5 Aralık 2016 Pazartesi

Alt-Kimlik, Üst-Kimlik


“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).

İnsan maddî ve mânevî yapısı olan bir varlıktır. Maddî yapısı, tüm kâinâtın yapısıyla aynı özden (hidrojen), canlılığı da tüm canlılarla aynı temelden (karbon) oluşmuştur. Bu nedenle insanın mânevi yapısından başka maddî yapısı da aslında İslâm-fıtratıyla uyumludur. Zîrâ kâinât müslümandır. İnsan İslâm-fıtratı üzere yaratılmıştır. Kur’ân bunu şu şekilde söyler:

“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).

Yâni insan da dâhil kâinâtın tümü, İslâm-fıtratına uygundur, uyumludur, o şekilde yaratılmışlardır çünkü. Kâinâttaki “canlı” anlamında tek irâdeli-akıllı varlık olan insan, mânevi yapıya uygun yaratılmıştır fakat, bu mânevi yapı henüz içi doldurulmamış “tabula rasa” hâlindedir. Yâni kap, İslâmî bir kaptır fakat içi İslâm’la doldurulmadığında İslâm olmaz. Dolayısı ile insan, doğduğunda İslâm-fıtratı ile doğsa da, müslüman-mü’min olarak doğmaz. Doğduğu kavim meselâ Türk kavmi ise, yâni kişinin annesi-babası Türk ise, doğduğunda o da Türk sayılır ve biyolojik ve fizîki özellikleri de anne-babasına yâni Türklere benzer. Bu durum tüm kavimler-ırklar için de geçerlidir. Fakat insan bu özelliğini kendisi seçmemiştir, doğuştandır. Zâten ilk doğduğunda da bunun farkında değildir. Sonradan çevresinin âit olduğu ırktan olduğunu anlayınca o ırkın-kavmin genel özelliklerini, kültürünü, gelenek-göreneklerini benimser ve sever. Zamanla ona alışmıştır çünkü.

Peki insan hangi yönüyle nitelendirilmeli ve tanımlanmalıdır?. İnsanın mâneviyatından başka tabî ki maddî yapısı da vardır. O bakımdan maddî yapısı da önem taşır ve maddî yapısını gösteren bir kimliği de olmalıdır. Fakat bu kimlik insanın “üst-kimliği” olmamalıdır, olamaz da. Çünkü o kimliği seçmemiştir. İnsan “seçen” bir varlıktır ve seçmediği bir şeyle övünemez, bu nedenle de kendini âit bulduğu kavim onun üst-kimliği değildir. Zîrâ kişi o kavme âit olmak için bir şey yapmamıştır, hiç-bir emek harcamamıştır ve onu kazanmamıştır. Önünde hazır bulmuştur sâdece. Toplumsal bir varlık olan insan kendini âit olduğu ırkın-kavmin-toplumun adıyla tanıtabilir tabî ki ama bu âitlik “üst-kimlik” yapılamaz. Yâni müslüman olduğunu söyleyen kişi maddî-fâni varlığını üst-kimlik olarak kullanamaz. Fakat İslâm ile uzaktan-yakından ilişkisi olmayanların zâten başka da şansları yoktur.

Üst-kimlik; bir emek, bir gayret sonucunda bir bilgi ve bilinç-merkezli amel-eylem ile kazanılmış olandır. Yâni üst-kimliği belirleyecek olan şey “bilinçli olarak seçilen” olmak zorundadır. Zâten Allah da insanları alt-kimliğine göre değil, üst-kimliğine göre değerlendirir ve zâten insanı üst-kimliği ile tanımlamıştır ki o üst-kimlik Hz. Âdem’den bêri bu şekildedir:

“….,O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’ân’da) da sizi ‘müslümanlar’ olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şâhid olsun, siz de insanlar üzerine şâhidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın, sizin Mevlânız O’dur. İşte, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcı” (Hac 78).

Âhirette de insanlar alt-kimlikleri olan ırk ve kavimlerine göre değil, dinlerine göre ayrılacaklar. Zâten ortada bir hak din olan İslâm ve bir de “câhiliye” denilen bâtıl din vardır. Âhirette insanlar Türkler, Araplar, Fransızlar, Çinler, Japonlar vs. diyerek ayrılmazlar. Müslüman olanlar ve olmayanlar olarak ayrılır. Çünkü zâten artık o alt-kimlikleri olan kavim mensubiyetlerini oluşturan maddî yapıları yok olmuştur. Son durağı mezarlık olmuştur alt-kimliğin.

O hâlde ben, Türklükten önce müslümanım. Seçmediğim şey benim üst-kimliğim olamaz çünkü. İnsanın ayırıcı özelliği “seçim yapabilmesi”dir ve seçim yapamayanlar hayvandır ve onlar kendileri nasıl yaratılmışlarsa ona râzıdırlar. Ben de maddî yapı olarak insan olmaktan râzıyım ve Türk gelenek-göreneğine alışkın olduğumdan, Türklüğe, daha doğrusu Türk kültürüne de râzıyım. Fakat bunu alt-kimlik olarak kabûl ederim, üst-kimlik olarak değil. Çünkü ezeli ve ebedî olan İslâm, Türlükten üstündür. Bu nedenle İslâm benim üst-kimliğim iken, Türklük alt-kimliğimdir. İnsan olmanın ayırıcı özelliği olan “irâdem dışında olmuş” olan kavmî âitliğim benim alt-kimliğimdir. Birileri müslüman olmayı “Arap olmak” zannededursun, Allah bizi “müslüman” olarak isimlendirmiştir ve insanlar-arası ilişkilerde de kavimler olarak ayırmıştır. Fakat bu ayırma, tanışma ve çeşitli insâni ilişkiler içindir, ulus-devlette olduğu gibi kavga, rekâbet ve sömürü için değil:

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesâbı pek çabuk görendir” (Âl-i İmran 19).

“Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibâdet ediniz” (Enbiyâ 92).

“Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim Âilesi’ni ve İmran Âilesi’ni âlemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden (türeme) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir” (Âl-i İmran 33-34).

Âyette Hz. Âdem, Nûh ve İbrâhim’in aynı zürriyetten doğdukları söylenir. (Aslında bu tüm peygamberler için geçerlidir). Hâlbuki onlar farklı kavimlerde yaşamışlardı. Peygamberler aynı zürriyetten gelirler. Peygamberimiz de: “Peygamberler babaları bir kardeşler gibidirler. Dinleri birdir” der.

Âyetlerin de dediği gibi; Tek bir din hak vardır, o da İslâm’dır. Hak din üzere olanlar nerede yaşıyor olurlarsa-olsunlar ve kendilerine ne isim verilmiş olursa-olsun İslâm üzeredirler ve müslümandırlar. Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve Muhammedi’likten çok-çok önceleri yaşayan yâni bu isimlendirmelerin olmadığı bir zamanda yaşayan Hz. İbrâhim için Kur’ân bakın ne diyor:

“İbrâhim, ne yahudi idi, ne hıristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi” (Âl-i İmran 67).

Kur’ân, Hz. İbrâhim’in milleti için şunu söyler:

“De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah’ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrâhim’in milletine-dînine (millete İbrâhim) uyun. O, müşriklerden değildi” (Âl-i İmran 95).

