çünkü
perişanlığın/sefâletin nedeni ve merkezi burası ve bir peygamberin buna râzı
olması düşünülemez. Adâleti sağlamak ve korumak kaçınılmazdır bir peygamber
için. Onu bir ölçüye göre paylaştırmak elzemdir. Çünkü Allah bir ölçüye göre
indirmiştir: “Hiç bir şey yoktur ki,
hazîneleri katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz”
(Hicr 21). Bu sebeple bu ölçüyü sağlamak için bâzen zenginden alıp fakire
vermek gerekir. Zâten: “Onların
(zenginlerin) mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de)
yoksul olan için de bir hak vardır” (Zâriyat 19). “Ve onların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun
olan(lar)için” (Meâric 24-25).
Peygamberlerin en büyük düşmanları
zenginler, servet-sâhipleridir. Halkı îmandan engellerler ve kendi
sistemlerine/tanrılarına uymalarını dayatırlar: “Nûh: Rabbim, gerçekten onlar bana isyân ettiler; mal ve çocukları
kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. ''Ve büyük-büyük
hîleli-düzenler kurdular. ''Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın;
bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Ye'uk'u ve ne de Nesr'i” (Nûh
21-24).
Mal toplayıp yığmak cehenneme girmeye neden
olur: “Doğrusu o (cehennem), cayır-cayır
yanmakta olan ateştir: Başın derisini kavurup-soyar. Yüz çevirip arkasını
döneni çağırır-durur. (Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üst-üste)
yığmakta olanı” (Meâric 15-18). Hâbil-Kâbil ile başlayan servet
yarışı/savaşı hâlen sürüyor ve kıyâmete kadar da süreceğe benziyor.
Fakirlerle yoksullarla paylaşılmayan her
türlü devlet-geliri zenginlerin elinde devlete döner: “Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey,
Allah'a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara
ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin
olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse
artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan
korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır. (Haşr 7).
Hüseyin Alan:
“BM
insânî gelişmişlik raporuna göre en tepedeki 358 kişilik küresel milyarderin
toplam serveti, 2.3 milyar insanın bir yıllık toplam gelirine eşit. Küresel
servetin %22’si, dünyâ-nüfusunun %80’inini oluşturan, gelişmekte olan ülkelere
âit. Gerisi küresel bir avuç seçkinlerin. Yapılan bir hesâba göre, en
tepedekiler 5.000 kişi. Piramit aşağıya doğru genişleyerek açılıyor. Benzer bir
örnek Asya Kaplanları palavrasıdır. Bu kaplanlar kendi ülke nüfuslarının sâdece
%1’ni oluşturuyor.
Türkiye’de
bankalarda 1 milyon dolar veyâ karşılığı TL ve üzeri mevduata sâhip olanların
sayısı 75 bin kişi. Bir o kadar da diğer varlıklarıyla zengin olanları
varsayalım. 1 milyar dolar ve üzeri servete sâhip olanların sayısı 35 kişi.
Türkiye’nin nüfûsu 77 milyon kişi. Kişi-başına düşen millî gelir 10 bin dolar
civârı. Hangi kişiymiş bu, gören-bilen var mı?. Asgari ücret aylık 350, yıllık
4.000 dolar diyelim, 10.000 doların gerisi kimin cebinde?. Ülkede 19 milyon
insan yoksulluk sınırında. Yâni günlük 4 dolar gelire sâhip. 6 milyon civârı
insan asgari ücretle çalışıyor. Bu çalışanı eşi ve çocuklarıyla birlikte nüfus olarak
toplasak, en az 15 milyon kişi yapar. Bu eve bir tek asgari ücret giriyor.
Bunlar iş bulup da çalışabilenler sâdece. Nasıl geçiniyorlar?. Kadını da
iş-hayatına kazandırmak gerek. Başbakan söylemiyor mu, “kadın konusunda
cinsiyet ayırımını kaldıracağız, eğitim ve sosyâl hayâta katılma bakımından
kadını teşvik edeceğiz!”. Yukarılarda bir yerlerde demiştik; “hükûmetler
çoğu-zaman ne yaptıklarını bilmezler dâhi” diye. Başbakanın söylediği bu reform
ne mânâya geliyor, siz düşünün!” der.