“Millet” aslında “din”, “İslâm şeriatı üzere gidilen yol” demektir. Onu daha sonraları “kavim” anlamında kullanmışlardır. Çünkü önceleri her kâvim kendini ırkıyla değil, dîniyle tanımlardı.

Âyetlerde neden böyle söyleniyor?. Çünkü Allah’ın tek biri dîni vardır, o da İslâm’dır. Hz. Âdem müslümandı. Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler müslümandı. O hâlde tüm zamanlarda ve şu-anda yaşayan ve İslâm’a göre düşünen ve amel-eylemde bulunup hareket edenlerin tamâmı müslümandır. Birileri onları yahudi-hristiyan zannededursun. Âyetin söylediği gibi; hristiyanlık, yahudilik ve diğerleri, müslümanların yozlaşmasının sonucunda almış oldukları isimlendirmelerdir. İslâm, daha doğrusu müslümanlar yozlaşınca, yozlaşan müslümanlar yahudi, hristiyan vs diye isimlenmeye başlamışlardır, olan şey budur. Bu nedenle bir İslâm ülkesinde doğanlar ille de müslüman olmayacağı gibi; bir hristiyan-yahudi-budist vs. ülkede doğanlar da ille de budist olmazlar. Müslüman olmanın şartı bir İslâm ülkesinde doğmuş olmak değildir. Fakat bir İslâm ülkesinde doğmuş olmak, daha yakından ve daha çok tanıyıp benimsemek için, dolayısıyla müslüman olmak için bir avantajdır. İslâm ülkelerinde olanlar -nasıl ki yaptıklarına baktığımızda görüldüğü gibi- müslüman değillerse; gayr-ı müslim ülkelerde doğanlar da illâ ki o ülkelerin dinlerinden değillerdir. Ne yâni?; şu-anda Türk olan herkesi müslüman mı kabûl edeceğiz?. Küçük çocuklara tecâvüz edenleri; insanları haksız yere öldürenleri; çalıp-çırpanları, sâdece müslüman(!)  bir ülke olan Türkiye’de doğdukları için müslüman mı sayacağız. O hâlde müslüman olmayanlar kimlerdir?. Kim müslüman değildir?.

Müslümanlığı sâdece bir kültürden ibâret zannedenler böyle zannediyor. Öyle ya; lâik-merkezli eğitim veren okullarda dîni değil de “din kültürü” adı altında dînin sâdece kültürünü öğrendiler. Bu nedenle de dînin ne olduğundan haberleri yok. Zâten dînin özü olan Kur’ân’ı hayatlarında bir-kez bile okumuyorlar. Bu nedenle ne olduğunu bilmedikleri ve bu nedenle “birilerinin” kandırdığı gibi zannediyorlar Kur’ân’ı. Kur’ân okumayı “beyni sulandıran” bir şey zannediyorlar. Şeytanın uşakları olan tâğutlar ve onların ülkelerdeki uşakları olan taşeronlar, şerefsizlikleri anlaşılmasın diye, onların kirli yüzlerini net olarak ortaya koyacak tek Kitap olan Kur’ân’ı okumayanların beyninin sulanmış olduğunu uydurmuşlardır. Düşünsenize, kitap okuyarak beyin sulanıyorsa, o hâlde “Nutuk” okuyunca da beyin sulanır. Bedeni sağlamlaştırmak için jimnastik nasıl işe yarıyorsa, zihni canlandırmak ve sağlamlaştırmak için de “beyin jimnastiği” yapmak gerekir ki bunu için en ideâl kitap Kur’ân’dır. Müslüman doğulmaz, müslüman olunur. Çünkü müslümanlık bir irâdesiz vâr-olma şekli değil, bilinçli-irâdeli bir vâr-olma şeklidir.

Ben kesinlikle ve kesinlikle Türklükten önce müslümanım. Türk olmayı ben tercih etmedim ki!; neden kendimi onunla öne çıkarayım?. Ben kendi bilgi-bilincimle tercih ettiğim, seçtiğim âidiyete göre kendimi tanımlarım. Doğuştan olan şeyle övüneceksem, o zaman yahudiler gibi “erkek” olmakla da övünmem gerekir. Her sabah-kahvaltısından önce annesinin ve kız-kardeşinin yanında: “Allah’ım beni “erkek” olarak yarattığın için sana şükürler olsun” duâsını yapıyorlar. Doğuştan gelen özellikler insanlıkla değil, “beşer” yada varlığın hayvâni yanıyla alâkalıdır. Doğduğum yerin âit olduğu ırk ile övünmek zorunda değilim. İtalya’da doğsaydım bu sefer de İtalyan olmakla mı övünecektim?. Hem Türklük yada diğer ırklardan olmak mezara kadardır. Ölünce biter. Oysa müslüman olmak ebedîdir. Haa!; ben Türk kavminden-kültüründenim ve Türk kavminin gelenek-göreneklerinden, yemeklerinden, coğrafyasından, kültüründen genelde memnunum. Çünkü ona alışığım. Diğer ırklar da öyle zâten.

Yine; ben kahverengi gözlüyüm. Öyle doğdum çünkü. Kahverengi gözlü olmayı bir üstünlük nedeni mi sayayım şimdi? ve diğer renkli gözleri daha düşük mü göreyim?. Bunun sonu yok ki. Karşı taraf da saçını öne sürer. Bunlar kişinin tanımlanması yada târif edilmesiyle ilgili geçici maddî özelliklerdir. Alt-kimliklerdir. Ebedî olan üst-kimlik ise din ile, İslâm ile olur.

İnsanlar müslüman bir ülkede doğmakla yada müslümanım demekle müslüman oluverdiklerini zannediyorlar. Üstelik İslâm’ın hiç-bir emrine ve yasağına da uymazlarken. Siz İslâm’ı ne zannediyorsunuz ki?.

Allah katında din İslâm’dır. Kur’ân’a göre; bir, “hak din olan İslâm” vardır, bir de “bâtıl dinler” vardır. Bu nedenle “din değiştirme” olmaz, “dinden çıkma” olur. Ya İslâm dînindensindir, yada değilsindir. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler müslümandır. Dediğimiz gibi; Kur’ân, “Hz. İbrâhim ne yahudi ne de hristiyandı, o müslümandı” der. Müslümanlık dinlerden bir din değildir, “Allah katındaki tek hak din”dir.