“Birleşmiş Milletler (BM)
Dünyâda açlık sorunu yaşayan insan sayısının 1 milyarı geçtiğini açıkladı. BM
Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ile Dünyâ Gıda Programı’na (WFP) yayınladıkları
ortak raporda, Dünyâ’da açlıkla mücâdele eden insan sayısının, 2009 yılında 100
milyon artarak, 1 milyar 20 milyona ulaştığını bildirdi. Raporda, bu sayının
son 40 yıldaki en yüksek aç sayısı olduğu ifâde edildi. FAO Genel Sekreteri
Jacques Diouf rapor açıklanırken, “Aç insanların sayısındaki artış tahammül
edilemez noktada” dedi. Diouf, “Açlık sorununun yok edilmesi için ekonomik
ve teknik olanaklarımız var, ancak açlığı sonsuza kadar yok etmek için eksik
olan siyâsi irâdedir” der.
Görüldüğü gibi 1 milyar insan
yer-yüzünün sokaklarında aç dolaşıyor. İhsan Eliaçık bu nedenle “bir milyar
insan hangi suçundan dolayı aç?” diye sorar.
Sınırsız zengin olmanın önünde
İslâm’i bir engel görmeyen müslümanlara şunu soralım: Zekatımı verirsem Kârun
olabilir miyim? Kârun gibi olmama engel bir şey var mı? “Evet, olunabilir”
denirse zâten artık ona söyleyecek bir sözümüz yok. Fakat “Hayır, olamazsın” deniyorsa,
o zaman şunu sormamız gerekir: Sınır nedir? Hangi sınırda durmam gerekir?
Maalesef bu soruya da tatmin edici bir cevap veremezler. Çünkü söyleyeceği
her-hangi bir sınırda durmama neden olacak sebep yok. O gösterdiği sınırda
neden durayım ki? Çünkü bir-önceki sınırda durmamıştım. Bir-önceki sınırda
durmuyorsam bir-sonraki sınırda niye durayım? Hattâ daha sonraki sınırlarda
niye durayım? Diyelim ki tüm Dünyâ benim; neden yetineyim? “Ay’a, Mars’a, diğer
gezegenlere ve hattâ Güneş’e gözümü niçin dikmeyeyim?. Gözümü bütün kâinâta
dikmeye başlarım. Bütün kâinât benim olsun isterim. İsteğimi niçin
sınırlandırayım ki? Çünkü: “bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur”. İslâm’ın
her konuda kırmızı çizgileri vardır. En çok da ekonomik alanda kırmızı çizgiler
koyar. Para, mal-mülk ile ilgili âyetler Kur’ân’da en çok işlenen
âyetlerdir. Hattâ en uzun âyet para (borç) ile ilgili olandır: (Bakara 282).
Çünkü Şeytan dâima bu noktayı gözetler. Yıkımı buradan yapar en çok. Kardeşi
kardeşe; oğulu babaya-anaya, karıyı kocaya düşürür, kan-kardeşi can-düşmana
çevirebilir.
Atasoy Müftüoğlu:
“Konformist
bir kültür/toplum, her durumda hiç-bir risk içermeyen yolları seçer. Bunun
içindir ki, bu-gün, İslâm’ı ancak soyut duyarlılıklar biçiminde temsil etmeye
çalışıyoruz. Aşırı tüketim, lüks tüketim, servet biriktirme, müslümanlar için
de statü tezâhürü hâline gelmiştir. Servet biriktirmek, bir statü konusu
olmaktan çok bir patoloji konusudur. Servet biriktirmekten ibâret bir
hayat-tarzı, “servete tapmak” demektir” der.
“Aç sabahlayıp
da kılıcını çekmeyene şaşarım” der Hz. Ebuzer. İslâm’da aç kalan fakir, bir
zenginin malını çalarsa, cezâ fakire değil zengine kesilir. Onun aç kalmasına neden olduğu
için. Aç kalan ve yoksulluğu ayyuka çıkan kişiler zorla da olsa varlıklı
kişilerin mallarına el koyabilir.
İngiltere’de Tim Jones adlı bir papaz, verdiği bir vaazında yoksul
insanların, küçük âile-işletmeleri hâriç, büyük zincir mağazalardan olmak
koşulu ile ihtiyaçları kadar mal çalmalarının mâkûl karşılanabileceğini söyler.
İhsan Eliaçık bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
“Bir beldede aç
insanlar varsa, o beldeye Muhammed’in getirdiği İslâm girmemiştir. Burada açlık
sorunuyla karşı-karşıya olan insanlar değil, üzerinde fazladan mal bulunduran
zenginler suç işlemektedir. Açlıkla boğuşan insanın zenginin malını çalması
günah mıdır değil midir? değildir”.
Hz.
Ali der ki:
“Bir yoksul aç ise, bunun nedeni
zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır”.
Hz. Ali, mal/servet konusunda
şunları söyler:
“Mal-çokluğu kâlpleri bozar, günahları doğurur.
Mü’min, kardeşi açken doyasıya yiyemez.
Nerede bir bolluk görsem onun yanı-başında mutlaka “çiğnenmiş
bir hak” görmüşümdür.
Servet tutkusu bir çeşit şehvettir”.
Seyyid
Kutup ise şöyle der:
“Hz. Ömer’in
siyâseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat
dâhilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi”.
“Hz.
Ömer’in öldürülmesinin nedeni buydu” diyenler vardır. Hz. Ömer şehit edilmişti. Peki
niye? Çünkü “zenginlerin fazla mallarını alıp, yoksullara vereceğim” dedi. Bu
söz zenginlerin hoşuna gitmedi. Suikast yoluyla şehit ettiler Hz. Ömer’i.
Aslında bu, Hz. Ömer’den ziyâde İslâm’ın şehit edilmesi demekti.
Hz. Ali, devletin başına geçer-geçmez
yürürlükteki aylık düzenini alt-üst ederek aylıkları denkleştirip önemli
politikacılardan Osman bin Hanife'ye ayda üç dirhem verirken, aynı yerde eşinin
özgürleştirilmiş kölesi de ayda üç dirhem maaş alıyordu.
Hz. Mûsa Tevrat’ta şöyle der: “Her yedi yılda bir toprakları
yeniden paylaştırmak gerekir”.
Eyüp peygamber kitabında “Dula, öksüze, çıplağa, aç ve kimsesize yardım etmezsem, omuzum kürek
kemiğinden düşsün, kolum bilek kemiğinden kırılsın” denmiştir.
..”Altını ve gümüşü biriktirip de Allah
yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).
Âyette,
geçen infak; (nafaka vermek) “sınıflar arasındaki sosyâl çukuru kapatmak”
mânâsına gelir. Nifak, “çukur” demek. İnfak ise “çukuru doldurmak” demektir.
Hz. Ali bu âyetlerin, 4.000 dirhemden fazla olan malı Allah yolunda
harcamayarak biriktirenler hakkında indiğini, Muâviye ise bu âyetlerle Ehl-i kitabın
kastedildiğini ileri sürmekteydi.
Altın yasaktır. Fakat haram değildir. Aşırı
cezp ediciliği nedeniyle böyle bir yasak uygulanmıştır. Servete köle olunmasın
diye. Bu uygulamada altın herkese yasaktır. Fakat bâzı uyanıklar, bu yasağı
sâdece erkeklere yasak olarak anlamak istediler ve kadınlara serbest bırakarak
servetlerini kadınların üzerine gizlediler.
“Altın erkeklere haram ama kadınlara
serbesttir” diyorlar. Aslında Tevbe 34 gereğince altını biriktirmek herkese
haramdır. Ama ne yaptılar? “Sâdece erkeğe haramdır”a çevirdiler ve ellerindeki
altınları kadınlarının kollarına dizdiler. Sonra bir de “altın erkeğe haramdır,
kadına helâldir” diye bir hadis uydurdular. Süs olarak kullanacakları
altınları-gümüşleri olabilir tabî ki, fakat bir amaç için olmayan birikmiş
altın-gümüş herkese haramdır ve üç gün içinde elden çıkarılması gerekir.
Gandi:
“Altın
prangalar demir olanlarından çok daha kötüdür” der.
Bir insan belli bir miktar
paradan fazlasını ne yapar? Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı
yıllık 4.000 dirhem, yâni yaklaşık
18.000 TL eden bir para var. Bu para aylık 1.500 TL civârındadır. (4.000
dirhem=12 kg gümüş=18.000 TL). Bu 1.500 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile
çarparsak 6.000 lira eder. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı,
dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı bir-zaman sonra alabilecek bir
gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama yaparak artan parayı
biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın, yukarıda
bahsettiğimiz aylık 6. 000 lira geliri olduğunu kabûl ederek konuştuğumuzda; bu
âile 6.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz? Neyden mahrum kalırlar?
Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde geçinebilecekler,
zekat/sadaka/hayr anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir. Bu
miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Bu
nedenle bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk
etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimizin dediği gibi “ateş” olur. Zâten bir
âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf ederek
tüketebilir.
“Yoksa insana 'her dileyip arzu ettiği' şey
mi var (zannediyor)?” (Necm 24).