Mustafa Kemâl’in şu sözleri vardır: “Ne mutlu Türk’üm diyene”; Bir Türk Dünyâ’ya bedeldir”. Şimdi ben Papua Yeni Gine’de doğsaydım ne diyecektim?. “Ne mutlu Papua Yeni Gine’liyim diyene” mi?. Yada “Bir Papua Yeni Gine’li tüm Dünyâ’ya bedeldir” mi diyecektim?. İşte zâten modern zamanlar, ulus-devletlerin bunu yaptıkları ve birbirlerine can-düşman oldukları zamanlardır. Ulus-devletin büyüsüyle büyülenmiş olanlar birbirlerini yemektedirler. Üstelik Allah müslümanlara ırkla değil de “takvâ” ile yâni “İslâm bağlılığı” ile övünülmesini ve başka bir şeyle öne çıkmamalarını isterken, müslümanlar da bu tuzağa düşerek ulus-devlet dînine girmişlerdir ve bu nedenle de Dünyâ hâkimiyetlerini ve güçlerini kaybetmişlerdir. Atasoy Müftüoğlu:

“İslâm-dünyâsı toplumlarında bugün müslümanlık ve müslümanlar, tâbi oldukları devletlerin projeleri doğrultusunda konumlandırıldıkları ve yönlendirildikleri için, İslâmî kimlik birincil kimlik olmaktan çıkıyor; proje kimlikler, milliyetçi ve mezhepçi kimlikler birincil kimlikler hâline gelebiliyor. Etnik rekâbetler, mezhepçi rekâbetler sebebiyle dayanışma rûhu ve bilinci sorumluluk konusu olmaktan çıkıyor. Ulus-devletlerin İslâm’ilik adına sâhiplendikleri soyut iddiaları somutlaştırmak gibi bir kaygıları, projeleri ve tasavvurları yok. Bizler müslümanlar olarak İslâm’ı etnik ve mezhepçi bencilliklerimiz doğrultusunda, devletçi bencilliklerimiz doğrultusunda târif ediyor, tanımlıyor, ancak yaşamıyoruz. Yaşamadığımız, ancak târif edebildiğimiz İslâm hakkında yazıyor, konuşuyor, tartışıyor, kavga ediyoruz” der.

Peygamberimiz de alt-kimlik olarak Mekke’li olsa da, üst-kimlik olarak müslümandır. Bunu, Mekke’yi terk ederek ve Medine’ye yerleşerek gösterdi. Zîrâ onun üst-kimliği Mekke’lilik ve Araplık değil, İslâm’dı. “İslâm’ın önde giden atlıları” hiç-bir zaman memleketlerini mesele yapmadılar. Milliyetçi olsalardı Medine’den kalkıp da İstanbul’a kadar gelerek savaşmayı ve orada ölmeyi o kadar kolay göze alamazlardı.

Milliyetçilik yada ulus-devlet, “devletin bulunduğu yerde sınırlardan ileri-geri bir adım atmadan kalmak” anlamında ağır bir hareketsizliktir. Bu hareketsizlik, kâlpleri kararttıktan sonra, zihinleri de köreltmiştir. Oysa İslâm, hiç-bir zaman hareketsizliği sevmez ver der ki: Bir işten yorulduğunda başka bir işle ilgilen?. Bu durum kâlplere ve zihinlere de sirâyet eder ve İslâmî kişilik, kendini hareketsiz alt-kimlik olan ulusçuluk yerine, hareketli ve tüm Dünyâ’yı mescid olarak gören bir anlayışa sâhiptir. Bir müslüman için sınır, Dünyâ’nın ve hattâ kâinâtın sınırlarıdır. Millî sınırlar, “birileri”nin, “birileri” için çizmiş olduğu sınırlardır.

Aslında “millet” kavramı dînî bir kavramdır ve “inanç” ile ilgilidir. Dînî inançta ırk-birliği değil, inanç-birliği esas alınır. Fransız Devrimi ile başlayan milliyetçilik “millet” kavramını dinden ayırmış, kan-kemik-et-tip gibi maddî şeylere indirgeyerek onu ilkelleştirmiş ve sekülerleştirmiştir. Artık milliyetçilik denilince seküler (din-dışı) bir milliyetçilik anlaşılıyor ki bu en başta “kan” ile ilgilidir.

İslâm’dan önceki bâzı zamanlarda ama özellikle İslâm’dan sonra Türkler kendilerini “Türk” olarak adlandırmazlardı ve “Türk” adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat süren “göçebeler” için kullanırlardı. Araplar da kendilerine “Arap” demezlerdi ve “Arap” adlandırmasını kendilerine göre ilkel bir hayat yaşayan “bedeviler” için kullanıyorlardı. Milliyetçilik ilkelliktir, zîrâ her kavim kendini, ilkel zamanlardaki isimleri ile adlandırır. Henüz medenîleşmeden önceki adlarını modern dönemdeki isimleri olarak kullanmaktadırlar. O hâlde milliyetçilik, bir ilkelleşme hareketidir. İlginçtir ki bunu, medenîliğin zirvesi olan İslâm kimliğini geriye artarak yapmaktadırlar. Aslında ilkel olan ırk isimleri alt-kimlik, dînî isimleri (İslâm-müslüman) ise üst-kimliktir. 

Allah âyetlerinde milliyetçiliği değil, ümmetçiliği öne çıkarır:

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).

İslâm’a göre birliğin temeli veya kaynağı kan veya soy değil, inançtır. Bu inanç tabî ki dînî inançtır. İslâm inancı.. Îman kardeşliği:

“Mü’minler ancak kardeştirler. (Irkları farklı olsa da). Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz” (Hucûrât 10).

“Ey îman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi (kendi-kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve bir-birinizi olmadık-kötü lâkablarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlim olanların ta kendileridir” (Hucûrât 11).

Üstünlük ırkta-soyda değil, “takvâ” denilen Allah’tan sakınmada yâni İslâm’dadır:

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 13)

Kendi milliyetini överek aşırı bir şekilde öne çıkaran milliyetçilik, bunu sâdece et-kemik ile değil, dil ile de yapmıştır. Dilinin en iyi dil olduğunu savunmuştur/savunuyorlar. Bu nedenle meselâ Türkiye’de yapılan Osmanlıca kıyımı nedeniyle Türkçeye eklenen 5.000 kelimeye rağmen 60.000 kelimeyi silmiştir. Üstelik eklediği bu kelimeler de Türkçe kelimeler değil, başta Fransızca olmak üzere, “komik bir şekilde Türkçeleştirilen” yabancı dillerin kelimeleridir.

Sanıldığının aksine Türkler (yada diğer ırklar), eskiden Türklüğü ve ırkı çok fazla öne çıkaran kişiler değildi ve bunun muhabbetini de yapmazlardı. Herkes kendi boyunun/dîninin/lîderinin vs. isimleriyle tanıtırdı kendini. Irklarının ne olduğunu dert edinmezlerdi, çünkü çok başka dertleri-uğraşları vardı. Öyle ki; savaştıkları bir kavimle, bir-süre sonra birlik olup başka bir kavme karşı ittifak yapabiliyorlardı. Irk sorunu yoktu, “yaşama” sorunları vardı. 

“Aslında insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler” (Bakara 213; Yûnus 19).

“Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir” (Âl-i İmrân 110).

Peygamberimiz de milliyetçilik hakkında şunları söyler:

“Milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya onun yolunda ölen bizden değildir” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28).

“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225).

“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sâdece takvâ iledir” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632).

Milliyetçilik, söylediğimiz gibi, fizîki görünüş ile ilgilidir. Et/kan/kemik/vücut-şekli/tip/duruş/oturuş vs. Tabi kültürel özellikler de önemlidir. Tüm milliyetçiler/ırkçılar/kavmiyetçiler, bu özellikleri en iyi kendilerinin taşıdığını iddia ederler. Zâten milliyetçilik de budur. İyi de; bu özelliklerin en iyisinin kendilerinde olan özellikler olduğunun delîli nedir ki?. Neye göre bu kıyası yapıyorlar?. Ölçü nedir?. Adam anne-babasından doğuyor ve anne-babası hangi milletten ise o da o milletten oluyor doğal olarak. Başka bir milletten doğsaydı o zaman  da o milleti övmeye ve öne çıkarmaya çalışacaktı. Aslında mevcut milletten olmasında onun hiç-bir dahli yok. Kendi çabasıyla olmayan bir “görece üstünlük”ten bahsediyor ve onu körü-körüne savunuyor. Hiç-bir delil yok, hiç-bir mantık yok, sağduyuya aykırı. Birilerinin verdiği gazla başlayan sûni, körü-körüne olan bir bağlılık. Bağlandığın şey ne?. Soyut kavramlar. Vatan nedir?, millet nedir?. Vatan; toprak-dağ-deniz-kaya-orman mı?. İyi de bunlar her yerde var. Millet de; kan-et-kemik mi?. Bunlar mı yâni?. Bu özellikler sende varsa diğerlerinde de var. Tamam; yaşadığın ülkeyi ve ırkı sev. Allah tüm Dünyâ’yı ve insanları güzel yaratmıştır ve insanlar belli bir süre bulundukları ve yaşadıkları yere alışırlar ve orayı severler. Oranın güzelliklerini (yada kötülüklerini) en iyi onlar görürler çünkü. Bu nedenle de değer verirler. Bunda bir beis yok. Fakat en güzel vatanın, en güzel insanların, en üstün insanların bu vatan ve bu vatanda yaşayanlar olduğunu söylemenin delîli nedir?. Ölçü nedir ki?.

Yine; Türkçe yada başka bir dil neden başka bir dillerden üstün olsun ki?. Hangi dilin özellikleri, grameri, türetme potansiyeli vs. daha geniş ise o dil daha zengin bir dildir. Meselâ Türkçe neden Kürtçeden üstün olsun yada tam tersi?. Herkese ana-dili güzel ve anlaşılırdır. Türk’e göre Türkçe güzel bir dilse, Kürde göre de Kürtçe güzel bir dildir. Dilin salt kendisi değildir güzel olan. O dil ile ne söylendiği önemlidir. Kürtçe yapılan bir duâ, Türkçe yapılan bir küfürden üstündür. Türkçe söylenen bir şarkı, Kürtçe yapılan bir hakâretten üstündür. 

İlber Ortaylı:

“Osmanlı'ya baktığımızda şunu görüyoruz: O bir kere kolonyalizm nedir filân anlamaz. O bir devlettir işte, toprakları vardır. Sonra etnisite anlamında, milletler nedir?; Arnavutmuş, Arapmış, Hırvatmış. Osmanlı’nın kafasında öyle şeyler yoktur. Gerçi devlet dâirelerinde Türkçe konuşulur, Türk devletidir, ordudaki, bürokrasideki dil Türkçedir. Osmanlı imparatorluğu’nun kesintisiz bütün kayıtları, yazışmaları Türkçedir. Medresede Arapça okunur ama dil Türkçedir. Türkçe konusundaki bu Türklüğe rağmen kimlik-bilinci hâline gelmiş bir Türklük söz-konusu değil. Bir-kere kendisine Türk demiyor, öyle bir gayreti yok, başka ad koyuyor. Önce “Müslüman” demiş, sonra “Osmanlı” demiş.

Türklük bilincinin, uluslaşmanın da, tabii bir bedeli var. Bunun başlangıcı 93 Harbi ve hızlanması da Balkan Savaşı. Çanakkale, Kafkaslar, Yemen derken, Türklerden başka herkes imparatorluktan kopmaya çalışınca biz de artık bakışlarımızı “Biz kimiz?” diye kendimize çevirmek zorunda kaldık. Tabî bu kimlik-şuuru zamanla gelişti ve artık bizim için vazgeçilmez bir sıfat hâline geldi. Türklük bizim Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ulaştığımız bir kimliktir. Bunu târihî olaylarla, bir-takım müesseseler yoluyla kazanmışız. Binaenaleyh Türk ulusal kimliğini ele alırken bizdeki siyâset bilimcilerin yaptığı gibi nation buûding (ulus kurmak) türünden kavramlar kullanılmasının manası yoktur, çünkü bu gibi kavramlar başka ortamlar için, koloniyâl formasyonlar için kullanılmıştır. Türkiye için de, Balkanlardaki uluslar için de geçerliliği yoktur” der.

Üstünlüğü herkes kendine göre belirlerse gerçek üstün olanın kim olduğu nasıl anlaşılacak?. Üstünlüğü kim belirleyecek?. Üstünlüğü belirleyecek tek merci “En Üstün Olan’ Allah’tır. Allah diyor ki Şeytan’a: “Ey ateşten yaratılan!, topraktan yaratılana secde (itaat) et”. Bitti!. Kompleks yapıp, bir kibre kapılıp kendi varlığının yapısını diğerinden üstün görerek ondan üstün olduğunu söylemek Allah’a isyandır. Terbiyesizliktir. Kibirdir. Anlamsız bir gururdur. İşte gerçek değersizlik de budur.

Övünülecek taraf, üstün olan taraf, “geçici olan” değil, “ebedî kalıcı olan” taraftır. Et-kemik-kan geçici olan şeylerdir, geçici olan şeylerle övünmek saçmalıktır, esas kalıcı olan İslâm ile öne çıkar insanın karakteri ve kimliği.

Din azalınca milliyetçilik başlar. İnsan “değer”siz yapamaz çünkü. İnsan, dinden boşalan yeri ilk-önce “eski” ile doldurmaya çalışır. Târihsel milliyetçilik başlar böylece. Şehir efsânesidir milliyetçilik.

Milliyetçilik, insanların kuru-kuruya bağlandıkları ve alışkanlık edindikleri boş bir oyalanma alanıdır. Değerlerini bir şekilde yitirmiş yada yaralamış olan insanların “değer ihtiyacı”ndan doğan bir bağlanma-şeklidir. Fakat bu bağlanış-şekli seküler/materyâlist (maddî) bir bağlanma-şekli olduğu için bâtıldır yada üst-kimlik değildir. Hele bir de İslâm’dan kopmadan milliyetçiliğe bağlılığını sürdürmek isteyip de: “Türk-İslâm; Anadolu İslâm’ı” gibi zırva sözlere sığınmalar tam bir şirktir. İslâm kendine tam yeten bir dindir ve yanında hiç-bir isme ve ideolojiye ihtiyaç duymaz. Üstelik kullanılan söz; “İslâm-Türk” de değil, “Türk-İslâm”. Yâni ilk önce Türk’lük, sonra İslâm. Böyle olunca da ana unsur İslâm’a rağmen Türk’lük olacaktır ki bu İslâm’a da bir hakârettir. Unutulmasın ki, vatan sevgisi, Dünyâ sevgisidir.

Ölen kişinin ırkı-milliyeti ortadan kalkar. Bir-süre sonra mezarda kalan kemiklerin hangi ırka-millete âit olduğunun bir önemi yoktur.

Müslümanlarda ve de Türklerde, -hümümdar âilesi hâriç- zâten uzun şecereler de yoktur. İnsanlar bir-kaç kuşak öncesi atalarını bile bilmezler. Çünkü et-kan-kemik, yâni ırk-bilinci yoktur. Mesele de yapmazlar bu. İlber Ortaylı:

“Aslında Türkiye’de kimse etnik köken bakımından pek rahatsız edilmez. Kimse kimsenin ne olduğunu bilmez. Burada öyle şecere-mecere yoktur insanlarda. Türkler iki-üç nesille yetinen bir halktır. Ondan ötesini karıştırmaz. Türkiye’de müslümansan, başka şeye bakılmaz” der.

Türkler, Bulgarlar, Yunanlılar, Sûriyeli’ler, Îranlılar birbirlerine benzerler. Şimdi; tüm bu ırklara ortak bir şekilde benzeyen ama hangi ırktan olduğu bilinemeyen ve bulunamayan bir insanın ırkı ne olacaktır?. Bu kişi hangi kavimdendir?. Böyle insanlar vardır. Şimdi bu kişi hangi dinden sayılacak?. Aslında bu kişi hangi dinden olduğunu söylüyorsa o dindendir.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra öyle bir hâle gelinmiş ki, sınırın iki metre ötesindeki adam “doğuştan hristiyan” oluyor; iki metre berisindeki ise, sırf 2 metre beride doğduğu için “doğuştan müslüman” oluyor. Aynı apartmanda yaşayan ve aynı gün ve aynı saatte doğum yapan ve doğumdan sonra da uzun yıllar aynı apartmanda birlikte yaşayan bir müslüman ve bir hristiyan âilelerin çocukları “doğuştan müslüman” ve “doğuştan hristiyan” kabûl etmek hangi mantıkla îzah edilebilir?. Hele ki bunlar budizmin hâkim oluğu bir ülkede kültürde doğmuşlar ve yaşıyorlarsa. Bırakın da bunlar ileride dinlerini seçsinler. Kimseyi “doğuştan müslüman-hristiyan” vs. yapmayın. Her doğan İslâm fıtratıyla doğar ama bu, “potansiyel müslümanlık”tır.  

Kur’ân’da anlatılan peygamberlerin çoğunun da hangi ırktan olduğu bilinmez ama tamâmı da müslümandır ve bir-çoğunun müslümanlıkları anadan-babadan yâni doğuştan değil, sonradan akıllarını-irâdelerini-bilgilerini kullanarak şirkten ve ahlâksızlıktan uzak kalmaları ve Allah’ın onlara vahiy göndermesi sebebiyledir. Bunun en meşhur örneği Hz. İbrâhim’dir. Hz. İbrâhim’in babası kâfirdi. Oysa Hz. İbrâhim kâfir olmadı ve ileride yaptığı sorgulamalar netîcesinde bir noktaya vardı ve Allah onu peygamber olarak seçerek vahyetti. Böylece Hz. İbrâhim, ana-babası müslüman olmadığı hâlde müslüman oldu. Tam tersi de olmuştur. Hz. Nûh müslümandı ama oğlu müslüman olmadı ve gemiye binmedi de boğulanlardan oldu. Demek ki müslümanlık bir “seçim-işi”dir, “doğum-işi” değil. Bu peygamberlerin hangi ırktan olduğu belli değildir. Belli olsa da önemli değildir. Çünkü onlar, o ırkların dînlerinden olmayı kabûl etmediler ve müslüman oldular.

“Doğuştan müslüman” olununca “doğuştan cennetlik” olunacağı zannı da vardır. “Müslümanlar doğuştan müslüman oldukları için otomatikman cennete; hristiyanlar ve yahudiler ve diğerleri ise otomatikman cehenneme gideceği” düşüncesi oluşur böylece. Hâlbuki, Allah’a teslim olup O’nun emrettiği gibi yaşayanlar cennete girecek; O’na karşı çıkan ve ortak koşanlar yâni müşrikler, kâfirler ve münâfıklar ise cehenneme gireceklerdir.

Peygamberimiz: “Her doğan, İslâm-fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecûsi yapar” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) der.

Demek ki her insan İslâm-fıtratı üzere doğuyor ve onu mensup olduğu dîne yada dinsizliğe, âit olduğu âile-toplum-kültür yönlendiriyor. Fakat bu, ilâhi-merkezli değil de, insân-merkezli bir din oluyor ki, bunun İslâm ile alâkası yoktur. O hâlde bir insan müslüman bir anne-babadan doğsa da, kendisi bilinçli bir şekilde İslâm’ı seçip o yolda hareket etmeye başlayıncaya kadar müslüman yâni İslâm üzere olmamış olur. Doğuştan müslümanlık, “İslâm-dîni üzere olmak” değil, “anne-baba, kültür, coğrafya dîni üzere olmak”tır. Fakat bu çeşit bağlılıklar “hak yol” değil, “bâtıl yol” olur. Demek istediğimiz odur ki; bir kişi Peygamberin hânesinde de doğsa, o kişinin müslüman sayılması için bizzat kendisinin bilinçli bir şeçimle İslâm’ı seçmesi ve ona göre hareket etmesi gerekir. Zîrâ Hz. Nûh’un oğlu da Hz.Nûh’un hânesinde doğmuştu ama İslâm’ı seçmemişti.

Bilindiği gibi müslümanlar çeşitli mezheplere, meşreplere, târikatlara, îtikatlara, cemaatlere yâni çeşitli yollara ayrılmışlardır. Peki bunlar da mı doğuştan oluyor?. Yâni “doğuştan müslüman” olduktan sonra aynı-zamanda “doğuştan sünnî”, “doğuştan alevi”, “doğuştan Mâturidi”, “doğuştan Nakşibendi”, “doğuştan Nurcu-Süleymancı” vs. mi olunuyor?. Her-şey doğuştan oluyorsa o hâlde hiç-bir şeyden şikâyet edemeyiz, birilerine karşı çıkamayız. “Doğuştan AKP’li” yada “doğuştan CHP’li” de olunur çünkü. Hattâ o zaman, “doğuştan şerefsiz” olanlar da vardır ve onlar “doğuştan” olduğu için yapacak bir şey yoktur. İşte bu, “kör bir kader inancı”dır. 

“Doğuştan” olunca parçalanma kaçınılmazdır. Zîrâ herkes doğuştan farklıdır. Nihâyet öyle bir yere gelinir ki, hem tüm insanlık çeşitli parçalara ayrılır, hem de bu parçalanmalar en sonunda insanlığın ve Dünyâ’nın da parçalanmasına neden olur. Çünkü aşırı farklılık mutlakâ tefrikaya yol açar ve bu tefrika da parçalanmayı yanında getirir.

“Düşük” olan şey “yüksek” olan şeyi belirleyemez. Kafa-yapısı, deri ve göz-rengi dinden yâni İslâm dîninden daha yüksek değildir ki dîni belirlesin. Bu nedenle de din; deri-rengi, göz-rengi ve kafa-yapısına ve şekline göre yâni ırka göre belirlenemez. Dolayısıyla, müslüman olmak için herhangi bir ırktan olma şartı yoktur.

  İnsan Genom Projesi de, “bir ırk-geni yoktur” der. İnsan Genom Projesi’nin sonuçlarından birisi şudur:

“Yakın zamanda elde edilen veriler, DNA bilgisinin %99’undan fazlasının, tüm insanlar için ortak olduğunu ortaya koymuştur. İnsan genomundaki bireysel farklılıklar, %1’den azdır”.

Irk-geni diye bir şey olmadığı için “Türk-geni” diye de bir şey yoktur. Yâni aslında “safkan bir Türk” yoktur. Safkan olan hiç-bir ırk yoktur çünkü.

Irk-geni yoktur, bu nedenle de “Türk’üm” demek de yanlış olur. “Türk kültüründenim” demek gerekir ki “Türk’üm” demek de bu olur zâten.  

Annem-babam Türk kavminden-kültüründen olduğu ve ben de onlardan doğduğum için, sorduklarında “Türk’üm” diyorum/derim. Bu benim hangi kültürden-kavimden olduğumu gösterir. Fakat bu kimlik benim için “üst-kimlik” değildir. Üst-kimliğim İslâm/müslümandır. Çünkü ben “Türk fıtratı” üzere değil, herkes gibi “İslâm fıtratı” üzerine doğdum ve zamanla bu fıtratın içini Kur’ân’la doldurdum ve İslâm’ı benimseyip sindirdim. Müslüman olmak böyle olur. Benim üst-kimliğim İslâm olduğu için, ben ancak müslüman olmakla övünebilirim. Türk’lük benim için övünç-kaynağı değildir, bağlı olduğum ırkı-kültürü gösteren, örfünde-kültüründe doğup-büyüdüğüm bir alt-kimliğimdir sâdece. Bu nedenle kendimi yırtarcasına Türk’lüğümü haykırmam; sâdece, Türk olduğumu söylerim. Benim için “Türk’üm” demek, “Türk kültüründenim” demekten başkası değildir. Bu, vatanını-milletini sevmemek demek değildir. Vatanıma-milletime yapılan bir saldırı karşısında elimden geleni yapmalıyım ve de yaparım. Bu zâten İslâm’ın da emridir. Yaşadığım ülkeyi sevebilirim de. En rahat edeceğim yer, doğal olarak doğup büyüdüğüm yerdir tabî ki de. Fakat yaşadığım ülkeyi kutsallaştırmam, çünkü netîcede tüm Dünyâ benim vatanımdır. Allah yer-yüzünü bize yaşama alanı olarak vermiştir. Müslümanca yaşamak için.

Sonsöz: Üst-kimlik kırlınca alt-kimliğe dönüşür. O muazzam İslâmî üst-kimlikten yoksun kalanlar, alt-kimlikleriyle avunup teselli bulurlar.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2016


Devamını Oku »

2 Aralık 2016 Cuma

Alternatif Bir Takvim


“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin…” (Tevbe 36).

 

“Einstein’ın izâfiyet teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat insanların zaman algısında bir problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir süre olduğunu a-priori olarak biliyor. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucudur. Zaman, maddenin içinde mündemiçtir-özdeştir. Suyun (zaman) rengi kabının (madde-mekân) rengidir. Zamânın yeri maddenin yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz. Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur. Her-şey anlamını “hareket” ile bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da maddenin hareket etmesidir.

 

Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa, zaman da kalmaz/olmaz.

 

Dünyâ’da doğal bir takvim ve saat vardır aslında. Kış gelir, bahar gelir, yaz gelir. Çiçeklerin açması, havanın ısısı, yiyecek-içeceklerin çıkması vs. ile insanlar hangi zamanda olduklarını öğrenmişlerdir-öğrenebilirler. Takvim ve saate daha çok, bir “hız uygarlığı” olan modernizmde ihtiyaç duyulur. Müslümanlar namaz vakitlerini hassas bir şekilde belirlemek için saat üretmişler ve kullanmışlardır. Modernizmin daha etkisini göstermediği daha “dün” denebilecek târihlerde bile, annelerimize yada ninelerimize-dedelerimize kaç yılında doğduklarını sorduğumuzda târihi söylemek yerine; “savaş zamânı”, “büyük deprem zamânı”, “kıtlık zamânı” gibi ifâdeler kullanırlar ve daha çok ayrıntı istendiğinde de; “zemheride”, “ekinler hasat edilirken” gibi sözler ederler. Günün hangi saatinde doğduğunu da; “kuşluk vaktinde; “ikindide”, “yatsıda” olarak söylerler. Yine; horozların ötmesiyle sabah vaktinin o özel ânını, Güneş’in doğmaya başlaması ve doğmasıyla başka bir vakti, havanın ısınmasıyla başka bir vakti, kuşların ötmesi yada uykuya dalmalarıyla başka vakitleri anlarlar. Fakat genelde Güneş’in hareketleri ve konumlarıyla anlarız farklı vakitleri ve zâten insanlar uzun yıllar, bu doğal takvim ve saati kullanmışlardır. İnsanların yaptıkları takvimler ve saatlerin nedeni ise, târihi ve zamânı göstermekten ziyâde, “târihi ve zamânı hassas olarak öğrenmek ve bilmek”tir. Zîrâ medenileşen insan, târihi ve zamânı daha hassas öğrenmek ihtiyâcı ve zorunluluğu duymuştur.

 

Gökyüzünü gözleyen ilk gözlemciler, odaklanarak yaptıkları gözlemlerinin netîcesinde hassas döngünün farkına varmışlar bu döngüyü kaydettiklerinde ortaya bir takvim çıkmıştır. Bir yazıda ilk takvim ve takvimin gelişimi için şunlar söylenir:

 

“Mısır’lılar gök-cisimlerinin hareketini inceleyerek ilk takvimi buldular (MÖ 4241). İlk takvim Dünyâ’nın Güneş etrâfında dönüşüne göre düzenlendi. Mısır’lılar bir yılı 365 gün olarak hesapladılar ve oniki aya böldüler. Bir ayı da 30 gün kabûl ettiler. Mısır takvimi, günümüzde kullandığımız milâdi takvimin temelini oluşturmaktadır. Güneş esâsına dayalı takvim, İyon’lar, Yunan’lar ve Roma’lılar tarafından geliştirilmiştir. Roma İmparatoru Jullius Cesar (Jül Sezar) ve Papa XII. Gregor (Gregor) tarafından düzenlenerek günümüzdeki şeklini almıştır”.

 

Türkler de târih boyunca; 12 Hayvan Takvimi, Celâli Takvimi (meliki takvim), Rûmi Takvim, Hicrî Takvim ve Milâdi Takvimleri kullanmışlardır.

 

Saat ise ilk defâ MÖ 4000’lerde Mısır‘da kullanılmaya başlanmıştır. Mısır’lılar, Güneş’in her gün belirli bir düzende doğup-battığını keşfetmişti. Bundan yararlanarak güneş-saatini îcat etmeyi başardılar. Bu saat çeşidinde dik duran bir cismin Güneş’in geliş açısına göre oluşturduğu gölge boyuna bakılarak saat hesaplanıyordu. Ancak güneş-saatinin bir eksikliği vardı. Geceleri Güneş olmadığından dolayı çalışamıyordu. Bunun üzerine Antik Mısır’lılar kum-saati ve su-saatini îcat ettiler.

 

Ateş-saati, kum-saati, su-saati, güneş-saati gibi saatler kullanılmıştır târih boyunca. Modern zamanlarda da mekanik ve elektronik saatler kullanılmaktadır.

 

Peki biz şu-anda kullandığımız takvime mecbur muyuz ve bu takvimin bir alternatifi olamaz mı?. “Papa 12. Gregory tarafından yapılan Gregoryen takvimine mecbur muyuz?” diye düşünürken, üzerinde biraz düşünüp hayâl edince farklı bir takvim olabileceğini gördüm. Hayâl ettiğim takvim şöyledir…

 

Bizim takvimimizde 1 yıl, Kur’ân’da da bildirildiği gibi 12 aydan oluşacaktır. Fakat bir ayda 4-4,5 hafta değil, tam olarak 5 hafta olacak; her haftada da 7 gün değil, 6 gün olacaktır. Bu altı günün 6. günü izin günüdür. Böylece her hafta 6 günden; her ay, 6X5=30 günden; ve her yıl da 30X12=360 gün oluşacak ve her yılın son ayının sonunda 5 günlük ama 4 yılda bir de6 günlük bir “şükür bayramı” olarak kutlanan “artık hafta” olacaktır.

 

“Tanrı her-şeyi altı günde yarattı. Çıkış 20:11’de belirtildiği gibi, insanlık için bir örnek olması amacıyla Tanrı, 6 gün çalışmış ve 1 gün dinlenmiştir. Böylece 7 günlük haftamız süregelmiştir” denir. İslâm’da ise 6 günde yaratıktan sonra işin başına geçmiştir. Yâni haftanın 7. günü yoktur.

 

Güneş’in döngüsüne göre hazırladığımız bu takvimde günlerin adları şöyledir:

 

1.gün: Namaz      (Pazar)

2.gün: Oruç         (Pazartesi)

3.gün: Zekât        (Salı)

4.gün: Hac          (Çarşamba)

5.gün: Tevhid       (Perşembe)

6.gün: Cum’a       (Cum’a).

 

Ayların adları ise şöyledir:

 

1.ay:       Vahiy

2.ay:       Nebî

3.ay:       Kur’ân

4.ay:       Îman

5.ay:       Namaz

6.ay:       Hicret

7.ay:       İnfâk

8.ay:       Tevhîd

9.ay:       Cihad

10.ay:     Melek

11.ay:     Şahâdet

12.ay:     Cennet

 

Ve “artık hafta” olan “şükür bayramı” haftası.

 

İster saat olsun ister takvim, zamânı gösteren olaylar, doğada meydana gelen bâriz ve önemli değişimlerle olmalıdır. Zîrâ Allah, doğadaki değişimleri muhteşem değişimlerle yapar. Bu nedenle takvim, muhteşem bir değişimin yaşandığı ilkbahar ayı ile başlamalıdır. Bu başlangıcın, gündüz ile gecenin uzunlukta eşitlendiği İlkbahar ekinoksu ile olması uygundur. Dolayısıyla bu takvimde yılbaşının 20 Mart’ta başlaması ve takvmi başlangıcının da Hicret’i merkeze alması uygun olur.

 

Her ayı aynı olan 1 aylık takvimimizin tablosu şu şekilde:

 

 Namaz

  Oruç

 Zekât

  Hac

Tevhid

 Cum’a

         1

    2

    3

    4

    5

       6

     7

    8

    9

   10

   11

   12

    13

   14

   15

   16

   17

   18

    19

   20

   21

   22

   23

   24

    25

   26

   27

   28 

   29

   30

 

(Not: Ayların ve günlerin adı, İslâm kavramlarıdır. Ben bunu bir örnek olarak yaptım, farklı isimler de koyulabilir tabî ki).

 

Güneş’e ve doğaya göre belirlenen bu takvime göre yılın başı, bir “doğum ânı” olan baharın başlangıcıdır. Her yıl, doğanın yeniden doğmasıyla başlar. Bu bir doğumdur, başlangıçtır. İkbaharda doğan yeni yıl, yazın gençlik-olgunluk yıllarını yaşar; sonbaharda olgunluk-yaşlılık çağını geçirir ve kış gelince de ölür ve beyaz kefenini çeker üstüne. Böylece yıl da ölmüş-bitmiş olur. Tekrar yeni bir yıl yâni bahar başlamadan önce arada 5-6 günlük bir tefekkür dönemi olur ve sonra da deverân sürer gider.  

 

Tabi bu çok ince ayrıntılarına girmeden hazırlanmış bir takvimdir. Esâsen “hareket”in ve “döngü”nün olduğu yerde “kesinlik” olmaz. Zâten modern saat de, bir gün için tam-tamına 24 saat değil, gerçekte 23 saat, 56 dakîka ve 4.004 sâniye sürer.

 

Ölen için ise zamânın, saatin ve takvimin bir önemi ve anlamı yoktur. Ölüm hâlinde mutlak bir hareketsizlik durumu olduğundan, artık mevtâ (ölü) için bir zamandan bahsedilemez. Kişinin “hareketi” bittiği için zamânı da bitmiştir zîrâ. Zaman-dışı olmuştur o kişi artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla mümkündür. Ölen kişi artık bilinen zamanla kayıtlı değildir çünkü. Ölen için sadece anlık zamanlar vardır:

 

“Dedi ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?. Dediler ki: Bir gün yada bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor. Dedi ki: Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz”  (Mü’minûn 112-114).

 

Bir gün kaldıklarını zannetmektedirler. Çünkü artık sûr’a üfürülmüş, yer ve zaman formatı değişmiş ve “bin” günlük bir süreye “bir” gün denmeye başlanmıştır.

 

Tüm takvimler saatler Dünyâ’ya göredir. Dünyâ-dışında Dünyâ’da kullanılan saat ve takvimlerin bir anlamı kalmaz. Hareketin olduğu yerde kesin olarak ne takvim, ne zaman, ne de saat gerçek anlamda bilinemez. Takvimi, zamânı ve saati kesin ve doğru olarak hiç kimse bilemez. Her yazımızın sonuna eklediğimiz gibi:

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2016

 

Devamını Oku »

Büyük Fitne



“Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isâbet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır” (Enfâl 25).

Zamânın büyük fitnesi modernizmdir, post-modernizmdir; lâik/seküler/kapitâlist/liberâl/neo-liberâl/demokratik/emperyâl/konformist/bireysel/bencil ideolojiler ve günahkâr/korkak/tembel/hâin/câhil insanlardır. Tüm Dünyâ bir fitne ortamıdır ve Dünyâ’da büyük bir fitne vardır. Şeytanın uşakları olan tâğutların kontrôlünde olan taşeronlar bir-araya gelmişler ve Dünyâ’da büyük bir fitne çıkarmışlardır. Bu fitne kendilerini de yakmaktadır fakat bu fitne artık bir din hâline geldiğinden, bu dînin sıkı bağlıları bu fitneyi bir nîmet, bir şeref, bir “aydınlık” zannetmektedirler ve bu nedenle de îtirâz etmemektedirler. İşin ilginç yanı, bu fitneden en çok zarar görenler müslümanlardır ama onlar da bu fitneye ayak uydurmuş ve bu fitneye sımsıkı sarıldıklarında kurtulacaklarını zannetmektedirler.

Kur’ân’ın söylediklerinden ve Peygamber’in İslâmî pratiğinden (sünnet) başka her-şey fitnedir ve mü’minin düşmanıdır. Hz. İbrâhim Kur’ân’da şöyle der:

“İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi hâriç” (Şuârâ 77).

İşte “güzel örnek”liğine uymamız gereken Hz. İbrâhim gibi biz de bu fitneye düşman olmalıyız. Bu fitneyi dost edinmeyi bırakıp, onu yeryüzünden temizlememiz gerekmektedir. Zâten bu Allah’ın bir emridir:

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 Fitne ile savaş, fitne kalmayıncaya kadardır:

“(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur” (Bakara193).

Mü’minler bu nedenle sürekli olarak cihad hâlinde olmalıdırlar. Cihadın her anlamını ağzına kadar doldurmalıdırlar. Nefisle cihad, bir zaman sonra Dünyâ’daki “büyük fitne” ile cihada da dönmelidir. Bu büyük fitneyle, cihadın her türlüsüyle cihad edilmelidir. Zîrâ cihad olmadığında fitne başlar. Fitne, cihad olmadığında başlar. Yılanın başını küçükken ezmek gerektiği gibi, büyük fitneyi temizledikten sonra çıkacak fitnelerin başını da daha küçükken ezmek gerekir ki fitne çıkmasın. Şeytan fitne çıkarmak için, daha çok “barış zamanlarını” seçer ve dostlarına telkinler yapar. Şeytan en büyük fitnecidir. Uzun süren barış zamanlarında fitne çıkması ihtimâl dâhilindedir. Bu yüzden sürekli olarak cihad hâlinde bulunmak gerekmektedir. İslâm’ın-îmânın nöbet yerlerinde nöbet beklemek (ribat=râbıta) gereklidir. Hattâ bu bâzen savaşmayı da gerektirebilir. Allah bu nedenle şöyle demiştir:

“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

Büyük fitne, tüm insanlardan başka hayvan ve bitki de dâhil her-şeyi etkilediğinden, fitnenin önüne geçmek çok önemli ve önceliklidir. Öyle ki, o fitneyi önlemek yada yok etmek için savaşmak bile gerekir. Fitnenin etkisi o kadar büyük olabilir ki, Kur’ân onu adam öldürmekten daha kötü görmüştür:

“Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Ancak Allah katında, Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır). Fitne, katilden beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dîninizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dîninden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) Dünyâ’da da, âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 217).

Fitnenin ele-başları yâni kâfirler birbirlerinin destekçileridir. Fitneyi bu destekle başlatırlar ve sürdürürler. Fitneciler bulanık suda balık avlamayı severler ve zâten berrak suda avlanamazlar. Bu nedenle suyu bulandırmak yâni sürekli bir fitne çıkarmak zorundadırlar. Birbirlerinin velisi olan bu fitnecilere karşı mü’minler de birbirlerine sımsıkı bağlansınlar ki büyük fitneyi önleyebilsinler:

“İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur” (Enfâl 73).

Ne yazık ki müslümanlar da “büyük fitneciler”e destek olmaya başladılar ve böylece fitneciler fitnesini daha kolay yaygınlaştırabiliyorlar. Müslümanlar derhâl bu aldanıştan vazgeçmelidirler ve el-birlik fitnenin kökünü kazımalıdırlar. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalıdırlar. Zîrâ fitneciler müslümanları kandırmak isteyebilirler ve şeytan da sağdan yaklaşabilir. Dırar Mescidleri kurarak müslümanları fitneye dâhil edebilirler yada tuzağa çekebilirler. Bilindiği gibi Mescid-i Dırar bir fitne-merkezidir. Peygamberimizin bu mescidte namaz kılması yasaklanmıştır:

“Zarar vermek, inkârı (pekiştirmek), mü’minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: ‘Biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şâhidlik etmektedir. Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç-bir zaman durma. Daha ilk gününden takvâ temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever” (Tevbe 107-108).

Mescidlerin bile fitne olabileceği gibi eşler ve çocuklar da fitne olabilir. Eşler ve evlatlar sizi Allah yolunda mücâhede ve mücâdele etmekten alıkoyabilir ve böylece fitne başlayıp önü alınamaz bir hâle gelebilir. Bu nedenle, eşlere ve evlatlara da tabî ki hakkı verilmeli ve onlarla sevgiye, saygıya, merhâmete dayalı dengeli bir ilişkimiz olmalıdır. Fakat onların bizi Allah yolundan alıkoymasına ve böylece bir fitne olmalarına da izin vermemeliyiz:

“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükâfat vardır” (Enfâl 28).

Peygamberimiz, torunları Hasan ve Hüseyin’i severken, “benim cici fitnelerim, siz adamı cennetten edersiniz” dermiş.

“Kadınlar fitnedir” denir. Bunun genellemek tabî ki yanlıştır fakat kadının çıkarttığı fitneler çok güçlü olur. Kadınlar bir bakışla erkekleri yoldan çıkarabilirler ama erkekler de bakışlarına hâkim olmalıdırlar. Kadınların erkekleri fitne ile yoldan çıkarabilecekleri gibi, erkekler de kadınları yoldan çıkarabilirler. Bu nedenle kadın-erkek mü’minler bu konuda çok dikkatli olmalıdırlar.  

Kötü ve zâlim yönetimler, çeşitli fraksiyonlar/hizipler ve gruplar ortaya çıkarır. Bu, fitnenin başlamasıdır. O hâlde Allah’tan başka sistemler birer fitne unsurlarıdırlar. Bir tek Allah’ın düzeni olan İslâm’da fitne olmaz. Kâinâtın hiç-bir yerinde fitne yoktur. Çünkü kâinât, Allah’ın sistemine mutlak anlamda uyar ve İslâm’a göre hareket eder. Bu düzenden ayrılındığı anda fitne de başlar ve önü alınmazsa büyür gider. Bu yüzden mü’minler ne fitne çıkarmalı ne de fitneye izin vermelidirler.

Bir yazıda denildiği gibi; Modern zamanlarda hakkı-hakîkati söylemek ve aramak, yanlışlanabilir de olsa bilgi paylaşımında bulunmak, eleştiri getirmek, îtirâz etmek fitne çıkartmak anlamına geliyor. Modern sisteme aykırı hareket edenler yada ona aykırı bir söz edenler yobaz, câhil, ezik, ajan, terörist, irticâcı vs. oluyor. Fitne, kendisine laf-söz ettirmiyor ve kendisine karşı oluşturulacak bir harekete zinhar izin vermiyor. Başta şeytan olmak üzere tâğutlar ve onların uşakları büyük fitnenin bitmesine aslâ izin vermiyorlar ve çok ciddî önlemler alıyorlar. 

Modern-bilimsel-sosyâl teorilerin de çoğu fitnedir ve toplumu ifsâd eder. Darwin, ortaya bir fitne attı, 150 yıldır tartışıp duruyorlar. Bu fitne nedeniyle sapıtan sapıtana. 20. yüzyılın başlarında ortaya atılan sosyâl ve bilimsel fitneler yâni teoriler, insanları yoldan çıkardı ve ahlâksız, kişiliksiz, korkak, pısırık, tembel, inançsız, hastalıklı nesiller ortaya çıktı. İdeolojilere dönüşen fitneler, 1. ve 2 .dünyâ-savaşlarını çıkardı ve milyonlarca insan telef oldu. Bu savaşların sonucunda büyük fitne bitmediği gibi farklı bir yörüngeye girdi ve çeşitli ve tâkip edilemez fitneler açığa çıktı.

Fitnenin panzehiri İslâm’dır. Fitnenin en büyük destekçisi Bel’amlar, tâğutlar, cehâlet ve câhil insanlardır. Câhiller cehâletten kurtulduğunda fitneciler yok olup gidecektir. Bu cehâletten kurtuluş elbette İslâm ile olacaktır.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2016


















Devamını Oku »