Sokrates bir gün pazarda dolaşırken satılan şeylere bakıp: “Ne
kadar da çok işime yaramayacak şey var” demiş. İnsanları gereksiz şeyleri
almaya alıştırdılar. İnsanların sıkıntısı biraz da bu nedenledir. Çünkü
gereksiz ihtiyaçlara para yetmiyor ve hiç-bir zaman da yetmez.
“Laissez-faire,
laissez-passer”; “bırakınız
yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi İslâm’da geçersizdir. Çünkü mülk
Allah’ındır (lehülmülk) ve mülk, Allah nasıl emretmiş ise o şekilde
kullanılmalıdır.
Bir de servet, zenginler
söz-konusu olunca ihtiyaç, fakire söz-konusu olunca lüks oluyor. İslâm
hukûkunda ihtiyaç genel olsun-özel olsun, zarûret sayılır.
Lüks mal haramdır, çünkü lüks, bölücüdür.
Kime göre lüks? Bir şeyin lüks olması için birinde olması, binlerce kişide ise
olmaması gerekir. Lüks isteyen kişi, o lüksün sâdece kendisinde ya da kendi
gibi bir kesim insanın elinde olmasını, genel halkın ise öyle lüks bir eşyâya sâhip olmamasını,
böylece ayrıcalığının devâm etmesini/korunmasını ister.. İslâm’ın böyle bir şerefsizliği kabûl etmesi düşünülemez.
Küresel Lüks Tüketim Malları
İlkbahar Raporu’na göre, büyüyen lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara
yükselirken, BM verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıdâ masrafı 30
milyar dolar. Her 4 sâniyede bir kişi açlıktan ölüyor.
Biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar.
Malcom X:
“Eğer bir şey başkalarına helâl ama size
haram ise bilin ki o din Allâh'ın dîni değil, düşmanlarınızın dînidir” der.
Hugo Chavez:
“Dünyâ
hepimizin ama küçük bir azınlık, Îsâ’yı çarmıha
gerenlerin torunları, Dünyâ’nın tüm zenginliğini ele
geçirdi” der.
Biriktirilmiş para “ölü” bir
paradır. “Kenz”dir çünkü. Kenz hazîne ile aynı köktendir. Hazîne ise cenâze ile
aynı köktendir. “Gömü” ile alâkalıdır. Kenz eden yâni gömüyü çıkaran artık cenâze
ile meşgûl olur. Yine; hazînenin bir başka versiyonu olan “defîne” de aynıdır.
Defîne, “defnolunmuş” olan, gömülmüş olan, ölmüş olan anlamındadır. Anlaşılıyor
ki kenz, hazîne, defîne, cenâze, defn, gömü, ölü aynı şeydir. İhtiyaçtan fazla
olan para, çürümüş kemikleri barındıran mezar gibidir. Mezar “ölüler”le
alâkalıdır. Bir hayır gelmez. Sakınmak lâzım.
Zerkeş de “altın taşıyıcı” anlamındadır. Yâni işi, yaşamı
boyunca sâdece altın toplamak olan, nerede altın ve para olsa oraya çekilen ya
da nerede altın kokusunu alsa oraya ulaşmanın, onu çekmenin çaba ve heyecânı
içinde olan bir adam, ya da hak ve bâtıl ölçüsü, değer tartısı altın olan veya
sâdece altın taşıyan bir hamal olan bir adam...
Âyetin söylediği gibi mal
(kenz), eşkiyâya/günahkâra yakışır, mü’mine değil. Mezarlarla uğraşanlar
eşkiyâlardır. Kenz ile, yâni hazîne (cenâze), defîne (defn, gömü, ölü) ile
ancak mezar soyguncuları olan “nebbaş”lar ilgilenir.
Belli sınırdan
fazla olan her-şey insanı yoldan çıkarır. Nîmet, belli bir sınırdan fazla olduğunda
“nîmet” olmaktan çıkar ve külfete döner. Bu nedenle Allah, insanlara ölçülü
olarak bahşeder nîmetlerini. Allah insanlara serveti
yâni malı-mülkü
neden bol-bol vermediğini
şu âyetle anlatır:
“Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş
tutup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile
indirir. Çünkü O, kullarından haberi
olandır, görendir” (Şûrâ 27).
Son-söz:
İslâm’ın servet hakkındaki hükmü
“Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk edilebilir:
“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda
bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki
rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).
“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah,
hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha
büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan
artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar,
rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde
çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve
(hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve
Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda
harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele” (Tevbe 34).
“Allah'ın,
bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet
günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı
Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).
Hârûn’a câiz olmayan şey,
Kârun’a da câiz değildir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme