3 Şubat 2015 Salı

İslâm Ülkesi Vahdetya



Önsöz

Özellikle Fransız İhtilâli’nden sonra dünyâ-insanları yeni bir bakış-açısını kabûl ederek toplumlarını buna göre şekillendirmeye başladılar. Bu bakış-açısı kapitâlizmin baskısıyla oluşturulmaya çalışılan laik/seküler/liberâl düşünceye dayalı yönetim şekilleridir. Demokrasi sistemi ile eylemde bulunan Cumhuriyet ideolojisi sâdece monarşiyi iptal etmekle kalmamış, bunun yanında dîni de yönetimden uzaklaştırarak yönetimi dinsiz/ahlâksız bırakmıştır. Buna Tanzimat Fermanı ile adım atan Osmanlı İslâm Birliği, 1924 yılından sonra resmî anlamda da katıldı ve İslâm’i iddialarından vazgeçtiler. İslâm artık, fiîli olarak görünür olmaktan çıktı ve kâlplere/vicdanlara hapsedildi. Bâzı hareketlerin/toplulukların tekrar İslâm’i düzene dönme söylemleri ve eylemleri genişleyip hâkim olamadı ve baskılara dayanamayıp zamanla bu toplumların da söylemleri/eylemleri değişerek liberâlleşti. Neo-liberâl sistemler Dünyâ’da iyice yerleştikten sonra ise artık insanlar bırakın İslâm’i bir devlet/ülke istemeyi, bunu bir şiddet söylemi/eylemi olarak görmeye başladı. İslâm’i bir devletten bahsedildiğinde insanların kâlpleri korkudan titremeye başladı. Böyle bir şeyden bahsetmek komik/ütopik/çirkin/korkunç/ilkel ve hattâ gayrı İslâm’i bir düşünce olarak görülmeye başladı. İslâm’ın böyle bir talebinin olmadığı söylemi yayıldı ve nefislere de hoş gelen bu düşünceye meyil artmaya başladı. Oysa Allah Kur’ân’da: “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidar sâhibi” kıldıysa, onları da yer-yüzünde “güç ve iktidar sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nur 55) der. Ayrıca “Allah İslâm/barış/selâmet yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir” (Yunus 25) âyetiyle Dünyâ’da başlayıp cennette kemâle erecek ve noktalanacak İslâm yurdunun/devletinin kurulmasına teşvik eder.

İşte bu kitap, unutulmaya yüz tutmuş ve artık akıllara bile neredeyse hiç gelmeyen böyle bir ülke/devlet emrini/ihtiyâcını yeniden gündeme getirmek ve İslâm Devletini ilk önce kâlplere sonra da Allah’ın izniyle yer-yüzüne yerleştirmek gâyesiyle hazırlanmış nâçizâne olmayan ciddî bir çalışmadır. Amaç, adâletsizlik/eşitsizlik/hakîkatsizlikten perişan bir hâlde olup neredeyse bu çirkefliğe dayanamayarak parçalanıverecek duruma gelmiş olan Dünyâ’yı yeniden adâlet ve esenlik-yurdu hâline getirmektir. Ayrıca özellikle Allah’ın (c.c.) melek Cebrâil aracılığı ile âlemlere rahmet efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gönderdiği kılavuza rağmen İslâm âleminin hâl-i pür melâlinin değişmesine katkı sunmaktır. Gayret bizden, tevfik/yardım Allah’tandır.

Hârûn Görmüş



1.BÖLÜM

Ülkenin Genel Görünümü

Vahdetya; Akdeniz’de, Kıbrıs Adası’nın güney-batısında bulunan, yaklaşık 500.000 km² büyüklüğünde, dört tarafı denizlerle çevrili olan bir “ada”dır. En yüksek rakımı 6.750 metre yüksekliğindeki Nur Dağı’nın zirvesidir. Ada’da her yönden müthiş bir potansiyel vardır. Denizleri, dağları, nehirleri, ormanları vs. bütün tabiatı doğal güzelliklerle doludur. Toprakları çok verimlidir. Her tür bitkinin yetişebileceği bir iklimi vardır. Ortalama ısısı 27 derecedir. Isı, yazları 40 dereceye kadar yükselirken, kışları 3 dereceye kadar düşer. Rüzgâr hemen hiç kesilmediğinden, yazın hem 40 derecelik sıcaklık hissedilmez hem de havanın nemi oldukça düşüktür. Kışın ve bahar aylarında hatırı-sayılır bir yağmur düşer Ada’ya. Kış mevsiminde ılıman bir iklim yaşanır. Klâsik Akdeniz iklimi vardır. Ada’ya en son kar 33 sene önce yağmıştı fakat yağan çok da hatırı-sayılır bir kar sayılmazdı. Sâhil kesiminde doğal bir kumsalı ve kumlu bir denizi vardır. Bu kumsal neredeyse bütün Ada’yı çevreler. Ada’nın havası sürekli esen rüzgâr sâyesinde temizdir. Rüzgâr nâdir olarak hızını artırır. Bâzen çok şiddetlendiği de olur. Deprem yönünden bir sıkıntısı yoktur. En son büyük deprem 1863 yılında 6.8 büyüklüğünde gerçekleşmişti. Hemen-hemen tüm mâdenler Ada’da mevcuttur. Özellikle bor, toryum ve petrol yönünden zengindir. Altın, gümüş, demir, bakır vs. rezervleri yüksektir. İnşâat malzemesi rezervleri boldur. Balta girmemiş ormanları vardır. Lâkin Ada’da yaşayan bozguncuların bulundukları yerde 1930 yılı îtibariyle neredeyse bir ot bile yoktu. Yakıp-yıkmaktan bir fidan bile dikmeyi düşünmemişlerdir. Zâten bozguncuların böyle şeylerle işi olmaz ya.. Mağaraları, yer-altı kaynak suları, şifâlı sular, yaylaları vs. hep keşfedilmeyi beklemiştir uzun yıllar. Bütün Ada’yı, en uzağı iki mil ileride olan büyüklü-küçüklü adacıklar çevreler ve güzel bir manzara oluştururlar. Doğası yönünden cennetin bir şûbesi gibidir. Bizans, Roma, Osmanlı ve İslâm devletlerinin, Ada’da bulundukları dönemde yapmış oldukları târihi eserler; tapınaklar, câmiler, köprüler, hamamlar, çeşmeler vs. görülmeye değer yerlerdir. Mîlattan önceki medeniyetlerin izlerine rastlamak da mümkündür. Ne var ki Ada, bakımsızlıktan ve ilgisizlikten viran bir hâle gelmiştir. Ada’yı işgâl ederek oraya yerleşenler, tâbiri câizse bir çivi bile çakmamışlardır bu güzelim yere. İşgalcilerin aralarında yaptıkları savaşlar yüzünden Ada’nın genel görüntüsü de çöplüğe benzer. Bu ve başka bâzı nedenlerden dolayı bu kadar potansiyel güzelliği olan bu yer “keşfedilememiştir”.

Ada 1930 yılına kadar beş devlet arasında dengesizce paylaşılmış ama hiçbir şekilde doğru-düzgün yönetilememiş ve ülkenin hiçbir doğal kaynağından yararlanılamamıştır. Vahdetya ismi 1932 yılında Vahdetya’lılar tarafından verilen ismidir. Önceki sâhipleri kendi bölgelerine muhtelif isimler vermişlerdi. Bu isimler kalıcı olamamıştır. Ada bir-çok kere değişik milletlerce el değiştirmişti. Ada’da kayda değer bir iş yapılmamış olduğundan ve hep savaşlara mâruz kaldığından dolayı yıkık-dökük ve viran bir hâldeydi. Hiçbir sanat ve kültür hareketinin izine rastlanmıyordu. Bir zamanlar büyük devletler tarafından ele geçirildiğinde yapılan güzel eserler ise bakımsızlıktan dolayı yıkılmaya yüz tutmuştu. Ada âdeta; “yok mu beni hakkıyla sâhiplenecek biri” diye haykırıyordu. İşte bu haykırışa Vahdetya’lılar, İmamları Hârûn ile cevap veriyordu: “Biz varız”!

Vahdetya’lıların Ada’ya Hicreti

Ada’da 1930 yılının nîsan ayına kadar işgalci güçlerden toplam 7 milyon kişi yaşıyordu. Beşe bölünmüş olan Ada’nın nüfusunun 1,5 milyonunu Uzlak’lar oluşturuyordu. Kendi aralarında sürtüşmeleri devâm eden bu topluluklar sert mîzaçlı ve savaşçıydılar. Bu güzelim Ada’ya yakışmayacak tavırlar sergiliyorlardı. Vahdetya’lılar ise hicret edebilecekleri ve dinlerini özgürce yaşayabilecekleri bir vatanın özlemiyle yanıp-tutuşuyorlardı. Vahdetya İmamı Hârûn, bu Ada’ya 1928 yılının mart ayında bir yük gemisiyle gizlice geldi. Burada geçirdiği kırk gün, Ada’nın genel durumunu tanımasına yetmişti. Vahdetya’lılar daha önce yaşadıkları yerde inanç baskısına mâruz kaldıklarından ve dinlerini gönüllerince yaşayamadıklarından dolayı bir kurtuluş reçetesi olan “hicret”i uygulamak istiyorlardı. İmam Hârûn döndüğünde, gittiyi Ada’nın yerleşilebilecek ve yaşanabilecek bir yer olduğunu söylüyordu kardeşlerine.   

Ada’nın işgalci güçlerinden biri olan Uzlak’lar, her ne kadar sert mîzaçlı olsalar da, diğerlerine göre dîne daha sıcak bakan bir topluluktu. Bunun nedeni ise semâvi bir dine inanmalarıydı. Bu din Hrıstiyanlıktı. Hristiyan olmalarına karşın bu din ile ilgili pek fazla bir şey bilmiyorlardı. İmam Hârûn, Uzlak Kralı Greon’a gönderdiği bir mektupla görüşme talep etmişti. Görüşme isteğinin kabûl edilmesiyle birlikte İmam Hârûn tekrar Ada’ya geldi. İmam; Kral Greon’la uzun-uzun konuştuktan ve onu iknâ ettikten sonraki üç ay içinde 1,5 milyon insanla birlikte Ada’ya hicret edip yerleşti. Ada’ya gemilerle ve belli periyotlarla toplam üç ay süren bir zamanda hicret ettiler. 20 Kasım 1928 de hicret tamamlanmıştı. 20 Kasım tarihi bu yüzden Vahdetya’lılar tarafından hep hayırla yâd-edilir. İmam Hârûn bir-kaç arkadaşıyla birlikte en son hicret etti. Hicret sırasında sürekli Yâsin Sûresi’ni okuyorlardı. Berâber okudukları âyetlerden biri de:

“De ki: Rabbim! Beni dâhil edeceğin yere hoşnutluk ve esenlikle dâhil et; çıkaracağın yerden de hoş­nutluk ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet ver” (İsrâ Sûresi 80) âyetiydi.  

İmam Hârûn arkadaşlarına hicreti şu şekilde tanıtmıştır: "Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayr-i İslâm’i anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayr-i İslâm’i davranış ve alışkanlıkları terk etmektir. Hicret, insanın en çok sevdiği, fakat Allah'ın dîninin yaşanmasına engel olduğu zaman, vatanın, milletin, âilenin, sosyâl sınıfın, makam ve mevkinin Allah'ın dînine hizmet etmek için terk edilmesidir. Hicret bir kaçış değildir. Aksine kâfirlere ve zâlimlere terk edilen haklarımızı geri almak, mücâdelenin şartlarını yaşanır hâle getirmek için hazırlanmaktır. Yâni geri dönüş ve hesap sorma eylemidir hicret".

Vahdetya’lıların Ada’ya hicret etmeleri önceki vatanlarından bir kaçış değildi. Hicret esâsen bir kaçış değil, bir “göçüş”tür. Zamânı geldiğinde ve şartlar oluştuğunda dînin bir emri hâline gelen bir harekettir. Hicret bir vaz-geçiştir. Allah için bir-çok şeyden vazgeçip hicret edenler yer-yüzünde barınacak çok yer bulurlar. Aslında bu hicret olayı tüm peygamberlerin yaşamış olduğu bir süreçtir. Hicret aynı-zamanda “nimet” ile tamamlanan bir süreçtir. Bu nimetin tezâhür etmesi için hicretin gerçekleşmesi gerekir. Aynı-zamanda ağır bir imtihandır da. Atalarından bêri asırlardır yaşamış oldukları, üstelik oldukça da güzel olan vatanlarını terk etmek Vahdetya’lılar için çok da kolay olmadı. Evlerini, arâzilerini, hısım-akrabâlarını, eş ve dostlarını orada bırakmak zorunda kalmışlardı. Yanlarında bir tek, anılarını getirmişlerdi. Hicretin en ağır yükünü de, anne-babalarından, kardeş ve akrabalarından bile ayrılmak zorunda kalanlar omuzlamışlardı. Allah bu kadar zahmeti onlara eziyet olsun diye değil, meziyet olsun için ön-görmüştü. Ama her hâlukârda hicret zorlu bir işti. Uzlak’lar ilk başta biraz tedirgin olmalarına karşın, muhâcirlerin olumlu ve erdemli davranışlarıyla tedirginlikleri zamanla kayboldu. Hattâ zamanla iyi dostluklar bile kurulmuştu. Uzlak’lar için bu sıcak ilişkilerin bir başka faydası da, diğer işgalci güçlere karşı nüfus olarak güçlenmiş olmalarıydı.

Ada’nın Tek Sâhibi Kim Olacak?

Aradan yaklaşık 11 aylık bir zaman geçmişti ki, pek de önemli olmayan bir olay yüzünden tarafların arası açılmaya başladı. Taraflar arasında çıkan olaylarda her topluluktan üç-beş kişinin ölmesi savaş borularının çalınması için yetti.

İmam Hârûn, Kral Greon’a olası bir savaş durumunda destek sözü vermişti. Tek şartı ise Uzlak’ların haklı olan taraf olmalarıydı. Çünkü Vahdetya’lılar İslâm dînindendi ve Kur’ân onlara, haksızlığa uğrayanlardan taraf olmalarını emrediyordu.   

Ada’da Uzlaklar’dan başka; Gurgiş’ler, Martuk’lar, Melagan’lar ve Karnak’lar vardı. Bu topluluklarının adları, Ada’ya ilk gelen liderlerinin isimleriydi. Aslında millet olarak hangi ırka mensup olduklarını bile unutmuşlardı. Gerçekte ise Uzlak’ların dışındakiler Avrupa’lı; Uzlak’lar ise Afrika’lıydı.

İlk başta Uzlak’lar savaştan uzak kalarak kendilerini korumayı düşünüyorlardı. Fakat savaş da kaçınılmaz görünüyordu. Tarafsız kalmak isteyen Uzlak’ların savaştan uzak durmak istemelerinin ciddî bir nedeni vardı. Bu neden, silâh teçhizâtı yönünden diğerlerine karşı güçsüz olmalarıydı. Bunu iyi bilen Greon, İmam Hârûn ile gece başlayıp sabaha kadar süren bir görüşme yaptı. Bu konuşmanın sonunda kararlaştırılan plân şuydu: İmam Hârûn ve müslümanlar savaşa çıkmayıp silâh ve yiyecek üretimi işini üstleneceklerdi. Yâni bir-nevi, levâzım taburu olacaklardı. Uzlak’ların çocuk ve ihtiyarlar hâriç bütün erkekleri ve bir bölüm kadın cepheye gidip savaşacaktı.  

Bu-arada gelen haberler kötüydü. Uzlak’lar dışında kalan dört grup, aralarında anlaşarak birlik oluşturmuşlardı. Bu durum Uzlak’lar için hiç de iyi bir haber değildi. Savaşın kaçınılmaz hâle gelmesinin asıl nedeni buydu. Yoksa Uzlak’ların plânı, savaşıyormuş gibi görünüp savaştan uzak durmaktı. Bu plân İmam Hârûn’a âitti. Daha önce de bu dört grup Uzlak’lara karşı birlik oluşturmuşlar ama uzun görüşmelerden sonra savaş daha başlamadan bitmişti. Fakat bu sefer durum çok ciddiydi. Nitekim saldırılar başladı. Müttefikler olanca güçleriyle saldırıyorlardı. Uzlak’lar müttefiklere karşı tüm güçleriyle direnmelerine karşın bir-süre sonra yok-olma durumuna kadar gelmişlerdi. Greon hemen, yardıma gelmek isteyen İmam Hârûn’a haber gönderip, geride kalan kadın ve çocukları ona emânet ettiğini ve savaştan uzak kalmasını bildiriyordu. Uzlak’lar sert mîzaçlı oldukları kadar da çok gururlu insanlardı. Mağlup olarak dönmektense ölmeyi tercih ederlerdi. Uzlak’ların cephedeki olanca gayretleri ve çok üstün başarıları müttefik kuvvetlerin üçte-ikisini yok etmişti. Fakat 19 gün süren savaş sonunda, Kral Greon başta olmak üzere Uzlak Ülkesi’ne tek bir Uzlak askeri dönemedi. Bu, Uzlak’ların Ada’daki varlıklarının neredeyse sonuydu. Uzlak toprakları; az-sayıda kadın, yaşlı ve çocuk, İmam Hârûn’la Vahdetya’lılara kalmıştı.

Bu-arada müttefik kuvvetler, başarısızlıkları yüzünden kendi aralarında birbirlerini suçluyorlardı. Çünkü 4 milyonluk bir güçle yaklaşık 1,5 milyon Uzlak ordusuna neredeyse yenilmişlerdi. Savaş hiç-birinin işine yaramamıştı. Bu durum aralarında sorunlara ve en sonunda savaşa kadar varacaktı.  

Ve gün geldi, birbirlerine karşı savaş îlan ettiler. Hepsi de savaştan kendilerinin gâlip çıkmasını ve Ada’nın mutlak hâkimlerinin kendilerinin olmasını umuyorlardı. Fakat savaş haftalarca sürmesine ve tüm tarafların asker ve teçhizat kaybına rağmen noktalanamıyordu. Artık ne savaşacak asker, ne de kalan bir avuç askere yetecek erzak vardı. Tükenmek üzereydiler. Bu durumu bir haber-ağı kuran İmam Hârûn dikkatle izliyordu. İmam Hârûn aslında daha önce yaşadığı ülkede başarılı bir ordu kumandanıydı. Savaşı ve stratejiyi iyi bilirdi. Diğer toplumların bu kötü durumundan yararlanarak plânlar ve hazırlıklar yaptı. Bütün güçlerini toplayan Uzlak’ların son fertleri, yaşlarına ve kadın olmalarına bakmadan, biraz da intikam duygusuyla İmam Hârûn’a tüm desteklerini verdiler. Çok yerinde bir savaş taktiği ile âni bir saldırıya geçen İmam Hârûn, Gurgiş’ler, Martuk’lar, Melagan’lar ve Karnak’lardan oluşan Ada-sâkinlerini dağıttılar ve yaşadıkları yerleri zaptettiler.

“…Sayıca az nice topluluklar, Allah'ın izniyle, kendilerinden çok büyük ordu­lara gâlip gelmişlerdir. Zîra Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla berâberdir” (Bakara Sûresi 249). 

Yapacak hiçbir şeyleri kalmayan bu topluluklar gemilere binip kaçmaya başladılar. Lâkin “kader” onları târih sahnesinden silmek istiyordu. Geride hiçbir şey bırakmadan gemilere binip kaçmayı düşünen bu insanları çok kötü bir sürpriz bekliyordu. Daha bir-kaç mil yol almadan başlayan ve gittikçe şiddetlenen fırtına bu toplumların son kalıntılarını da suların karanlık derinliklerine gömecekti.

İmam Hârûn bu durumu Allah’tan biliyor ve hicret etmeden önce yaptıkları: “Allah’ım bize mutluluk yurtları aç, bizi dînimizi ve îmanımızı hakkıyla yaşayacak yerlere sevket” diye ettikleri duânın kabûl olunduğunu görüyordu.

Aradan geçen üç aydan sonra sular durulmuş ve ortalık toz-dumandan arınmıştı. Bu-arada müslümanlar, Uzlak’lardan geriye 250 bin kadar nüfusları kalan kadın ve çocukların sevgilerini ve hayranlıklarını kazanmışlardı. Uzlak’lardan geriye kalanların içinde çok yaşlı 250-300 kişinin dışında hiçbir yetişkin erkek kalmamıştı. Uzlak’lar; dinlerini, yaşayışlarını hayranlıkla seyrettikleri müslümanların dînine girmeye karar verdiler ve kısa bir süre sonra da bu “katılım” gerçekleşti. İmam Hârûn tüm Vahdetya’lılardan biat alarak onları “îman kardeşi” îlan etti. Böylece Ada, Uzlak’lardan geriye kalanların da İslâm’ı seçmesiyle birlikte müslümanlara kalıyordu. Artık Ada, müslüman bir ada, müslüman bir ülke olmuştu. Allah, hicrete gönül verenlerin duâlarını kabûl etmişti. Hicretin bereketi sonuna kadar kendini göstermişti. Artık Ada’nın tek hâkimi İmam Hârûn önderliğindeki müslüman Vahdetya’lılardı.

Vahdetya’lılar Kimdir?  

Allah’ın bereketiyle Ada kısa-zamanda müslümanlaşınca ve Ada’nın tümü Vahdetya’lılara kalınca, sıra, Ada’da düzenli bir devlet kurmaya gelmişti. Vahdetya’lılar, düzenli bir çevre, düzenli bir hayat, düzenli bir dînî yaşam vs. kısaca her türlü düzenliliğe alışkındılar. Bu alışkanlıklarını önceki yurtlarında edinmişlerdi. Vahdetya’lıların ırksal-dinsel ataları çağlar boyunca hep disiplinli bir hayat yaşamışlardı. Bu durum Vahdetya’lılara da doğal olarak sirâyet etmişti. Disiplinli, çalışkan, sabırlı, vefâlı, îmanlı ve ilkeliydiler. Görünüm olarak şişman olmayan, orta-boydan biraz fazla; uzun-boylu sayılırlardı. Doğal olarak Osmanlı ırkının genel görünümündeydiler. Evet; Vahdetya’lılar ağırlığı Türk olan; Kürt, Laz, Çerkez, Muhâcir vs. değişik ırkların da bulunduğu karma bir yapıdan oluşuyordu. Zâten bu azınlıklar uzun yıllar berâber yaşadıklarından, Osmanlı kültürünü benimsemişlerdi. Gerçi bu ırk meselesi hiç gündeme gelmez, sorulduğunda sâdece; “müslümanım” derler. Vahdetya’da bir insanın, “müslümanım” dedikten sonra; Türk’üm, Kürt’üm, Laz’ım vs. demesi çok abes addedilir. Vahdetya’lılar, Türkçe, Arapça ve Farsça ile yoğrulmuş olan Osmanlıca dilini konuşurlar. Alfabe olarak arap alfabesini kullanırlar. Uzlak’lar ise bu zamâna kadar Arapça ağırlıklı bir dil konuştuklarından Osmanlıcayı öğrenmeleri zor olmamıştır. Vahdetya’nın ulusal marşı, ulusal bayrağı ve ulusunun bir “kurtarıcısı” yoktur. Dîni sembolü olan ve üzerinde kelime-i tevhid yazan bir sancağı vardır sâdece. Vahdetya’nın sancağı, yeşil kumaş üzerine beyaz yazıyla ve arapça harflerle lâilâheillâllah yazısından oluşan sancaktır. Evet; Vahdetya’lılar Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesidirler. Bin yıldır da İslâm dînindedirler.

Türkler İslâm’dan önce neredeyse tüm dinlere girmişlerdi. Ama hiçbirisi onları uzun-ömürlü ve istikrarlı bir devlet kurmaya sevk-edememişti. Bunun nedeni; diğer dinlerin İslâm dîni gibi “hayâtı mükemmel bir okumaya tâbi tutma” nimetinden mahrum olmalarıydı. Türklerin ataları hep savaş yetenekleriyle yâni sertlikle topraklarını genişletmişlerdi. “Sâdece silâh zoruyla” kazanılan yerler sünnetullah gereği uzun-ömürlü olamazdı. Sertlikle kazanılan, sertlikle kaybedilirdi çünkü. Bu ilâhi bir kânundu. Eğer uzun-ömürlü bir devlet kurmak istiyorsanız, sâdece toprakları fethetmeniz yetmez, gönüllerin de fethedilmesi gerekir. İşte Türk’ler bunu İslâm’dan öğrenmişlerdi ve muhtelif zamanlarda başarıyla uygulamışlardı.

Dediğimiz gibi; Vahdetya’lılar aslında vatanlarını bırakmak istemezlerdi. Lâkin ataları; pâdişah Yıldırım Beyazıt’tan sonra kısmen, 1730 yılından beri, yâni ikiyüz yıldır da tamamen yürek fethini unutmuşlar, onun yerine gözlerini Dünyâ’ya, lükse yâni maddîyata dikmişlerdi. Üstelik Peygamberlerinin; “sizin için en korktuğum şey dünyevileşmedir” uyarısına rağmen. Bu durum koca imparatorluğun yavaş-yavaş erimesine sebep olmuştu. Kutsal Kitap’ları Kur’ân-ı Kerim’i de “ciğerleriyle okuma”yı bırakıp “dilleriyle okuma”ya başlamışlardı. Bu durum onların iç-enerjilerini tüketmişti. Bu tükeniş, tüm üretimleri durdurup, tüketimi ilâhlaştırma derecesine çıkarmıştı. Bir-iki gayretli pâdişahın ve iyi niyetli kişilerin gösterdikleri üstün çabalar da bu aşağılık durumu düzeltmeye yetmemiş, sâdece çöküşü yavaşlatmıştı. Birinci Dünyâ Savaşı’nın ardından lağvedilen imparatorluk, vatandaşların gönlünden çıkmasa da, kağıtlar üzerinde “çıktı” gösterildi. Bu büyük İmparatorluğun yıkılışının sebebi aslında dış güçlerin başarıları değil, “iç güçlerin” hâinlikleriydi. Çeşitli oyunlarla yıkılan Osmanlı’nın bakiyesi üzerine kurulan “yeni devlet” bâzılarınca “kurtuluş unsuru” kabûl edilmişti ilk başlarda. Ama bir-kaç sene sonra, “efendilerinin isteklerini” kimseye danışmadan, kendi başlarına, meclisin yürürlükte olmadığı bir zamanda kânun yapanlar, bu mevcut duruma ve kânunlara karşı gelenlere çok sert davranmış ve onları vatan-hâini îlan etmişlerdi. Hâlbuki halkın her zaman hesap sorma yetkisi vardı: Nasıl olur da, bin yıldır kullandıkları alfabe bir gecede değiştirilir ve dedelerle torunların arasındaki iletişim koparılırdı ve arası açılırdı? Çünkü torunlar dedelerinin mektuplarını, hattâ kendilerine bıraktıkları mîras kaydını bile okumaktan âciz hâle gelmişlerdi. Nasıl olur da onlarca el-yazma eserler, kitaplar, kayıtlar vs. bin yıllık târihin alfabesi bir gecede değişebilir ve o muazzam arşivler yeni nesle kapatılabilirdi? Nasıl olur da bin yıllık giyim tarzları bir gecede düşmanlarının giyim tarzlarıyla değiştirilebilirdi? Yeni kıyâfetler dinlerine ve kültürlerine uygun muydu? Giyim-tarzı, insanların İslâm’i-fıtrî alandan taşmamak kaydıyla kendi beğenilerine göre belirledikleri bir seçim olmasına rağmen, nasıl olur da bu özgürlüklerine, ahlâki çöküntüyü başlatması kaçınılmaz olan bir kıyâfet tarzıyla karışabilirlerdi. Fes’in çıkarılıp yerine şapkanın takılmasına “devrim” denilebilir miydi? Ve bir ülke nasıl olur da yendikleri! düşmanlarının âdetlerini ve kânunlarını gözü-kapalı bir şekilde baş-tâcı edebilirdi? Vel-hâsıl kelam, kısaca nasıl olur da ruhların-fıtratların gıdâsı olan din hayattan koparılabilirdi? İnsanlar dinsiz nasıl yaşayabilirlerdi ve dinsiz nasıl bir hayat yaşanabilirdi? Vahdetya’lılar dinsiz bir hayâtın, şeytanlı bir hayat olduğunu en iyi bilen kimselerdi. Kur’ân bunu onlara öğretmişti.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı hicreti düşünmeye başlamışlar, bunun için çalışmışlar ve hicreti gerçekleştirmişlerdi. Osmanlı’nın bakiyesi olan bu toplumun içinde, sâdece Vahdetya’lıları oluşturan insanlar dînin hayattan koparıldığı bir ülkede yaşanamayacağını görebiliyorlardı. Zâten bunu herkes, Osmanlı’nın bakiyesi “devletin” beş-altı sene sonraki yönetimlerinde görmüştü. Lâkin iş işten geçmişti..

Vahdetya Devlet Oluyor      

İmam Hârûn ve kurmayları ilk başta yapılacak iş olarak, bir devlet kurma ve bu devleti tüm Dünyâ’ya îlan etmeyi kararlaştırdılar. Bir-kaç ay süren gayretli çalışmalardan sonra devletin yapısını oluşturan müslümanlar, 1932 yılının 15 Eylül’ünde, “Bismillâh” deyip, Ada’ya ve devlete “Vahdetya” ismini verdiler ve bunu tüm Dünyâ’ya îlan ettiler. Başta müslüman olan ülkeler olmak üzere diğer devletlerden de Vahdetya’yı tanıyanlar oldu.

Vahdet kelimesi “tek”lik; “birlik; anlamlarına gelir. Vahdetya da “bu anlamlarla yoğrulmuş olan insanlar topluluğunun vatanı” anlamına gelir. Bu isim; kurulan devletin yapısının dînî bir yapı olduğunun, kânunlarının Din’den; Kur’ân’dan ve Sünnet’ten neşet ettiğinin; Devletin şeriât yâni dînî kânunları esas alan bir İslâm devleti olduğunun da göstergesiydi. Evet; Vahdetya bir İslâm devletiydi. Tabi ki bu, Vahdetya’lıların “kaba kuralcı” bir toplum olduğu anlamına gelmiyordu. Kur’ân şeriâtıydı söz-konusu olan. Muhâcir müslümanların çoğu kültürlü kişilerdi. Aralarında; doktorlar, mühendisler, askerler, siyâsetçiler, hukukçular, âllâmeler, meslek erbabları vs. bir devlette bulunması gereken her kariyerden insan mevcuttu ve üstelik bu kişiler işlerinde üstattılar. İmam Hârûn da bir filozoftan çok daha kültürlü ve bilgili bir âlimdi. Üstelik 1,5 milyon Vahdetya’lının arasında İmam Hârûn’dan başka; o kadar insanı örgütleyip hicret bilincini oluşturacak, Vahdetya Adası’nı keşfedip müslümanları oraya hicret ettirecek, sonra da orada bir devlet kurup orayı “örnek bir devlet” olma yoluna sokabilecek bir aklı, bilinci, fedâkârlığı, inancı, çabayı ve azmi kendinde gören biri daha yoktu. Lâkin İmam Hârûn, kurduğu istişâre zümresiyle sık-sık toplanıp onların da görüşlerini alıyor ve fikir-birliği yapıyordu. Zâten böyle yapması Allah’ın emriyle ve Peygamberinin uygulamasıyla sâbitti.

Ada Bölgelere Ayrılıyor ve Yönetici Kadrosu Belirleniyor

Savaşlardan sonra Ada vîran bir hâldeydi. Her taraf yıkık-döküktü. İlk önce, Ada’daki bütün araç-gereçler vilâyet merkezlerindeki, eskiden silâhları saklamak için kullanılan büyük depolarda toplandı. Yıkılmaya yüz tutmuş depolar onarılıp işe yarar tüm malzeme buralara yığıldı. Ada’da içme-suyu sorunu yoktu ama yiyecek sorunu vardı. Gerçi dört tarafı deniz olan bir yerde hiç kimse aç kalmazdı. Beslenme zincirinin en önemli zincirini, hatta %75’ini balık oluşturuyordu. Tabi ki bu, şimdilik böyleydi.

Yaklaşık 1.750.000 insan, Uzlak Ülkesi’ne âit, yüzölçümü 50.000 km² olan bir alanda yaşıyordu. Bu durum Ada’nın genelini îmar için elverişli değildi. Bu yüzden Ada’yı belli bölümlere ayırmaları gerekiyordu. Genel yapısına bakılarak Ada yedi bölgeye ayrıldı. Her bölge kendi içinde de yedi vilâyete bölündü. Böylece Ada, en merkezdeki başkent ile birlikte 50 vilâyetten oluşacaktı. Bu bölgeler altıgen şekline benzeyen Ada’nın kıyı kesimlerinin hemen-hemen orantılı bir şekilde altıya bölünmesi ve Ada’nın merkezine de yedinci bölgenin konulması şeklinde gerçekleşti. İlk başlarda bölgeleri ve vilâyetleri tabiatın belirlediği sınırlarla, yâni dağ, nehir, kumluk, tepelik vs. gibi belirgin unsurlarla ayırmayı düşünmelerine rağmen bundan hemen vaz-geçtiler. Çünkü Ada’da bulunan insanların, -Uzlak’ların bakiyesini göz-ardı edersek- yaklaşık %85’ini aynı kültüre mensup olan insanlar oluşturuyordu. Gidişata bakılırsa Uzlak’lar da bu kültüre çabuk adapte olacaklardı. Her bölgeye yaklaşık 250.000 kişilik bir insan topluluğu gerekli araçlarla berâber yerleştirildi. Zâten Ada’nın toplam nüfusu Vahdetya’nın ilk kurulduğunda 1.750.000 kişi idi. Her bölgeye gönderilen 250.000 kişinin yaklaşık her 35.000 kişisi de bölgenin içinde bulunan vilâyetlere dağıtıldı. Bâzı şehirler doğal olarak zamanla biraz kalabalıklaşsa da, o şehirlerin nüfûsunun aşırı artmasına engel olunmasına karar verildi. Bu durum kontrol altında tutulacaktı. Köy ve kasabaların kurulması doğallığa bırakıldı.

Her bölgeye ve vilâyete doğal görünümlerine uygun isimler verildi. Bu-arada başkentlerine ülkelerinin adı olan Vahdetya’dan mülhemle, “Vahitya” ismi verildi. Diğer bir-çok şehirlere de ülkenin ismine bir ek vererek; “Vahdet-Ârâm, (dinlendirici, rahat yer) Vahdet-Gâh, (yalnız kalınacak yer) Vahdet-Güzin, (uzlete çekilecek yer) Vahdet-Nümâ (birlik yeri) vs. gibi isimler vermişlerdir. Uzlak’ların bakiyesi insanların geriye kalan hemen tamamını kadın ve çocukların oluşturması nedeniyle bölge ve vilâyet yöneticileri muhâcirlerden oluşur. Yönetici isimleri olarak; devleti yönetene İmam, bölgeleri yönetene baş-vâli, vilâyetleri yönetenlere vâli denir. Bu yöneticiler ana-yöneticilerdir ve gene kendi içlerinde hiyerarşik bir emir-komuta zinciri vardır. Meselâ İmam’ın; eğitim, güvenlik, mâliye, dâhiliye, hâriciye, kültür ve vakıf, adâlet, çevre ve endüstri vekilleri başta olmak üzere farklı danışmanları ve yardımcıları bulunur. Vilâyetlerde ise vâliden sonra kâim-makam (kaymakam), onun altında mahâlle yöneticileri olan muhtarlar ve onların da altında sokak sorumluları vardır. Vahdetya’da idâreci kesim, toplumu ancak yine toplumla berâber yönetebilir. Toplumu “gütme” işi seküler-dünyâ’nın ve tağutun işi olduğu için, “gütme” anlamında bir yönetim anlayışı yoktur Ada’da. Hemen söyleyelim ki; Vahdetya’da vekiller, “Allah’ın emrine göre” hareket etmelidirler. Zîrâ müslümanlar “tek vekil” olarak Allah’ı bilirler. Bu nedenle Vahdetya’da vekiller, Allah’ın hükümlerine-emirlerine-tavsiyelerine göre “halkın vekilliği”ni yapmakla mükelleftirler sâdece. Yoksa -hâşâ- Allah gibi kânun koyma hakları yoktur.

Vahdetya’ın yönetim biçimi “imamlık”tır. “Şûrâ İmamlığı”. Parlamento yoktur Vahdetya’da, “Şûra İmamlığı” vardır. Bu şûra sâdece “Yüksek Şûra” değildir; halkın tamâmını kapsayan ve dikkate alan bir şûra’dır. Öyle ki; halkın her ferdi, (vahyin açık hükümleri hâriç) “şûra”nın uygulamalarını eleştirebilir ve “şûra”ya teklif götürebilir. “Yüksek Şûra” bu eleştirileri ve teklifleri/önerileri değerlendirmek ve en kısa-zamanda kişilere değerlendirme sonuçlarını aktarmak zorundadır. Şûra imamlığı, “nebevî imam”lığı örnek almıştır.

Vahdetya’da yöneticilik babadan-oğula geçmez. Çünkü oğul, babası gibi liyâkatli olmayabilir. Kur’ân yöneticilikte liyâkate bakar. Vahdetya’da da kural budur. Fakat oğul liyâkatli biriyse, babasından sonra yöneticiliğe aday olabilir. Buna mâni olunmaz. “Hakîkat, vicdan, adâlet, ehliyet, liyâkat, meşveret; İslâm’ın hedefi bunlardır. Yöneticide bulunması gereken özellikler bunlardır. Bunların olduğu devlette/yöneticide, sorun olur ama kriz olmaz” derler.

  Bu yöneticilerin seçilmesinde olmazsa-olmaz kural olarak; bu yöneticilerin ilk başta yüksek ilim ve eylem adamı olmaları, her yönden iyi bir eğitim almış olmaları; yâni yönettikleri yerleşim yerleriyle ilgili tüm işlerden -elbette istişâre etmek şartıyla- anlamaları, çalışkan, zekî, dürüst, erdemli, fedâkâr vs. tüm fazîletlerle donanmış olmaları zarûridir. Ruhsal ve bedenî yönden işlerine mâni bir durum olmamalı, vedûd bir kişiliğe yâni hem seven hem de sevilen biri olmaları gene olmazsa-olmaz kurallardandır. Bütün bu olumlu özelliklere rağmen “üst kurul” (şûra) denen, başını İmam Hârûn’un çektiği, fetva makâmı tarafından sınava tâbi tutulmuş ve geçer-not almış olmaları da gerekir. Vahdetya’da devlet başkanı aynı-zamanda mânevi liderdir. Tabî ki bu “o ne derse odur” anlamında bir lîderlik değildir. Hemen söyleyelim ki; Vahdetya Devleti’nde din ve devlet işleri hiçbir şekilde ayrılamaz. Ayrılması düşünülemez bile. Dünyâ’nın başının belâsı laikliğin adı bile geçmez Ada’da. Herkes işini aynı-zamanda hem Dünyâ’yı, hem de âhireti gözeterek ve düşünerek ibâdet aşkıyla/bilinciyle yapar. Bu durum Vahdetya’lılarda çok yüksek bir iç-enerjisi meydana getirmiştir. Hiçbir yönetici getirildiği makâma kendi isteğiyle gelmemiştir. Bölgede oluşturulmuş olan üst-kurul en yetkin kişiyi belirler, sonra gidip görevi teklif ederler. Çok nâdir olarak teklif götürülen kişi görevi kabûl etmeyebilir. Bu konuda kesinlikle baskı yapılamaz. Bâzen de devlet tarafından yönetime getirilmek istenen bâzı kişiler, Hz. Yusuf’un sünnetini uygulayarak “beni şu işin başına getirin, zîra bu işin üstesinden iyi gelirim” diyebilirler ve uygun görülürse o göreve atanırlar.

Îmar ve İskân Çalışmaları Başlıyor

Ada-halkı barınak olarak şimdilik, eski bakımsız ve yıkık evlerini kullanıyorlardı. Tabi ki bu yerler tüm Vahdetya’lılara yetmiyordu. Bu açığı şimdilik çadırlarla karşılıyorlardı. Ada’nın ılıman iklimi buna uygundu. Ara-sıra yaşanan sıkıntılı durumlar da olmuyor değildi ama Vahdetya’lıların îmar ve iskân çalışmaları da başlamıştı, yâni bu duruma yalnızca kısa bir süre daha katlanacaklardı. Uzun istişâreler ve görüşmelerden sonra îmar ve iskân çalışmaları için ön-hazırlık olan proje-plân aşaması tamamlanmış, malzeme temin edilecek yerler belirlenmiş, bu işte görev alacak olanlar bilgilendirilmiş ve iş-bölümü yapılmış, bu işleri organize edecek görevliler tâyin edilmiş ve tüm ön-hazırlıklar tamamlanmıştı. Bütün Ada-halkı dolaylı da olsa îmar-iskân çalışmalarına katıldılar. Kimisi ekinlerle ilgilenirken, kimisi su-yolları açıyor, kimisi de malzeme tedârik işlerinde çalışıyordu. Ülkenin %53’ünü oluşturan kadınlar ise yemek ve temizlik işlerini üstleniyor, bâzen de gerekirse çalışmalara bizzat yardımcı eleman olarak katılıyorlardı. Bu dönemde Vahdetya’da yarı-komünâl bir süreç yaşandığı söylenebilir.

Bu onarım işleri Ada’nın her yerinde aynı-anda başlamıştı. İlk önce, zâten yıkılmaya yüz-tutmuş olan yerler tamâmen yıkılıp işe yarar malzemeleri ayrıldıktan sonra, yeni têmin edilen malzemelerle genelde plâna göre, bazen de plân-dışı çalışmalarla işler devâm ediyordu. Evlerin geneli “bir dönüm” tâbir edilen 1.000 m²’lik bir alana kurulan iki katlı evlerdir. Evler toplam 300-350 m² büyüklüğündedir. Geri kalan alan ise bahçe olarak kullanılır. Vahdetya’nın evleri dağ-yamaçlarına kurulmuştur. Allah’ın; dağları evler için, ovaları bağlar için ayırdığını düşünürler. Ayrıca şöyle bir düşünce hâkimdir Ada’da: Eğer bir yaprak yeşermişse, bilmek lâzım ki o yaprak güneş görüyor demektir. O hâlde, bir ağaçta bulunan her yaprak güneşi görüyordur. Buradan; hiç bir yaprağın diğer bir yaprağın güneşini kesmediği anlamı çıkar. İşte Vahdetya’lılar da doğadan mülhemle evlerini öyle bir yapmışlardır ki; hiçbir ev diğer bir evin güneşini, manzarasını, havasını vs. kesmesin. Bu sebeple evler dağ-yamaçlarında kademe-kademe inşâ edilerek kurulmuştur. Evlerin ön-cephesi güneye (kıble) karşı yapılır. Böylece kışın güneşten doya-doya faydalanılırken, yazın da güneş görmeyen kuzey tarafında gölgeden faydalanılır. Evlerin bir tarafı sabahtan akşama kadar güneş göreceğinden kışlık; diğer tarafı ise hiç güneş görmeyeceğinden ve gölgelik olacağından dolayı yazlık olarak kullanılır.

Kadınlar evlerinin temizliğine çok önem verirler. Güven ve huzur duyulacak ortamlardır Vahdetya’lıların evleri. Bu konuda Kâbe’yi örnek almışlardır. Çünkü müslümanların evleri Kâbe’nin bir şûbesidir ve şûbesi olmalıdır. Her ev Kâbe’nin bir şûbesi olma istikâmetinde kurulur ve yol alır. Kâbe gibi sâde olmasına rağmen, Kâbe gibi huzur-verici ortamlardır Ada’lıların evleri. Zâten evlerinin cephelerini Kâbe’ye bakacak şekilde, yâni kıble yönünde yapmışlardır.

Kâbe'nin ve Kâbe'yi örnek alan müslüman evlerinin temizliğine önem veren İlâhi vahiy, bunun öncelikli gerekçesini şöyle beyân etmektedir.

“Hani Biz İbrâhim'e Ev'in (Kâbe'nin) yerini belirtip ha­zırladığımız zaman (şöyle emretmiştik): Bana hiç bir şeyi or­tak koşma, tavâf edenler, kıyâm edenler, rükûa ve sücûda va­ranlar için evimi tertemiz tut (Hac Sûresi 26).

Vahdetya’da her ev bir güvenlik yeridir. Evine giren güvenlik altına girmiş demektir. Evler haremdir. Kimse buralara uygunsuz bir şekilde ve izinsiz giremez.

“Allah, size evlerinizden (içinde) güvenlik ve huzur bulacağınız yerler kıldı”  (Nâhl Sûresi 80).

Vahdetya’lılar bahçe işlerini çok severler ve hemen-hemen tüm bitkileri yetiştirirler. Herkes kendi bahçesinde yetişen ürünlerden konu-komşusuna verir ve onlardan kendilerinde olmayan meyve-sebzeleri kabûl ederler. Bu bir nevî paylaşmadır. Vahdetya’da mezarlıklar her evden gözükebilmelidir. Böylece insanlar Dünyâ’nın geçici, ölümün ise “hak” olduğunu görüp durduklarından dolayı ölüm-bilincine sâhip olurlar ve ölümün hayâtın doğal bir uzantısı olduğunu düşünerek ölüm korkusuyla heder etmezler kendilerini. Bu nedenle Vahdetya’da kabirler yerleşim yerlerinin tam göbeğine kurulmuştur. Kabirler şehrin ortasın­da âdeta bir alârmdır, bir sinyâldir. Mezarlar bir öte-dünyâ’nın varlığından, hesâbından gâfil olanlara bir îkaz, bir sirendir, bir tehlike çanıdır. İsrâfil'in sûrunun bir yankısı duyulur mezarlarda. Diğer dünyâ-ülkeleri gibi mezarlıklarından rahatsız olup onları şehrin dışına yapmayı düşünmezler. Çünkü kabirlerin onlara sürekli âhireti ve ölümü hatırlatmasından rahatsızlık duymazlar, bilâkis memnun olurlar. Aslında Vahdetya’lı müslümanların tek hedefi, İslâm’a uygun, düzenli ve huzurlu bir yerleşim yeri meydana getirmekti. Bu bilinçte oldukları için çalışmaları hep ibâdet havasında geçiyor, herkes kendisine düşen işi en güzel bir şekilde yapmaya gayret ediyordu. Bitki-örtüsü elden geldiği kadar korunmaya çalışılıyordu. İnşâatlara kullanılmak üzere kesilen her ağacın yerine hemen iki tane ağaç dikiliyordu. Ağaç dikiminde çeşitliliğe önem verilmişti. Düzenli, kullanışlı, plânlı, İslâm’a uygun, yâni kısacası tam da insanın ruh ve maddesel yapısına uygun bir huzur ortamı için ne gerekiyorsa tüm gayretler sarfedilerek yapılan çalışmalar 1935 yılına kadar yaklaşık üç yıl sürdü. Ama sonunda herkesin ihtiyaçlarını karşılayacak ve onları mutlu bir şekilde yaşatacak bir ülke meydana gelmişti. Ülke-dışından tedârik edilen malzemelerin parası, gerek önceki toplumlardan kalan, gerekse Vahdetya’lıların getirdikleri altınlarla karşılandı. Diğer ülkelerden, Ada’nın son durumunu merak edip de ziyârete gelenler -ki bu kişiler Ada’nın önceki hâlini daha önceki ziyaretlerinde görmüşlerdi- Ada’nın yeni görünümü karşısında gayri-ihtiyâri parmaklarını ısırmışlardı. Bu kadar kısa bir zamanda bu kadar iş nasıl yapılmıştı? Nasıl olur da bu kadar iş, bu kadar güzel bir şekilde ve bu kadar kısa bir zamanda gerçekleşebilirdi? Yoksa bu Ada bir mûcize eseri bir-anda mı ortaya çıkmıştı. Ama hayır; bu-tür mûcizeler bir-anda ancak Allah tarafından yapılabilirdi. Bunun başka bir açıklaması olması gerekirdi. Ada’nın son durumu karşısında şaşkınlığa düşenler, Allah’ın; İslâm’ı içlerine sindirmiş olup da bu bilinçle çalışan insanların zamanlarını bereketlendireceğini düşünemiyorlardı. Bu çalışmalar sırasında sanki sular daha gür akmaya başlamıştı; sanki zaman daha yavaş akıyordu; sanki toplanan malzeme fazlalaşıyordu; sanki insanların enerjileri fazlalaşıyordu; “sanki”ler uzayıp gidiyordu. Ama sanki; Allah kendi rızasını gözeterek çalışan bu insanları melekleriyle destekliyordu. Evet; Allah kendi rızasını gözeterek çaba harcayanları melekleriyle destekleme sözünü veriyordu Kur’ân’da. Allah’ın meleklerle desteklemesi aslında, bir “iç-huzuru”; bir “iç-enerjisi”; bir “iç-mutluluğu” yâni bir “iç-desteği” idi.

1935 yılının hazîranında -aslında kıyâmete kadar hiç bitmeyecek olan- tüm çalışmalar tamamlanmıştı. Bu tamamlanışı bir “şükürle kutlamak” isteği herkesin içinde doğal olarak gelişti. Ve ilk Cuma günü Ada’nın tüm bölgelerinde aynı saatte başlayan bir namaz, dua, tekbir ve “elhamdulillah” nidâlarıyla bu teşekkür yapıldı. Çünkü Vahdetya’lılar bu işlerin gerçek fâili olarak Allah’ı görüyorlardı. Kendileri ise sâdece bir vesileydiler.

Bu-arada Dünyâ’daki diğer müslüman ülkelerden tebrikler ve “hayırlı-olsun” mesajları geliyordu. Tabî ki böyle sağlam bir giriş yapmış olan müslüman bir ülkeden tedirginlik duyup rahatsız olanlar da vardı.

2.BÖLÜM

Vahdetya’da Devlet Yapısı

Vahdetya’da insanlar devleti, devlet de insanları çok fazla kontrol etmez. Özel-hayatlar özgürdür. Normâl şartlarda devlet halka, halk da devlete öneriler sunar, bâzı eleştiriler yapar sâdece. Diğer bâzı ülkelerin, vatandaşlarını sömürmek gibi nedenlerle bin-bir takla atarak gerçekleştirdikleri düzenlerinin devâm etmesi için halkın ümüğüne çökmelerini ve onları sık-boğaz etmelerini kınarlar. Bu-yüzden de “aşırı devlet kontrolü” yoktur Ada’da. Hattâ Vahdetya ülkesine yeni gelmiş olanlar ülkede bir devletin olmadığını zannedebilirler.

Ada’da yaşayan tüm Vahdetya’lılar artık yeni evlerinde, yeni iş-yerlerinde, yeni çarşılarında, yeni pazarlarında, yeni câmilerinde, yeni yollarında, kısacası yeni ülkelerinde yaşamaya başlamışlardı. Herkes kendisine düşen maddî ve manevî işlerini rutin bir şekilde devâm ettiriyordu. Ada, belli bir düzene oturmuştu. Devletin yapısı da belirlenmişti..

Vahdetya’da Eğitim

Vahdetya’lılar, klâsik İslâm ön-görüsü olan “eğitime öncelik” düşüncesini benimsemişlerdi ve bu işe çok önem veriyorlardı. Zâten İslâm’ın ilk sözü ve ilk emri de “oku” değil miydi? İlk emri yerine getirmeyenler diğer emirleri şuurlu bir şekilde nasıl yerine getireceklerdi ki? Bunun için İmam Hârûn “sağ kolum” tâbir ettiği Tâlim Terbiye Kurumu’nun başındaki Eğitim Vekili ve eğitimle ilgili diğer hiyerarşik sorumluları toplayarak uzun görüşmeler ve çalışmalar yaptıktan sonra bir taslak hazırlandı. Aslında İslâm’ın ve Peygamberimizin belirlediği ana-taslak bu işin teorik kısmını çok kolaylaştırmıştır. Çünkü müslümanlar bu işi yıllar önce en iyi bir şekilde yapmışlar ve bu konuda Dünyâ’nın efendisi olmuşlardı.

İlk yapılacak olan iş annelerin bilinçlendirilmeleriydi. Çünkü çocuğun eğitimi, doğduğu andan îtibaren başlardı. İlk eğitimi anne üstlenecekti. Çocuğun okula başlama yaşı olarak belirlenen altı yaşına kadar annesi onu İslâm’i bir bilinçle, dürüst ve erdemli bir şekilde yetiştirmekle görevlidir. Bu görevi ona devletin vermesi gerekmez. Bu annenin fıtratında zâten doğal olarak vardır. Tabi ki annenin verdiği bu eğitim aslında ömrünün sonuna kadar sürer. Annesi tarafından sevgi ve saygı ile yetiştirilmiş çocuk, bir yıllık “ilk-eğitime hazırlık” döneminden sonra “ilk eğitim” denen birinci sınıfa kaydedilir. Okullar eylül ayının ikinci haftası başlar, Şubat ayının ilk haftası bir haftalık bir ara verildikten sonra hazîran ayının ikinci haftasının sonuna kadar sürer. Vahdetya Devleti’nde istirahat Cuma günü olarak belirlenmiştir. Bu belirleme, topluca kılınan Cuma namazı dikkate alınarak yapılmıştır. Bu, işinin başında olması gereken yerler ve kişiler hâriç bütün özel ve devlet kurumları tarafından uygulanır.

Vahdetya’da çalışma hayâtı sabahın erken saatlerinde; ortalama 05.00-06.00 ya tekâbül eden sabah namazı sonrası başlar. Zâten güneş de bu saatlerde doğar. Çalışmanın bitimi ise ortalama, saat 12.00-13.00’e tekâbül eder ki bu saat öğle namazı saatidir. Bu farklılıklar yaz-kış gün uzunluğuna göre belirlenir. Aslında çalışma saati, sabah namazı-öğlen namazı arasıdır. Vahdetya’lılar bütün işlerini namaz saatlerine göre belirler ve ona göre uygularlar. Tabî ki de sağlık, itfâiye, emniyet, arıza vs. kurumlarda bu işler tam gün devâm eder. Bu işlerde nöbetleşe olarak çalışanlar ayda bir kez gelen nöbetlerinde oniki saati kapsayan yarım gün çalışırlar. Bu kurumların dışında yedi saatten fazla çalışma-çalıştırma kânûnen yasaktır. Vardiyalı olarak çalışma sistemi yoktur. Allah’ın dinlenilmesi için yarattığı geceleri -istisnalar dışında- çalışarak geçirmek zâten fıtrata da terstir. Bu çalışma saatleri aynı-zamanda okul saatleridir. Okul-öncesi bir yıllık hazırlık dönemi vardır. Bu dönemde çocuklar üç saatlik bir eğitimle ilk-eğitim okuluna hazırlanırlar. Dört yıllık eğitim süreci olan ilk-eğitim okulunda yarım saat yemek-ihtiyaç arası verilir, 10’ar dakikalık teneffüs araları vermek suretiyle altı saat de ders yapılır. Derslere hergün Fâtiha Sûresi okunarak başlanır. Eğitim sisteminde en önemli unsur eğitmenlerdir. (öğretmenler) Eğitmenler çok iyi eğitim almış kişiler arasından seçilir ve artı olarak eğitime tabi tutulurlar. Ahlâk olarak da seçkin kişiler tercih edilir. Bu meziyetlerle donanmış eğitmenler sıkı bir müfredatla çocukları yetiştirirler. Vahdetya’da erkek ve kız talebeler ayrı okullara giderler. Kız talebeler için ayrılan okullara hanım eğitmen, erkek talebeler için ayrılan okullara ise erkek eğitmen atanır.  

Talebeler ilk-eğitim okullarında yatkınlıklarını belli ettiklerinden dolayı, eğitmenleri tarafından hangi alanda yoğunlaşacakları tespit edilir ve çocukların ilk-eğitim okulunun son sınıfının ikinci yarısında o alana dikkati çekilir. Bu durum o çocuğun orta-eğitimdeki okulunu ve alacağı eğitimi belirler. Tabi bu konuda çocuğun tercihi de önemlidir. Çocuk ille de o konuya zorlanmaz. İsteyerek ve sevdirerek o alanda ilerlemesi sağlanır. Orta-eğitimde genel derslerinin yanında çocuğun ilgi-alanı daha yoğun işlenir ve çocuğun o alanda ilerlemesi sağlanır. Talebenin ilk-eğitim okulunu tamamlayıp 11 yaşına girince başlayan orta-eğitim okulu dört yıllık sıkı bir eğitim-öğretim döneminden sonra çocuk onbeş yaşına gelince tamamlanır. Bâzı orta-eğitim okulları mesleğe ağırlık verdiklerinden dolayı, iki yıllık orta-eğitim dönemini tamamlayan talebeler, iki yıl da pratik-eğitim okullarında/işyerlerinde işe-yatkınlık kazanırlar. Eğitmen-talebe ilişkisinden çok, usta-çırak ilişkisi hâkimdir bu yerlere. Zâten bundan sonra da gittikleri bölüme göre hayatları boyunca yapacakları iş, pratik-eğitim gördükleri alanda olacaktır. Meslekî olmayan okullara giden diğer talebeler ise beş yıl sürecek olan yüksek-eğitim okuluna devâm ederler. İşte öğrencileri en çok zorlayacak okul burasıdır. Çünkü bu okullarda tâbiri câizse “beyin” yetişir. Beş yıllık çok sıkı bir dönemden sonra talebeler eğitimlerini tamamlarlar. Meslekî okullarda devlet için çok önemli olan bilumum sanat erbabı yetişirken; yüksek-eğitim okullarında ise hekimler, hukukçular, mühendisler, siyâsetçiler, eğitmenler, bilim-adamları vs. yetişir.

İlk ve orta-eğitim okullarında toplam 5 çeşit ders vardır: Fen, Sosyâl, Matematik, Türkçe ve Din. Başka ders yoktur. Yüksek-eğitim dönemine kadar bu dersler sıkı bir şekilde işlenir. Yüksek-eğitim okulları ise: Tıp, Hukuk, Mühendislik, Eğitimcilik, Fen, Coğrafya, Târih, Siyâset, İlâhiyat/Din, Sosyoloji-Felsefe, Edebiyat-Dil bölümlerinden oluşan 12 çeşit bölümden meydana gelir. Mühendislik bölümü kendi içinde: Hava-Su-Toprak-Ateş-Yer olarak formüle edebileceğimiz: Meteoroloji-Astronomi-Uzay; Deniz ve Su ürünleri; Tarım-Ziraat; Metal-Makine; Jeoloji-Yerbilim konularına ayrılırken; Fen bölümü ise: Fizik-Kimya-Biyoloji bölümlerine ayrılır. Ayrıca her bölümde yabancı-dil dersi vardır. 

Vahdetya’da yüksek-eğitim okulları da dâhil bir üst okula geçişlerde sınav yapılmaz. Zâten okulların kontenjan açığı yoktur. Öğrencilerin ortalama başarıları eğitmenler tarafından değerlendirilerek ve okullarda ara-ara yapılan sınavlardan aldıkları not-ortalamalarının sonucu dikkate alınarak belli bölümlere direkt olarak gönderilirler. Ada’da tüm okullarda ve tüm sınıflarda din-dersi en önemli derstir. Çünkü Vahdetya’lılar, dînin yetiştiriciliğinden geçmeyen kişilerin dünyâ-işlerinde yeterli ve ahlâki başarıyı yakalayamayacaklarını düşünürler. Bu aynı-zamanda iş-hayâtına atılan insanların olası ahlâk-dışı hareketlerini ve işlerini daha başından kesmeye yönelik bir tutumdur. Diğer gerekli dersler de yapılır tabî ki. Fen, matematik, sosyal bilgiler, sanat vs. hepsi de önemlidir Vahdetya’lılar için. Yabancı dil olarak herkese verilen din-dili olan arapçanın yanında yüksek-eğitim döneminde farklı dünyâ-dillerinin öğretimi de yapılır. Özellikle yakın komşularının konuştuğu dilleri öğrenirler. Vahdetya’lılara göre işinde sâdece başarılı olmak yetmez, o işi ahlâklı bir şekilde yapmak daha önemlidir. Meselâ bir insan bilgili ve başarılı bir hekim olabilir belki ama, eğer hastayı maddi-manevi sömürecek davranışlarda bulunursa, bu, yarardan çok zarar veren bir davranış olacağından o kişinin başarısı hiçbir işe yaramaz. Yâni Vahdetya’lılara göre ne iş yapılırsa-yapılsın ahlâklı yapılmalıdır. En başarılı kişi işini ahlâklı yapandır onlara göre. Aslında Vahdetya’lılar bunu İslâm’dan öğrenmişlerdir. Şahsiyetli-ahlâklı bir insan yetiştirmek İslâm’ın şiarı olmuştur her zaman.

“Ev-okul sistemi” denen bir eğitim modeli de vardır Vahdetya’da. Bu sistemde talebe ilk-eğitime hazırlık okulu ve ilk-eğitim okulunun ikinci sınıfından sonra, geri kalan eğitim sürecini evinden tâkip edebilir. Tabî ki bu hiç okula gitmemek anlamında değildir. Ara-sıra genel durumun ölçülmesi için yapılan sınavlara katılmak ve yeni derslerini almak üzere 1,5-2 ayda bir okula uğrarlar. Bundan sonrasında ise derslerini radyo-video-televizyon ve ders kitaplarından tâkip edebilirler. Bu sisteme katılan talebelerin anne-babaları çocuğa her konuda yardım edebilecek kapasitede olan kişilerdir. Bu süreç okul hayâtının sonuna kadar sürebilir. Eğitimini başarıyla bitirmiş talebeler arasında, ev-okul sistemiyle eğitim sürecini tamamlamış olanlar da vardır.

Vahdetya’da okulların yaz döneminde tebdile (tâtil değil, tebdil) girmesiyle teorik ve pratik çalışmalar talebeleri bekler. Yaz eğitim-haneleri tâbir edilen yerlere gönderilen talebeler, burada genelde din-dersi denilen Kur’ân, Hadis-sünnet, fıkıh, vs. gibi bilumum İslâm’i eğitim ve öğrenim dersleri görürler. Bu, hazırlık döneminden yüksek-eğitime kadar her seviyedeki öğrenci için geçerlidir. Üç aylık yaz döneminin bir-buçuk ayı bu eğitimle geçer. Teorik eğitimin yanında, yâni sâhifelerdeki kitap okumalarından sonra, sıra kâinat kitabını okumaya gelir. Talebeler dağ, deniz, çiçek, böcek, bilumum hayvanat vs. doğa kitabını istidatlarına göre “okurlar”. Bu aynı-zamanda bir tür terapidir. Bi-buçuk ay süren bu eğitim sürcinden sonra talebeler geriye kalan bir-buçuk aylık dönemlerini de âilelerinin yanında geçirirler. Âilelerinin yanında “sevgi eğitimi” ve alış-verişi devâm eder.

Evet; Vahdetya’da diğer dünyâ-ülkelerinde görüldüğü gibi yoz bir eğitim (daha doğrusu eğitim olmayan sâdece öğretim) görülmez. Eğitimcilerin bir telden, talebelerin diğer bir telden çaldıkları seviyesiz, ahlâksız ve başarısız bir eğitim sistemi yoktur. Diğer dünyâ-ülkeleri bu yüzden 17-20 yıllık bir eğitim sürecine rağmen istediği verimi alamaz. Vahdetya’da ise eğitim süreci 9-14 yıllık bir dönemdir ve bu dönem sıkı ve disiplinli bir süreç olduğu için; bilgili, kişilikli, işinin eri bir şahsiyeti çıkarmaya yeter. Vahdetya’lılara göre bir şeyi bilmek-görmek-duymak, yanında sorumluluğu da getirir. Bu yüzden Ada’lılar her şeyi bilme-görme-duyma ihtirâsına kapılmazlar. Allah’tan hâşâ rol çalmaya kalkışmazlar. Sorumluluğunu alabilecekleri kadarına tâlip olurlar. İnsanlar gördükleri ve duydukları olaylar karşısında sorumludur­lar çünkü.

Vahdetya’da bir eğitmen bir konuyu gerektiği gibi anlatmadığı için sorgulanabilir. Gerekirse artı bir eğitime tabi tutulabilir. Eğitmenlik kutsal bir görev olduğu kadar zor bir meslektir Vahdetya’da. Tabi ki eğitmen aynı-zamanda talebeler için çok saygı-değer bir kişiliktir. Talebeler eğitmenlerine saygı duyarlar ve onları çok severler. Çok sıkı bir denetim mekanizması işler eğitim sisteminde. Tabi bunun ürünlerini Vahdetya’lılar çok da uzun olmayan bir zaman sonra fazlasıyla görmüşlerdir.

Vahdetya’da Hukuk ve Adâlet

Vahdetya’da adâlet, hem insanlık hem de diğer bütün mahlûkat için olmazsa-olmaz şartlardan biri olarak görülür. Aslında tüm kâinat adâlet üzere ayakta durur. Adâlet bozulduğu anda kaos başlar. Diğer dünyâ-ülkelerinde söylem olarak aynı şey dile getirilmesine rağmen, pratikte hiç de dile getirdikleri gibi olmaz. Adâlet, “Yegâne Adâlet Sâhibi”nin sözü bir kenara atılarak “birileri” tarafından düzenlendiği için her zaman bir adâletsizlik vardır oralarda. Aslında o ülkelerde adâletin sağlanması için çıkarılan kânunlar birilerinin “ekmeğine yağ sürmek” için düzenlenir. Yaptıkları kânunlar masa-başında üretilmiş kânunlar oldukları için pratikte hep sorun yaşanır ve hayâta tam-mânâsıyla aktarılamaz. Meselâ bir meselede mağdur olan kişi mağdûriyetinin nedeninin, söz-konusu kânunun yanlışlığından dolayı olduğunu en mantıklı ve akla-yatkın bir şekilde anlatsa bile, “orada o kânun durduğu müddetçe” mağdur kişinin lafı yine de boşta kalır. Yâni mağdur olan kişi haklıdır ama, maalesef orada “o kânun”! vardır. Böyle sorunların çıkmasının nedeni, çıkarılan kânunların hayattan uzak ve kopuk bir düşünceyle yada birilerinin çıkarları doğrultusunda çıkarılmış olmasıdır. Buralarda birileri hep mağdurdur, hep haksızlığa uğramaktadır. Vahdetya’da ise böyle sorunlar yok denecek kadar azdır. Zâten böyle bir durumda İmam başkanlığında toplanan istişâre heyeti bu konuda âcil olarak önlem alır ve gereken düzenleme yada değiştirme hızlı bir şekilde yapılır.

Kânun/kural değişikliği yada düzenlemesi için Vahdetya’lı her-hangi bir kişi, önerisini, mahâlle sorumlusuna, mahâlle sorumlusu muhtara, muhtar kâim-makama, kâim-makam vâliye, vâli bölge vâlisine, bölge vâlisi o konuyla ilgili vekile iletir. Vekil de konuyu İstişâre Meclisi’ne götürür. Kimsenin isteği ve önerisi dikkate alınmamazlık edemez. Öneri en kısa-zamanda görüşülür ve sonuç öneri sâhibine bildirilir. Tabi yapılan bu önerinin İstişâre Meclisi’ne götürülecek kadar önem içermesi gerekir. Sâdece bir-kaç kişiyi ilgilendiren bir konuysa zâten bu en fazla kâim-makam aşamasında çözülür.

Vahdetya’da İmam’ın ve yüce şûrânın “yargı ve yürütme yetkisi” vardır fakat “yasama yetkisi” yoktur. Bu yetki Kur’ân’a âittir zîra. Dolayısıyla değişen şey aslında sâdece “yürütme”de gerçekleşir. Bu da ilâve bir yorum ile olur. Yoksa anayasa değişemez.

Daha önce de dediğimiz gibi; Vahdetya’da hukuk İslâm’dan neşet eder. Tüm kânunlar İslâm dîninin ana-kaynağı olan Kur’ân’dan mülhemle yapılır. Bu işte Peygamberin sünneti ve daha önce yaşanmış, başta asr-ı saadet dönemi olmak üzere, müslümanların hâkim zamanlarında yaptıkları yerinde ve güzel işler de dikkate alınır. Gerçi adâlet nereden gelirse-gelsin bir dinden neşet etmesi kaçınılmaz olduğu için gayri-müslimlerin yaptığı iyi işler de dikkate alınır.

Vahdetya’da İslâm Hukûku (şeriat) yürürlüktedir. İslâm hukûkunun en önemli kurallarından birisi kısasa-kısastır. Kur’ân bunu: “Kısasta hayat vardır” diyerek dile getirir. Bu hükme göre, kendisine yapılan her ne tür; haksızlık, zulüm, şiddet, vs. olumsuz davranış olursa-olsun, mağdur olan kişinin şikâyet edip hakkını almak istemesi üzerine kendisine yapılanın aynısı haksızlığı yapan kişiye uygulanır. İşte bu yüzden bir kötülük düşünen kişi, aynı kötü duruma kendisinin de mâruz kalacağını düşünerek o kötülüğü yapması/yapmaması gerekir. Bir kimse birini öldürmeyi; sonunda kendisinin de öldürüleceğinin kaçınılmaz olduğunu bilerek yapması gerekir ki bu kolay-kolay kimsenin göze alamayacağı bir iştir. Bu yüzden bu kânun, caydırıcılığı çok güçlü bir kânundur. Ayrıca; “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma!” sözü, Ada’nın bir-çok yerine göze batacak şekilde yazılıp asılmıştır ki, olası bir kötü niyetin önü daha başlamadan alınmış olsun. İslâm hukûkunda uzmanlaşmış kişilerden oluşan hâkimler bu işleri çok iyi bilirler ve uygularlar. Yine örnek olarak, hırsızlığın cezâsı “elin kesilmesi”dir. Ama bu “kesim” işi analitik olarak uygulanır. Yâni bir ekmek çaldı diye bir kişinin eli hemen kesilmez. Bu kesilme analitik olarak; çeşitli öğütlerle o kişinin “o işten elinin uzak tutulması” anlamında elinin kesilmesi; canını yakacak ve kanatacak bir şekilde eline çizik atılması; parmaklarının kesilip koparılması; bilek hizasından elinin komple kesilmesi; dirsek hizasından elinin kesilmesi olarak belirlenir. Yüklü miktarda kamu malının çalınması ise kolunun komple kesilmesine neden olabilir. İslâm, hızsızın elinin kesilmesi kânununu, mâsum insanların kafaları kesilmesin diye koymuştur. Ayrıca bu el-kesme hükmü kabaca uygulanacak bir hüküm de değildir. Bu hüküm, hırsızlığın ancak son aşamasında uygulanabilir. Zâten Kur’ân’da bu el-kesme cezâsı son gelen âyetlerde konu edilir. El-kesme cezâsı Mâide Sûresi’nde geçer. Mâide Sûresi Asr-ı Saadet Devri’nin başladığı zaman inmiştir. Herkes âdil bir ortamda yaşamaktadır ve artık hırsızlığın gerekçesi kalkmıştır. Bu yüzden de “el-kesme cezâsı” tâvizsizdir.

Zîna yapanın hükmü gene Kur’ân ve sünnet uygulamalarıyla bellidir. Bu uygulamalar cezânın oranına göre değişebilir. Yâni kısaca tüm cezâ kânunu İslâm cezâ kânunundan yada İslâm’dan mülhemle çıkarılmış kânunlardır. Tüm cezâlar, keyfe göre belirlenmiş cezâlar değil, suçu işleyenlerin işlediği suçun tam karşılığı olarak belirlenen ve uygulanan cezâlardır. Bu cezâlar aynı-zamanda suçlunun bir daha o işe karışmaması için düzenlenen uygun cezâlardır. İslâm’da cezâ, hem suçluyu hem de suça mâruz kalanı teskin etmek için düzenlenmiştir. Yönetimde/hükümlerde sâdece yasaları değil, vicdanları da hesâba katarlar. Vahdetya’lılar “ibâdetlerde  farzlar ve nâfileler olduğu gibi yönetimde de farzlar ve nâfileler vardır” derler. Verilen cezâlar mağdur olmuş kişiler tarafından değil, devlet tarafından verilmelidir. Bu şekilde suçlunun yada suçlu yakınlarının mağdur kişiye karşı kin gütmesi ve intikam hissi duyması önlenir. Yâni, cezâyı verenin sonradan cezâ görmemesi sağlanır. 

İşte burada çok önemli bir konudan bahsetmenin zamânı geldi; Vahdetya’da uygulanan İslâm cezâ kânununa göre, cezâların verilmesi ve uygulanması için bir şart vardır ki, bu şart yaşana-gelen hayatta tezâhür etmemişse, o suç için suçluya cezâ verilmesi bir yana, cezâ, suçun ortaya çıkmasına neden olanlara kesilir. Yâni İslâm adâletine ve kânunlarına göre, ilk başta, insanları suça itecek herhangi bir ortam, herhangi bir durum olmamalıdır. Meselâ İslâm, zîna cezâsını vermeden önce bekâr erkeklerin evlendirilmelerini; erkeğin evlenecek durumda olmaması üzerine yakınlarının ve diğer müslümanların ona maddi yardım yapmalarını; bu da olmazsa ona uygun biriyle yâni ondan çok şey istemeyecek biriyle evlendirilmesini ve o kişiye yapılabilecek tüm imkanların hazırlanmasını devlete ve müslümanlara emreder. O kişi ne yapıp-edilmeli, bir şekilde baş-göz edilmelidir. Gene de izdivaç hiçbir şekilde mümkün olmamışsa, Peygamberimizin önerisiyle o kişi belli bir zamana kadar yâni Allah ona bir kapı açana kadar nefsini oruç tutarak terbiye etmeli ve dizginlemelidir. Bu durum yalnızca kısa süreliğine alınacak bir tedbirdir. Tabî ki saygın kişiler tarafından bâzı telkinler de yapılır. İşte tüm bu şartlar yerine getirilmesine rağmen o kişi gene de zînaya başvurursa İslâm cezâ sistemi devreye girer. Vahdetya’da da uygulanan İslâm cezâ sisteminin olmazsa-olmaz şartı budur. Bu şartlar yerine getirilmemişse hiçbir cezâ uygulanamaz. Şöyle ki; suç işlemiş kişi eğitim kampına sokularak telkin yoluyla, yaptığını bir daha yapmamak üzere eğitilir ve şartlandırılır. Yine meselâ yanında çalışan birinin açlık nedeniyle yiyecek bir şeyler çalmasının asıl suçlusu, o kişinin iş-verenidir. Hiç kimse yanında çalışan birinin muhtaç bir duruma gelmesine göz yumamaz. Alt-yapısı hazırlanmadan işlenen suçun sorumlusu aslında başta devlet olmak üzere tüm ülkedir.

Vahdetya’nın hukuk ve adâlet sistemi Kur’ân’ın ön-gördüğü hukuk ve adâlet sisteminden kopuk ve farklı değildir. Olamaz da. Çünkü Vahdetya’lılar müslümandır ve Mâide Sûresi 48. ve 49. âyetlerinde: “Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet” emri varken başka milletlerin şeytâni kânunlarına dönüp bakamazlar. Çünkü onlara yedi-kat göklerden gönderilen ve yaratılan bütün her şeyle yüzde-yüz uyumlu olan kânunları ve hükümleri kudreti sonsuz Allah (c.c.) indirmiştir. O kânunlar Allah’ın “görüşüyle” indirilmiştir. Tabî ki de en iyisi O’nun görüşünün sonucu olan hükümler olacaktır. Vahdetya’lılar bu bilinçte oldukları için O’nun kânunlarını göz-ardı edemezler. Tabî ki Vahdetya’lılar Kur’ân’dan, sünnetten ve Asr-ı Saadet denilen “model dönem”den ilhamla çıkardıkları ve uyguladıkları kuralları, kendi zamanlarına, kendi coğrafya ve çevre koşullarına, kendi geleneksel, ekonomik, kültürel vs. genel durumlarına göre aşırıya kaçmayacak ve fitneye sebep olmayacak şekilde yorumlarlar ve kânun yaparken dikkate alırlar. Zâten Kur’ân bu esnekliği insanlara tanımıştır. Çünkü Kur’ân tüm zamanlar, tüm şartlar, tüm kültürler, tüm coğrafyalar vs. için gönderilmiştir. Kur’ân’da “tek-tip”çilik yoktur. İslâm’ın kânunları denilen şeriât kânunları, “esneme payı kadar”, ifrat ve tefrit yönünde esnetilebilir.

İslâm’da direkt olarak insanların uygulayabilecekleri cezâ sayısı 4’tür. Öldürme, çalma, zîna, iftirâ. Bunlara dolaylı yoldan eklenen bir-kaç cezâ daha vardır. Meselâ bunlardan biri içki içme cezâsıdır ki bu da iftirâ cezâsı ile aynı karşılıkta bir cezâdır. Çünkü bir kişinin sarhoşken ne dediğini kontrol edemeyeceğinden dolayı iftirâ atması çok olasıdır. Gerisi âhirette Allah’ın cezâlandırmasına bırakılır. Bu yüzden yeni cezâlar ortaya koymazlar fakat bâzı yasaklamalara giderler. Bunlar genelde günlük, kamusal alanda uygulana-gelen yasaklardır.

Evet; Vahdetya’lıların ana-yasalarından, cezâ kânunlarından, medeni kânunlarından vs. genel hukuktan bahsetmek, “İslâm şeriâtı”ndan bahsetmektir, Kur’ân’dan bahsetmektir. Zîra ana-yasaları Kur’ân’dır. Vahdetya’lılar İslâm şeriât kânunlarını uygularlar ve varsa eksiklerini de gene İslâm şeriâtına göre tamamlarlar ve düzenlerler.

Vahdetya’da aslında mahkemelere ve hâkimlere çok iş düşmez. Bu nedenle her vilâyette sâdece bir tek adliye sarayı vardır ve içinde de sâdece 8-10 kişilik bir hâkim kadrosu bulunur. Devletin îlan edildiği 1932 yılından 1947 yılına kadar yaşanan hırsızlık olayı (yapılan bir kamu hırsızlığı olayından başka) sâdece “1”dir. O da, “elin o işten kesilmesi” oranında yapılan bir hırsızlık olayıdır. Bir-çok suç 15 sene zarfında hiç yaşanmamıştır. Zîna olayı bunun bir örneğidir. Ufak-tefek yapılan tâcizler ise gereğince cezâlandırılmıştır. Bunların sayısı bir elin parmakları sayısına bile ulaşmaz. Vahdetya’da görülen en büyük suç 1942 yılında yaşanan kamu (zimmete altın geçirme) suçu olup, dört kişinin organize ettiği bir olaydı. Bu kişiler yakalanıp mahkemece verilen cezâları onaylanınca, biri hâriç bu cezâya karşı çıkmış ve hapsedildikleri yerden firâr etmişlerdi. Tekrar yakalandıklarında, şâirin şiirinde değindiği: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” sözü uyarınca azardan sonra acı bir yaptırıma mâruz bırakılmışlardır. Ama maalesef “şeytanın vazgeçilmez uşakları” oldukları belli olan bu kişiler, tekrar kaçma teşebbüsleri sonucu yakalanmışlar ve asılarak îdam edilmişlerdir. İslâm’ın önerdiği gibi, Vahdetya cezâ kânununda en büyük suçlardan biri, kamu hakkına tecâvüzdür.

Ada’da herkes eşit olmasına rağmen fıkhın belli kişiler için belirlediği bâzı farklar vardır. Meselâ yönetenlerin ve yöneti­lenlerin, İslâm’i hukuk olan Vahdetya hukuku karşısında, önemli bir fark sayılmasa da bâzı farklılıkları vardır. Yönetene ve yönetilene uygulanacak fıkıh bellidir. Bu durum eşitliği bozmaz, aksine eşitliği têmin eder.

Vahdetya’nın anayasası İslâm’dan neşet etmiş bir anayasadır. Anayasa öyle bir şekilde düzenlenmiştir ki hiçbir “açıklık” bırakılmamıştır. Bu yasaya uymak, fıtrata uymak gibi olduğundan kimseye zor gelmez. Anayasa İslâm anayasası olduğu için, herkes anayasanın gereğini yapmayı İslâm’ın gereğini yapmak olarak algılar ve bunu bir sorumluluk bilinciyle yerine getirirler.

Vahdetya’daki kânunlar sâdece suç işleyeni cezâlandırmak için değildir, suç işlemeyi önlemek içindir daha çok.

Allah’ın rızası Vahdetya’lılar için en önemli hedeftir. Fakat cennete de sevdalıdırlar. Tabî ki Vahdetya -her ne kadar cennetten bir şûbe gibi görünse de- cennet değildir. Kimse cenneti Dünyâ’da kurmak gibi bir câhilliği düşünmez. “Cenneti Dünyâ’da kurmak cinnettir” derler. Öte-yandan; “Bu-ikisinin ötesinde iki cennet daha var” (cennet içinde cennet) (Rahman 62). “Biz, İbrâhim'e İshak'ı ve Yâkub'u armağan ettik. Onun soyu içine peygamberliği ve Kitap'ı yerleştirdik ve onun ödülünü Dünyâ’da verdik. Âhirette de o, elbetteki iyilik ve barış sevenler arasında olacaktır” (Ankebût 27). Âyetleri mucibince; “cennet bu Dünyâ’dan başlamalıdır. Mükâfat nasıl ki bu Dünyâ’da başlayıp âhirette devâm ediyorsa, cennet de bu Dünyâ’da başlayıp, âhirette devâm etmelidir” diye düşünürler. Fakat ülkeyi cennet yapmaya değil, “cennet gibi” yapmaya çalışırlar. Çünkü şu âyeti sürekli hatırda tutarlar: Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı, gerçekten yer-yüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir” (Şûra 27). Vahdetya’lıların Ada’yı cennetin bir şubesi gibi îmar etmelerinin nedeni, cennet özlemini canlı tutmak içindir. Buna rağmen cennette değil, Dünyâ’da var olan bir yerdir Vahdetya ve Sünnetullah gereği Dünyâ’nın bâzı kuralları vardır. Bu kurallar bâzen, bâzı uyumsuz kişiler için bir son demektir. Çünkü Dünyâ’da bir insan kendini ateşe atarsa yanar. Doğal olan budur. Sünnetullah budur.

Vahdetya’da Sağlık

Vahdetya’da sağlıklı olmak, sağlığı korumak dînin bir emri olarak kabûl edilir. Ne de olsa muhteşem bir fizîki yapı olan vücudumuzu Allah bize emânet olarak vermiştir. Bu emâneti gereğince korumamak emânete ihânet anlamına gelecektir. Tabî ki Allah bâzılarına imtihan yada başka sebepler yüzünden bâzı hastalıklar verebilir. Peygamberi Hz. Eyyub (a.s.) bile bir hastalıktan muzdarip olmamış mıydı? Hastalığın tüm olumsuz yanlarına rağmen Vahdetya’lılar bu durumu bile bir eğitim süreci olarak görürler. Çünkü nice görülemeyecek ve anlaşılamayacak konular sağlığın yitirildiğinde görülebilir ve anlaşılabilir. Vahdetya’lıların sağlık konusuna felsefî bakışları böyledir.

Vahdetya’da sağlık sistemi büyük ölçüde koruyucu hekimlik olarak, yâni daha insanlar hasta olmadan önce “hastalığa yakalanma olasılığını yok etmeye ve önlem almaya yönelik tedâvi” şeklindedir. Koruyucu hekimlik, Hıfz-ı sıhhâ denen kurumların görevidir. Sağlık sisteminde insan bir bütün olarak incelenir. İlk doğan çocuk genel bir muâyeneye tâbi tutulduktan sonra, annesi bilgilendirilir ve ona nasıl davranması gerektiği öğretilir. Belli periyotlarla hekimler çocuğun genel durumunu kontrol ederler. Vahdetya’da aşı uygulamasına çok sıcak bakılmaz. Tümden yabana atılmamasına rağmen başka korunma yolları kullanılır. Zâten kendi ürettikleri dışında aşı kullanmazlar. Bu tutum Vahdetya’da ilaç-gıdâ-tekstil gibi genel ürünler için de geçerlidir. Tedâvi etmeye-korunmaya yönelik ilaçların %95’i bitkisel ilaçlardır. Çok doğal yollar da uygulanır. Hastadan kan alma, bağırsaklarını temizleyecek bitkisel ilaçlar kullanma, çeşitli kürlerle tedâvi etmeye çalışma, bio-enerji yöntemleri vs. gibi yollar hastalığın durumuna göre uygulanır. Gerçek tedâvi yöntemleri bunlardır. “Modern-tıp” diye bilinen yöntem ise “alternatif tıp” olarak kabûl edilir. Vahdetya’lılar kimyâsal ilaçları en son çâre olarak kullanırlar. Kimyâsal ilaçlar doğal yolların dışında bir yolla üretildiği için, doğal şeylere alışkın olan vücûda zarar vermesi kaçınılmazdır çünkü. Bu yüzden ilk önce tüm insanları, “koruyucu hekimlik” uygulamasıyla hastalıklardan korumaya çalışırlar. Bu önlemin işe yaramadığı bâzı nâdir durumlarda ise önce bitkisel tedâvi, o da işe yaramazsa kimyâsal ilaçlar devreye sokulur. Vahdetya’da hekimler ve eczacılar bitki konusunda çok uzmanlaşmışlardır. Hattâ denilebilir ki tüm Dünyâ’da bu konuda ilk sıradadırlar. Yurt-dışından bir-çok hasta bu nedenle Vahdetya’ya gelir. Çoğu kendi ülkelerinde bulamadığı faydayı burada bulup memnun bir şekilde ayrılır Ada’dan. Maddî hastalıkların ilacını tabiatta; mânevi hastalıkların ilacını ise vahiyde ararlar. İkisini birbirine karıştırmazlar. Yüksek tıbbi eğitim sisteminin önemli bir bölümü “bitkisel eczacılık” konusuna ayrılmıştır. Çünkü tıp konusunda aslolan, teşhis değil tedâvidir.

Vahdetya’da bir başka “hastalığı önleyici ve tedâvi edici” unsur, ülkede çok bol miktarda bulunan kaplıcalar, çamurlar, şifâlı içme suları vs.’dir. Buralara hasta olsun-olmasın herkes yılın bir-buçuk aylık izin dönemlerinde bir-kaç günlüğüne de olsa uğrarlar. Tüm izinlerini burada geçirenler de yok değildir. Buraların sıcak ve şifâlı suları insanların tüm dolaşım ve sindirim sistemlerini ideâl bir çalışma şekline sokar. Buralarda iki-üç gün kalanlar bile tüm yılı ağrısız ve hastalıksız geçirebilir. Buraların masraflarının tümünü devlet karşılar. Çünkü bu yerler de tedâvinin bir parçasıdır. Zâten çoğu kişi hekimler tarafından buralara tedâvinin bir parçası olarak yönlendirilirler. Buralarda yılın tüm yorgunluğu ve sıkıntıları büyük ölçüde giderilebilir.

Şifâ-hânelere baş-vurup da muâyene olacak ve ilaç alacak olan vatandaşlar hiçbir ücret ödemezler. Vahdetya’da kayıt-kuyut, ücret, rapor, imzâ vs. gibi işlemler olmadığı için, vakit kaybına neden olan böyle anlamsız prosedürlerle uğraşılmaz. Hasta hekime gider, hekim muâyenesini yapar, tahlil-tetkiklerden sonra reçetesini yazar ve eczaneye giden hasta ilaçlarını hiçbir kayıt yaptırmadan alabilir. Sâdece reçetenin bir nüshası eczanede kalır. Tüm Vahdetya’lıların, kendisini tanıtan bir kimliği vardır. Bu kimlik tüm işler için yeterlidir. Hasta olan kişiler sâdece kimlikleriyle tüm işlerini yapabilirler. Bu kimliklerde insanların her konuda tüm bilgileri mevcuttur. Özellikle şifâ-hânelerde prosedür neredeyse sıfırdır. Zâten insanlar oraya bir sıkıntısından dolayı gelmiştir. Bir de prosedürlerle onların sıkıntısına yeni bir sıkıntı katılmamalıdır.

Vahdetya’da hekimlerin eğitimlerini tamamlamalarının ardından, göreve başlamadan önce bir yıllık pratik eğitim ve ahlâk dersleri için şifâ-hânelerde (hasta-hane değil) eğitime tâbi tutulurlar. Her şeyde olduğu gibi tıp alanında da ahlâk ilk sırada önem arz eden konudur. Vahdetya’da şifâ-hâneler kadın ve erkek şifâ-hâneleri olarak ayrılmışlardır. Muhtarlık düzeyindeki sağlık ocaklarında bu ayrım yapılmaz ama burada da erkekler erkek hekime, kadınlar da kadın hekime giderler. Zâten herkes âile hekimlerini bilir ve tanır. Hekimler erkek ise erkek şifâ-hânelerinde, kadın ise kadın şifâ-hânelerinde çalışırlar. Bu yüzden kadın hekimler kadın hastalıklarında daha çok uzmanlaşmışken; erkek hekimler de erkek hastalıklarında daha fazla uzmanlaşmışlardır. Bir kadın doktorun bevliye konusunda bir erkek hekim kadar rahat hareket etmesi ve dolayısıyla o konuda erkek hekim kadar uzmanlaşması beklenemez doğal olarak. Aynı şey erkek hekim için kadın hastalıkları alanında geçerlidir. Zâten bu durum hastalar açısından da daha iyidir. Böylece daha rahat muâyene gerçekleşebilir. Vahdetya’da şifâ-hâneler de ayrılmıştır. Kadın şifâ-hânesi, göz şifâ-hânesi, kulak-burun şifâ-hânesi, kemik şifâ-hânesi, dâhiliye, hâriciye, bevliye vs. tüm hastalıkların şifâ-hânesi ayrı bir binadadır. Tüm dalların bir-arada bulunduğu yüksek-eğitim şifâ-hâneleri ise binaları ayrı olmak üzere aynı alan içinde bulunurlar. Bu, yüksek-eğitim şifâ-hâneleri için olması gereken bir şeydir.

Vahdetya halkının sağlığı gerçekten çok iyidir. Bir Vahdetya’lı on senelik bir zaman zarfında hastalıktan dolayı belki bir kez sağlık ocağına yada şifâ-hâneye gider. Bunu tabi ki koruyucu hekimliğe borçludurlar. Kronik tâbir edilen hastalara ise, hekimler ve sağlık çalışanları tarafından âdeta nâdide bir çiçek gibi muâmele edilir. Çok büyük ihtimâlle hayatları boyunca mevcut hastalıklarıyla yaşayacak olan bu hastalar, hastalıklarının zorluklarından başka bir de şifâ-hâne zorluklarıyla karşılaşmamalıdırlar. Bu yüzden bu tür hastalar ve engelliler ilk sıraya alınır ve tedâvileri-kontrolleri hemen yapılıp işleri bitirilir ve gerekirse evlerine kadar da bırakılır. Zâten bu kişiler için büyük şifâ-hânelerde ayrı hekimler görevlendirilmiştir. Bu hekimler sâdece bu kişilerin rutin kontrollerini yapmak ve ilaçlarını sağlamakla görevlidirler. Vahdetya’da gerçekten gerekmedikçe yada âcil bir durum olmadıkça ve heyet tarafından kararlaştırılmadıkça ameliyat yapılmaz. Hele bir organın küçük bir sorun var diye ameliyatla alınması görülmemiş bir şeydir. O organın yokluğunda oluşacak kötü durumlar dikkate alınmalıdır. Allah o organı boşuna yaratmamıştır çünkü.

Vahdetya’lılara göre ölüm; dolaşım, sindirim ve sinir sisteminin durması, sona ermesidir. Beyin-ölümünü gerçek ve tam bir ölüm olarak görmezler.

Vahdetya’da bir insan doğduğu andan îtibaren âile hekimi tarafından belli periyotlarla -ki bu periyotlar belli bir yaştan sonra altı aylık periyotlardır- sürekli kontrol edilir, gerekli koruma ilaçları uygulanır, gerekirse de bir üst şifâ-hâneye gönderilir. Bâzen de hekimin ayağına gelemeyen yaşlı ve engelli kişilerin ayağına hekim gider ve gereken tedâvi evlerinde yapılır. Vahdetya’da tüm hekimler aynı-zamanda psikologluk görevi de yaparlar. Ayrıca psikolog yoktur Vahdetya’da. Müslüman birisi için psikoloğa ihtiyaç da duyulmaz. Bir insan hem müslüman olacak, hem de psikoloğa ihtiyaç duyacak; bu olacak iş değildir. Bir insan hem namaz kılacak, hem oruç tutacak yâni Allah’a güvenecek; hem de psikolog-psikolog gezecek; böyle bir şey düşünülemez Vahdetya’lılar için. Vahdetya’lılar birbirlerinin psikologlarıdır zâten. Ayrıca, mâneviyatta ilerlemiş insanların telkinleri Vahdetya’lıları psikolojik olarak çok rahatlattığından dolayı psikolog desteğine gerek duymazlar. Açıkçası Vahdetya’lılar psikoloğa ihtiyaç duyan birini; korkak, pısırık, uyuşuk, düzensiz, öz-güvensiz, bâzı şeylere aşırı tutku duyan ve genel bir söz ile söylersek, Allah’a karşı iman-güven problemi yaşayan biri olarak görürler. Ayrıca psikologların yaptıkları telkin-nasihat vs. sonunda aldıkları parayı haram kabûl ederler. Çünkü İslâm’a göre nasihat etmek, akıl vermek zâten bir müslümanın İslâm’i ve insâni vazîfesidir.

Vahdetya’lılar genelde canlı ve diri görünürler. Bu durumu iç-enerjilerinin canlılığına bağlarlar. “İç-enerjisi tükenmemiş biri hasta dâhi olsa azmini yitirmez ve canla-başla işine-hayâtına devâm eder; fakat bir kişinin iç-enerjisi tükenmişse istediği kadar sağlıklı olsun hareket dâhi edemez, iç-enerjisi ise ancak vahiy sâyesinde diri kalır, çünkü vahiy insanı diriltir” derler.

Ada’lıların özürlü anlayışları da İslâm ile uyumludur. İslâm’a göre gerçek özürlü; fizikî sorunu olan değil, kâlbî sorunu olandır. Gerçek kör; gözleri kör olan değil, kâlbi kör olandır. Nice engelleri olup da çok büyük ilmî eserler vermiş olan insanlar vardır Vahdetya’da. Doğuştan yada sonradan böyle bir duruma düşmüş kişi madden hiçbir şekilde zor bir durumda bırakılamaz. O kişiler çalışamayacak duruma düştükleri andan îtibaren sigorta primi ve yaş-sınırı aranmaksızın emekli edilirler. Tüm kamuda önceliklidirler. Bu kişiler özel eğitim ve telkinlere tabî tutuldukları ve buralarda İslâm tarafından inşâ edildikleri için “durumlarını” kâbul etmişlerdir. Bundan dolayı kendileriyle ve çevreleriyle barışıktırlar. 

Vahdetya’da tüm sağlık giderleri devlet tarafından karşılanır. Diğer dünyâ-ülkeleri gibi ilaç, ameliyat, cihaz vs. gereksiz masraflar yapılmadığından, çok da mâliyetli bir iş değildir tıp konusu Vahdetya’da. Hastalığın teşhis edilmesi önemli olmasına rağmen, hastalığın tedâvisi daha önemlidir Ada’lılara göre. Hastalığın teşhis edilmesi tedâvi demek değildir çünkü. “Hastalığı yapan unsuru çok iyi bir şekilde tespit etmek, tedâvisi yapılamayacak olduktan sonra ne işe yarar ki? Eğer kişiyi ölüme götürmesi kaçınılmaz olan bir hastalık varsa ortada, bırakın da kendisindeki hastalığının nedenini bilmeden yaşasın ve hayâtını bu şekilde sürdürsün ve tamamlasın, hastalığını yapan unsuru bilse ne olacak ki” derler. Diğer ülkelerinde bu konuda çok aşırı bir sömürü vardır; Değişik ve gelişmiş! tıbbi cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çaresiz kalıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden dünyâ-ülkeleri, vatandaşlarını kandırıyorlar. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe yaramaz. O “süper cihaz”lar! aslında bir sömürü aracıdır. Sürekli yapılan şey hastalık belirlemektir diğer dünyâ-ülkelerinin tıp anlayışında. Oysa hastalığı belirlemek demek tedâvi etmek demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla olmaması arasında fark yoktur. Belirle-belirle bırak! Hastalıkları belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur diğer dünyâ-ülkelerindeki hekimlerin. İşte Vahdetya’lılar bunu iyi gözlemlemişlerdi. Bu yüzden tüm dikkatlerini koruma hekimliği ve tedâvi unsuruna yönelttiler. Hastalık daha başlamadan yada ilerlemeden önlem almanın çâresi üzerine yoğunlaşıldı.

Vahdetya’da sağlık sistemi tâbiri câizse tıkır-tıkır işler. Denetlemeler sağlık müfettişleri tarafından çok sıkı bir şekilde yapılır. Hekimler şifâ-hânelere hastalardan daha erken gelmek zorundadırlar. Hasta olan bir kişiyi hiç-bir hekimin bekletmeye hakkı yoktur. Hekimler bütün Vahdetya’lılar gibi aynı süreliğine mesâi yaparlar. Eğer bir hekimin yada hasta-bakıcının nöbeti yoksa, mesâisi; sabah mesâi başlama saati olan zamandan onbeş dakika önce yerlerinde olmak kaydıyla, bir kez verilen on dakikalık bir ara hâriç öğlen namazı saati olan mesâi bitimine kadar sürer. Görevini kötüye kullanan ve hattâ bu eğilimde olan hekimler hemen görevden alınırlar. Çünkü bu konu sömürüye çok açık bir konu olduğu için buna fırsat verilmemelidir. Zâten sağlık sisteminin alt-yapısı da bu konu düşünülerek hazırlanmıştır. Genel şeriât kuralı burada da yürürlüktedir; kişiye günah-suç işleyecek ortam bırakılmamalıdır. Her şeyde olduğu gibi tabâbet alanında da ahlâki alt-yapıya önem verilmiştir. Çünkü sağlıksız insanlardan verimli işler beklenemez. Tüm bu nedenler yüzünden sağlık sistemi çok iyi çalışmak zorundadır Vahdetya’da.

Vahdetya’da Güvenlik

Vahdetya’da iç-güvenlik; alt-yapısı çok iyi hazırlandığından ve iyi organize edildiğinden dolayı genelde çok yoğun bir güvenlik sorunu yaşanmaz. İnsanlar aslında birbirlerini denetlediğinden ve yönlendirdiğinden dolayı güvenlik görevlilerine çok fazla iş düşmez. Ama gene de şeytan boş durmayacağı için güvenlik görevlileri dikkatlidir. Vilâyetlerin iç-güvenliğini; ismini İslâm’dan mülhemle almış olan “silm” teşkilâtı” yapar. Silm: barışıklık, barışmak, sulh ve itaât anlamlarına gelir. Adından da belli olduğu gibi silm üyelerinin en önemli görevleri ülkede sulh ortamını korumaktır. Vahdetya’lıların aralarında nâdiren çıkan sorunları hâlletmek ve taraflar arasını barıştırmak bu teşkilâtın çalışma tarzıdır. Her muhtarlık düzeyindeki yerleşim yerine bir “silm evi” kurulur. Bu merkezler sayı olarak kâim-makam ve vâlilik düzeyinde de sâdece bir tek merkez olarak belirlenmiştir fakat buralarda teşkilat üyelerinin sayıları fazla olur. Silm Teşkilâtı adâlet vekiline bağlıdır. Teşkilat nöbetleşe tam-gün mesâi yapar. Teşkilat üyeleri de diğer meslek grupları gibi ahlâki eğitim başta olmak üzere ayrıca bir eğitime tâbi tutulurlar. Silm Evlerinde haşarı insanların tutuklandıkları zaman konulacakları ve bir süre kalacakları tutuk-odaları bulunur. Burada tutulan insanlar çeşitli telkinlerle uslandırılmaya çalışılır. Vahdetya’da özellikle ömür-boyu hapis cezâsı olamaz. Normâlde de geçici bâzı hapis cezâlarının -ki bunlar ev hapsidir- dışında hapis cezâsı yoktur. Zâten Vahdetya’da hapis-hâne yoktur. Hapis-hâneyi insan fıtratına aykırı görürler. Suçun, suçluyu hapis-hâneye atmakla bitirilemeyeceğini düşünürler. Çünkü Vahdetya’lılara göre hapis-hâneler nicelik ve nitelik bakımından suçu daha da arttırırlar. Suç-oranı çok düşük olduğu için ve sokak ve mahâllelerde çıkan bâzı sorunlar daha silm evlerine intikâl etmeden sokak sorumluları ve muhtarlar tarafından hâlledildiği için tutuk-odaları yeter de artar bile. Tutuk-odaları şüphelinin yargılanıp cezâlandırılıncaya yada aklanıncaya kadar en fazla bir hafta kaldıkları yerlerdir. Osmanlı’dan aldıkları kefâlet sistemi vardır Vahdetya’da. Buna göre, mahallede herkes bir-birinden sorumludur, bir suç karşısında tüm mahalle o mahalle sorumlu tutulur ve kefâleti de tüm mahalleye âittir. Mesûliyet tüm mahalleye âittir.

Hırsızlar, rahatsızlık verenler, yolsuzluk yapanlar vs. silm üyeleri tarafından yakalanıp ilk sorgulamaları yapılır, tutanak tutulur ve mahkemelere sevk edilirler. Silm üyelerinin sert davrandığı çok nâdir görülür. Üyeler iri-yapılı ve güçlü-kuvvetli olduğundan ve ayrıca da eğitim aldığından dolayı bozguncular bunlara karşı koyamazlar. Silm Teşkilat üyeleri orta-eğitim okulundan sonra, âmirler dört yıllık, silm memurları ise iki yıllık silm-eğitim okullarına devâm ederler. Silm üyelerinin mesâi saatlerinde giydikleri elbiseler tek-tiptir. Bu elbiseleri mesâi saati dışında giyemezler. Silm üyeleri mesâi saatlerinde yanlarında sürekli olarak “tabanca” seviyesinde silâh bulundururlar ama çok-çok nâdir olarak kullanırlar. Daha çok kısa ve sert sopalar caydırıcılık vazîfesi yapar. Büyük silm merkezlerinde ise daha ağır silâhlar da vardır. Silm Teşkilatının üye sayısı 20.000’dir.

Güvenliğin diğer ayağını ise asker oluşturur. Nüfusun yaklaşık %2’sini oluşturan 40.000 asker, daha çok dış-güvenlik için hazır bekletilir. İç-güvenlikte olası büyük sorunlar için de kullanılması kânunlaştırılmasına rağmen şu-ana kadar böyle bir gereksinim doğmamıştır. 40.000 askerin 5.000’i çeşitli emir-komuta zincirinden oluşan subaylardır. Geriye kalan 35.000 kişi ise altı ay askerlik yapan halkın evlatlarıdır. Subaylar orta-eğitim okulundan sonra askeri-eğitim okuluna giderler ve dört yıllık bir askeri eğitimden geçirilirler. Yine her alanda olduğu gibi sıkı bir ahlâki eğitimden de geçerler. “Kışla” tâbir edilen yerlerde eğitimlerini ve görevlerini sürdürürler. Vahdetya ülkesinin açık bir düşmanı olmadığı için 1960 yılına kadar herhangi bir savaş hâli vukû bulmamıştır. Zâten Vahdetya’lılar için savaş en son çâre ve hem savunma hem de zulmü ber-taraf etmek için saldırı amaçlı yapılan savaşlardır. Fakat şimdiye kadar müslüman bir millete karşı yapılan bir zorbalığın önüne geçmek için bir kez çıkışları olmuştur sâdece. Silâh olarak subayların bir tabanca ve bir tüfekleri bulunur. “Er” tâbir edilen diğer askerlerin ise birer tüfekleri bulunur. Çoğu, Ada’nın önceki sâkinlerinden kalma ve tâmirden geçirilmiş top, tank, uçak, savaş gemisi, makineli vs. ağır silâhlar bulunur. Cephâne têmini ise Vahdetya’lılar tarafından üretilerek sağlanmıştır. Vahdetya’lıların 1939 yılındaki savunma gücü ortalama budur.

Vahdetya’lılar çok cesurdurlar. Tabi bu cesaret körü-körüne olayların üzerine giden câhillerin cesurluğu gibi değildir. “Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa iki yüz kişiyi mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener” (Enfâl Sûresi 65) ve “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Al-i İmran Sûresi 139) âyetleri uyarınca Vahdetya’lılar kemiyetten çok keyfiyete önem verirler. Üstünlüğün sayıca çokluğa değil, mevcut sayının kalitesine bağlı olduğunu savunurlar. Bu yüzden askeri yönden yeterince güçlü olmadıkları bir dönemde bile mazlum bir halkın yardımına gitmekten geri durmamışlardır. Askeri yeterliliklerine değil, mazlûmiyete bakarak yardım kararı almışlardı.

Bu-arada Dünyâ’da yeni bir genel harbin sesleri duyulmaya başlamıştır. Askerî gücü yüksek, fakat askeri ahlâkı düşük olan süper güçlerin! birbirlerini yemek için ağızları sulanmaktadır. Nitekim kısa bir zaman sonra beklenen savaş çıkar. Vahdetya’lıların bu genel harp için plânları, herkesin bu savaşı hırs için yapmaları nedeniyle tarafsızlıktır. Buna rağmen gene de olağan-üstü bir hazırlık yapılır ve tetikte beklenir. Bu-arada erlerin askerlikleri yeni bir emre kadar uzamıştır. İmam Hârûn, eğer bu dünyâ-savaşından tarafsızlıkla ve hiçbir olaya karışmadan çıkabilirlerse, savaşın bitiminde Vahdetya’nın çok güçlü durumda kalacağını düşünmektedir. Evet; İmam Hârûn’un plânına göre bu savaştan uzak durulacak ve bu-arada üretim, sanâyi, teknoloji, eğitim, tarım vs, tüm ülkenin kurumları disiplinli bir şekilde çalışarak bütün azmini gösterecek ve ülke şimdikinden on kat daha fazla güçlenmiş ve savaş sonrasında güçlü bir ülke konumuna ulaşmış olacaktır. Evet; İmam Hârûn, Vahdetya’lıları bir birlik etrafında kenetlerken, yâni belli ideâller uğruna canlarını bile vermeye hazır tek bir yumruk hâline getirdiği zaman, dünyâ-devletleri birbirini yemekle meşgullerdi.

Bu târihte Vahdetya’nın nüfusu 2.000.000’a ulaşmıştır. Lâkin İmam Hârûn, bu rakamın ülkenin yakın geleceği için yetersiz olacağını düşündüğünden, her âileye en az dört çocuğun yapılmasını önermiş ve bu sayıyı yedi-sekize çıkarmaları tavsiye edilmiştir. Tabi bu durum, yeni kurulan bir ülke için gerekli olan bir uygulamadır. Daha sonra doğal hâline bırakılacaktır.

Vahdetya’da asker, eski bir asker ve kumandan olan İmam Hârûn’a bağlıdır. Askerin baş-kumandanı İmam Hârûn’dur. Bu bir fahrî baş-kumandanlık değil, fiîli bir baş-kumandanlıktır.

Vahdetya ülkesi, yapılan plânlarla ve hazırlanan stratejiyle 2. Dünyâ Savaşı tâbir edilen cihan harbinden uzak kalmayı başarmış ve gücünden bir şey kaybetmeyerek, bilâkis gücüne güç katarak târih sahnesinde önemi-haiz bir konuma çıkmıştır. İşte bu durum Vahdetya için bir mîlattır. Sağlam ve güvenilir bir ülke durumuna gelen Vahdetya Ülkesi, dünyâ-müslümanlarının ilgisine mahzar olmuştur. Bu durum dünyâ-müslümanlarının Ada’yla ticâret ve ziyâret ilişkilerine ve aynı-zamanda Ada’ya göçe sebep olmuştur. Bu durum ülkeyi hem maddî hem de nüfus açısından kalkındırmıştır. Vahdetya Ülkesi artık dünyâ-çapında bir ülkedir ve çoğu ülke tarafından tanınmıştır.

Biraz da Ada’daki altın rezervleri sâyesinde, diğer ülkelerden Vahdetya Ülkesi’nin ve ordusunun güçlenmesi için silâh ve teknik donanım satın alınmış, karşılığında ise altın verilmiş ve tarım ürünleri satılmıştır. Ticâret gün geçtikçe artmıştır. Bu, Ada’nın madden çok zenginlemesine sebep olmuştur.

Vahdetya ordusu, savaşı iyi bildiği kadar savaş ahlâkını da iyi bilir. Kur’ân’ın emrine göre, öldürmekte aşırıya gitmek yasaktır. Vahdetya askerinin yapılan tatbikatlarda ne kadar hünerli olduğu ayan-açık görülüyordu. İleride bu sınıfa çok iş düşecek gibiydi..

Vahdetya’da Ekonomi

Ekonomi, tüm ülkelerde olduğu gibi Vahdetya’da da çok önem taşımaktadır. Fakat Vahdetya diğer ülkelerden, ekonomiye “sâhip olmak”la ayrılır. Diğer ülkelerde “ekonomi tüm ülkeye sâhipken”, Vahdetya’da “halk ekonomiye sâhiptir”. Diğer ülkelerde “halk ekonomiye sâhip değil, âittir”. Bu, ekonomiye kul olmamak anlamına gelir Ada’da. Vahdetya’lılara göre bir ülkede ahlâk ve adâlet varsa o ülkenin ekonomisinin kötü olması söz-konusu olamaz. Eğer bir ülkede tarım, sanâyi, ticâret vs. üretimleri sistemli ve düzenli bir çalışma sonucu devâm ediyorsa, ülkenin ekonomisinin ilerlemesinin önüne geçilemez. Böyle bir durumda ekonomi doğal olarak devamlı gelişir. Buna rağmen ekonomide gerileme oluyorsa, orada ekonomik değil, ahlâki bir sorun vardır.

Şöyle düşünelim; bir ülkede eğer çiftçi işin gereğine göre toprağını işlemiş, hayvanlarına bakmışsa ve Allah oraya yeterli miktarda yağmur yağdırmışsa, bu ülkede tarım sektörü nasıl olur da gelişmez ve ilerleme sağlayamaz? Aynı şekilde; bir ülkede sistemli ve disiplinli bir çalışma yapıldığında sanâyi sektörü neden ilerlemeyecek? Bir iş için emek verilen bir ülkede, eğer bir savaş hâli yada anormâl bir durum (salgın hastalık, büyük doğa olayları vb.) olmadığı taktirde, o yerde nasıl olur da maddî gelişme yaşanmaz? Sünnetullaha göre, verilen emeğin karşılığı olarak bir gelişme yaşanması kaçınılmazdır. İşte bu sebeplerden dolayı Vahdetya’lılara göre refah, ekonomiyle değil, ahlâkla alâkalıdır. Bir ülkede, İslâm kânunlarına göre insan yetiştiriliyorsa, İslâm kânunlarına bağlı olarak her-hangi bir yolsuzluk yapılmıyorsa ve her-hangi bir hâinlik söz-konusu değilse yâni dediğimiz gibi her-hangi bir anormâl durum yoksa, zamanla o ülkenin gelişip büyümesi gâyet doğal bir şey olur. Normâl olan da budur zâten. Herkese kendi çalışmasının karşılığı vardır” âyetiyle de sâbit olan kânuna göre, kim daha fazla çalışırsa o kesim rahmete nâil olacak ve gelişecektir. Vahdetya’da bu anlayış zirve yaptığından dolayı ülke devâmlı bir şekilde gelişir ve büyür. Bu büyümenin sonuçları halka “doğru bir oranla” yansıtılır. 

Vahdetya Ülkesi’nin en önemli gelir kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Bunun yanı-sıra denizcilik, yâni balıkçılık çok gelişmiştir ve ülkenin en önemli gelir kaynakları arasına girmiştir.. Mâdencilik ülkenin ekonomisini ayakta tutan diğer bir unsurdur. Bitkisel tedâvi merkezleri, şifâlı sular ve kaplıcalar sâyesinde de turizm çok canlıdır. Bu iş-kolları çok disiplinli ve plânlı çalıştığı için işler tıkırında gider ve ülke sürekli gelişir. Vahdetya’lılar kendilerine has bâzı tarım-hayvancılık, denizcilik sistemleri geliştirmişlerdi-geliştiriyorlardı. Bu gelişmeler ülkenin de gelişmesine neden oluyordu.

Vahdetya’lılar aynı-zamanda iyi zanaatkârdırlar. Vahdetya’da hemen-hemen herkesin bir de zanaatı vardır. Herkes ne iş yaparsa-yapsın bir zanaatı olur. Küçüklüğünde yaz aralarında bir işte çıraklık yaparak o işi öğrenirler. Bu durum iyi zanaatkârların yetişmesine sebep oluyor, zanaata olumlu katkılar yapar.

Vahdetya’da ekonomiden, ekonomi vekili ve kurmayları sorumludur. Ada’da para birimi “lira”dır. Yurt-dışı geziler düzenleyip oralarda pazar bulma işi de bu ekibe âittir. Özellikle tarım alanında sağlanan pazar, bu konuda neredeyse kendi başına Ada’ya yetecek bir gelir gelmesine sebep olmuştur.

Ada’da şu-ana kadar hiçbir ekonomik kriz yaşanmamıştır. Bunun nedenini konu başında açıklamıştık. Fâiz ve fâizden beslenen bankalar/bankacılık yoktur Vahdetya’da. Dünyâ’daki bütün ekonomik krizler aslında fâiz ve bankacılık sisteminin bir sonucudur. Fâiz sisteminde müthiş bir hırs vardır. Bu hırs insanlara, bir “insana”! yakışmayacak işler yaptırır. “Hırs ile hırs-ızlık kardeştir” derler. Bu yüzden de fâizciliği hırsızlık olarak görürler. Fâiz sisteminde herkes birbirinin başına basarak yükselmeye çalışır. Bu, altta kalanın canını çıkarır tabi. Fâiz sistemi “piramit modeli” denilen bir model ortaya koyar. En yükseğe çıkmak için bütün diğer katmanların üzerine “basmanız” gerekir piramit modelinde. İslâm’da ise “saf modeli” vardır. İlk sıradaki saf uzar gider. Bu-arada kimsenin canı yanmaz. Hiç kimse başkasının yükünü omuzlamak zorunda kalmaz. Kimse kimseye bir kin de duymaz. Çünkü herkes aynı saftadır. Bundan dolayı kimse kimseyle rekâbet içine girmez, girmeyi de düşünmez. Fâizin en küçüğüne bile rastlanmaz Vahdetya’da. İş-bilir yöneticilerle bu iş sorunsuz devâm eder. Vahdetya’lılara göre ekonomik krizler, ahlâksal krizlerin bir sonucudur. Âhiret bilinci ile hareket eden devlet kurumları ve özel kuruluşlar doğal ve dürüst davranışlarının bereketini fazlasıyla görmüşlerdir. Yurt-dışı çalışan tüccarlar aynı-zamanda İslâm’ın bayraktarlığını da yaptıklarından sorumlulukları çok büyüktür.

Vahdetya’da memur ve işçi sınıf için belirlenmiş belli bir gelir vardır. Bu gelir Ada sâkinlerinin âilelerinin geçimi için yeterli olduğu gibi, diğer Dünyâ mazlum ve müslümanlarından ihtiyaç sâhiplerine pay çıkacak düzeydedir. Vahdetya’da aylık maaşla çalışan kesim içinde, amir-memur, işçi-ustabaşı, hekim-hemşire-hastabakıcı vs. arasında aldıkları ücret yönünden en fazla %10’luk bir fark olabilir. Yâni bir işçi 1.000 lira alıyorsa, usta-başı ancak 1.100 lira alabilir, hemşire-hastabakıcı 1.000 lira alıyorsa hekim 1.100 lira alabilir. Özel kuruluşlarda ise bundan biraz farklı olmasına rağmen 1.500 lirayı geçmeyecek bir gelir söz-konusudur. Değişik meslek grupları arasında da ücret farkları %10’u geçemez. Usta ameleden en fazla % 10 fazla ücret alabilir. Usta zâten ameleye göre daha az yoruluyor, bu ona “ödül” yada “ustalık farkı” için yeter/yetmelidir. Tekstil sektöründe çalışan bir amir 1.100 lira alıyorsa, sağlık sektöründe çalışan bir hekim-amir de en fazla 1.210 lira alabilir. Bu rakamlar 4 kişilik âile için belirlenmiştir. 4 kişiden fazla olan her birey için 250-500 lira arasında artış olur. İsteyenler ücretlerini aylık olarak alabildikleri gibi, haftalık olarak da alabilirler. Eğer maaşlara zam yapılacaksa, herkese aynı oranda/eşit bir para maaşlara ilâve edilir. Maaşın yüzdeliğine göre zam yapılmaz. Çünkü bu tutum bir süre sonra maaş farklarında uçuruma neden olur. Bu sistem “mutlak komünizm”e benzetilmemelidir. Vahdetya’lılar bunu “herkes eşit olsun diye” değil, herkesin “emeğine göre olsun” diye bu şekilde belirlemişlerdir. Öyle ya; güneşin altında ağır şartlarda çalışan bir kişi ile hekim arasında ücret yönünden neden aşırı bir fark olsun ki? Hekimin yazın serin, kışın sıcak bir ortamda çalışması zâten onun için bir ödüldür. Yâni hekimin ödülü, rahat bir ortamda çalışmasıdır Vahdetya’lılara göre. Mâdenler gibi çok ağır ve çöpçülük gibi pis işlerde çalışanların ücreti aynıdır ama onların da ödülü ve ayrıcalığı günde iki saat az çalışmalarıdır. (Zâten Vahdetya’da gereksiz tüketimler olmadığı ve doğal olmayan üretim yapılmadığı için fazla da çöp çıkmaz). Bir hekim ya da yönetici zâten bedenen yorulmadığı rahat bir ortamda çalışıyor, bir de neden fazla ücret alacaktı ki? İlle de bir fark gözetilecekse, çalışma ortamının rahat olması yetmelidir amir kesim için. Tabi bu durum toplum içinde aşırı uçlar meydana gelmesinin önüne de geçer. Vahdetya’da, çok fakir ve de çok zengin kesim bulunmaz. Herkes hemen-hemen aynı şeyleri alabilecek ücreti kazanır. Gelir düzeyinde aşırı farklılıklar yoktur. Bu yüzden perişan duruma düşmüş ya da dilencilik yapan bir insana rastlanmaz Ada’da. Ülkede en yüksek kazancı üretim yapan işletme sâhipleri kazanır ki, onların geliri de 4-5.000 lirayı geçemez. Çünkü onlara sınırsız büyüme imkânı tanınmamıştır. Ülkenin başı olan İmam Hârûn ise ücret olarak ülkenin en yüksek gelir seviyesine sâhip bir memurun aldığı ücretin ancak %50 fazlasını alabilir. Vekiller ise en yüksek memurun %40 fazlasını. Yâni Vahdetya’da aylık ücret taban 1.000 lirayken, tavan 5.000 liradır. Bu, beş kat fazlalık demektir. Bu oranlar bir kural olarak belirlenmiştir. “Eline bu miktardan fazla para geçen biri o parayı dolaylı-dolaysız bir şekilde en geç üç gün içinde elinden çıkarmalıdır” derler. Bu kural zâten Hz. Muhammed’in hadisi/sünnetidir. Emekli maaşlar ise herkes için aynı orandadır. Çünkü artık herkesin sorumluluğu eşit hâle gelmiştir. İş-hayâtındaki “sorumluluk derecesi”nden doğan farklar emeklilikle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu-arada tüm maaşlar elden verilir/alınır. İşte tüm bu sebeplerden dolayı ülkede hiçbir zaman grev gibi şeytanca işler yapılmaz. Şeytan diyoruz; çünkü grev, “şeytanlara” karşı düzenlenmiş şeytanca işlerdir. Evet; Vahdetya’lılar Kur’ân’i iki kavram olan “adâlet” (eşitlemek) ve “kıst”ı (hakkını vermek) bu şekilde hakkıyla uygulamaya çalışırlar. Tâ ki; kimseye haksızlık yapılmasın ve “servet birilerinin elinde toplanmasın”. Sosyal alanda bâzı eşitsizlikler vardır ve bunlar fıtrîdir. “Tabî ki insanlar arasında doğal olan bir eşitsizlik” mutlakâ olacaktır. Mutlak bir eşitlik zâten olamaz, yaratılışa aykırıdır” derler. Meselâ kadın-erkek arasında, yaşlı-çocuk arasında, hasta-sağlıklı arasında vs. Bu durumlarda eşitsizlik öne çıkar. Zâten modernizm bunları eşitleyince maddîyatı eşitsizleştirmiştir ve insanlara zulmetmiştir. “Mutlak eşitsizlik maddî alanda değil, sosyal alanda olmalıdır” diye düşünür Ada’lılar. Eşitlikler de mutlak-eşitlik değildir. Tek-tipleştiricilik olamaz Ada’da.

Ülkedeki ürünler üreticinin yada satıcının keyfine göre istediği fiyata değil, ekonomiden sorumlu vekil ve yardımcılarının üreticiyle, halkla ve tüccarla danışarak kararlaştırdığı, mâliyetin üstüne en fazla %35 bir kâr konarak yapılan satışlardır. Bu fark malın kalitesine göre belirlenmiştir. Bu kânun ihrâcat ürünlerinde bile böyledir. Buna sâdece %5’lik bir yol masrafı eklenebilir. Öyle ya; “kendin için yapılmasını istemediğin şeyi başkası için düşünme” sözü tezâhür etmelidir.

Vahdetya’da tüccarlar kazançlarının %10’unu vergi olarak öderler. Tüm tüccarlar gelirlerinin yalnızca %10’unu vergi olarak verirler. Zâten ülkede tek vergi bu %10’luk vergidir. Ayrıca en asgarisi %2,5’e tekabül eden zekatı tüm herkes devlete vermek zorundadır. Gerçi Vahdetya’lılar bu zekat miktârına sahabeler gibi “zekat-ı bâhil” yâni “cimrinin zekatı” derler ve bu oranla yetinmeyip ellerinden geleni verirler. “Namazın sünneti olduğu gibi, zekatın da sünneti olmalıdır, bu “zekatın şükrü”dür” derler. Her ibâdet için bu şekilde düşünmek Ada’da ahlâk hâline gelmiştir. Devlet zekat gelirini diğer müslüman ve mazlum memleketlerdeki ihtiyaç sâhibi insanlara gönderir. Zekat gelirinin tamâmı dışarıya gider, çünkü Vahdetya’da zekat alacak düzeyde kimse bulunmaz. Zîra devlet, hiç çalışamayanı bile erken emekli eder ve ufak bir kesinti yapılan maaşını ona düzenli olarak öder. Ayrıca dînî vecibe olan zekattan başka, fitreler de toplanır ve devlet kanalıyla gitmesi gereken yere gider.

Ülkede şimdiye kadar hiç enflasyon olmamıştır. Zâten halk böyle bir kelimeden habersizdir. Hem neden olsun ki? Fiyatlar ülke kurulduğundan beri hemen-hemen aynıdır. Enflasyon değeri ya sıfır, yada 0,2 olur. Evet; Vahdetya’da hırsızlık yoktur, vergi kaçırma yoktur, yolsuzluk yoktur, israf yoktur, lüks yoktur, yoktur..yoktur.. Bu yüzden de ekonomik kriz, enflasyon, devalüasyon gibi şeytâniler tarafından düzenlenen sûni krizler de yoktur. Tabağı-tencereyi alıp da “açız” diye bağıran, yoksulluktan şikâyet eden, hattâ gelir düzeyindeki uyum sâyesinde oluşamayan isrâfa dayalı gösteriş manyaklığı gibi saçmalıklar Ada’da görülmez. Hiçbir şeyin fiyatı %35 kârdan yüksek olamaz. Tüm ölçüler ilâhi ölçülerdir Vahdetya’da. Mihenk-taşı İslâm’dır.

Vahdetya’da vâdeli satışlar pek sevilmez ve yapılmaz. Yasak değildir fakat genelde peşin satış hâkimdir alış-verişlerde.

Vahdetya’da kâğıt ve değersiz metâllerden mâmûl paralar kullanılmaz. Çünkü Ada’lılara göre bu tür paraların  %90’ı sûni değer taşır. Meselâ 100 liralık bir kâğıt paranın “gerçek değeri” en fazla 10 lira olabilir. Bu 10 lira ise sâdece kâğıdın bedelidir. Kâğıt parasıdır yâni. Geri kalan 90 lira ise sûnî bir değer taşır. Yâni 100 liralık kâğıt paranın gerçek karşılığı 100 lira değil, 10 liradır. Yine 1 liralık bir metâl paranın ancak 10-20 kuruş değeri olabilir. Çünkü 1 lirayı oluşturan metâlin fiyatı ancak 10-20 kuruş eder. Geri kalanı ise sûnîdir. Bu gerçek-dışı “değer”! birike-birike en sonunda patlak verir ve enflasyon oluşturur. Böylece para, “pul” olur. Aynı-zamanda bu tür sûnî paralar, tağutların parayla istedikleri gibi oynamasına sebep olur. Zâten paraların bu şekle sokulmasının nedeni, tağutların paraya istedikleri gibi yön verme istekleridir. Böylece paranın dizginlerini ellerinde tutacaklardır çünkü. İşte bu nedenlerden dolayı Vahdetya’lılar, kullandıkları paraları gerçek değerleri olan altın ve gümüş paralardan yapmışlardır. Bu paraların kendileri zâten özünde bir değer taşır. Para tedâvülden kalkamaz böylece. Şekil değişikliği sebebiyle tedâvülden kalksa bile yine de değerini korur. Yansa, yıkansa, pisliğe düşse bile yine de değerinden bir şey eksilmez. Her zaman değerini korur bu paralar. Vahdetya’lıların paralarının üstünde; “lehûl mülk”=”mülk Allah’ındır” yazar. “Eskiden paranın değeri vardı” gibi boş laflar edilmez Ada’da. Altın ve gümüş paraların değerleri inceliklerine göre belirlenmiştir. Herkes bu paralarla alış-veriş yapmaya alışmıştır. Tamamı bir değer taşır ellerindeki paraların. Ne sebepten olursa-olsun değerinden bir şey kaybolmaz bu “gerçek paralar”ın. Bu yüzden de, enflasyon, devalüasyon vs. gibi “kriz”ler çıkmaz Ada’da.

Vahdetya’lılar kısa-zamanda zengin bir ekonomiye sâhip olmalarına rağmen, ekonomik gelişmeyi yegâne hedef olarak görmezler. Onlar için önemli olan ahlâkın gelişmesidir. Bu gelişme sağlandıktan sonra diğerleri doğal olarak gelişecektir zâten. Fakat; “diğerleri istediği kadar gelişsin, eğer ahlâk gelişmemişse, o maddî gelişimin ömrü uzun olmayacaktır” diye düşünürler.

Vahdetya’da Endüstri

Vahdetya’da ham-madde sıkıntısı olmadığı için endüstri çok çabuk gelişmiştir. Tekstil, ayakkabı, metâl sanâyi, ağaç sanâyi, inşaat sanâyi vs. tüm endüstri kurumlarını besleyecek ham-madde bulunur Ada’da.

Endüstri-sanâyi kurumları İmam Hârûn’a bağlı endüstri vekili tarafından denetlenir. Dış-pazarlar ekonomi vekili ile berâber bu vekil tarafından organize edilir. İç-pazarlar doğal olarak oluşur zâten. Üretilen ürünler en fazla iki kalite olabilir. Bu iki kalite de kendi içinde en fazla yedi model olabilir. Sınırsız çeşitlilik budalalığı yoktur ve çeşitliliğin çok fazla olmasını şeytanın bir taktiği olarak görür Vahdetya’lılar. Şeytânî kişilerin, insanları bu çeşitlilik sayesinde alış-veriş manyağı hâline getirdiklerini düşünürler. “Sınırsız çeşitliliği insanlara zarar vermeden ancak Allah yapabilir” derler. Aksi durumu “vahşî kapitâlizm” olarak değerlendirirler. Kapitâlizm, tüketimin artmasını sağlayacak ürünün çeşitli olması yöntemine dayanır. Vahdetya’lılar sınırsızlığı sevmez. Neye ihtiyaçları varsa onun peşine düşerler. Peşine düştükleri “ihtiyaç”larıdır, “ihtiras”ları değil. Zarûrî ihtiyaçlarını yeterli görürler. Sokrates’in pazarda gezerken söylediği: “Pazarda ne kadar çok şey var, hiç işime yaramayacak” sözü dilden-dile dolaşır. Gerçek ihtiyaçların aslında sâdece bir-kaç şeye dayandığını, gerisinin ise gerçek ihtiyaçlar olmadığının farkındadırlar. Misâl olarak da: “yemek, sâdece bir-kaç türde ve şekilde yenmeli ve kimse bunu dert edilecek bir durum olarak görmemeli, zâten bin çeşit yemek olsa bunu kimse yiyemez” derler. Üretilen her bir ürün en fazla iki kalite olabilir, bu iki kalite de en fazla yedi model olabilir demiştik. Bu yedi model de en fazla yedi renkte olabilir. Yâni Vahdetya’da, meselâ bir ütü sâdece iki kalite, yedi model olarak ve yedi renkten meydana gelebilir. Burada bir “mutlak komünizm” yada her-hangi bir baskı aramak abes olur. Çünkü bakınca ortada 98 çeşit ütü vardır ve bu, çeşitlilik açısından iyi bir sayıdır. Tabi bu kural İslâm’ın net bir kuralı olmadığı için katı bir şekilde uygulanmaz. Çünkü bu konuda İslâm’da kesin sınırlar-hatlar yoktur. Doksansekiz değil de doksandokuz ya da doksanyedi olsa kimse bu durumu çok anormâl karşılamaz. Sâdece bir önermedir bu kural aslında ve daha çok ağır mallarda ve beyaz eşyada uygulanır. Bu önermeyi yapmalarının nedeni sınırsızlığı sevmemeleri ve “maddî şeyleri sınırsızca çoğaltanlar ve tüketenler; düşünceyi, tefekkürü, hikmeti, adâleti, eşitliği, vs. üretemez ve çoğaltamazlar” demeleridir.

Üreticiler ürünlerini en fazla iki kalite olmak üzere üretebilecekleri için hileye baş-vurmaya gerek duymazlar. Zâten baş-vuramazlar da sıkı denetim yüzünden. Sıkı denetim, üreticilerin bozuk tabiatlı olmasından değil, halkta güven oluşması içindir.

Vahdetya’da sermâyedar denilen kesim yoktur. Zâten ağır sanâyi üretimi devletin elindedir. Gerçek sermâyedar “devlet”tir, yâni “halk”tır. Devletin geliri arttıkça bu artıştan hem Vahdetya’nın kendi halkı, hem de diğer ülkelerdeki mazlum halklar nasiplenir. Devlet-kapitâlizmi de yoktur Vahdetya’da. Devlet de elinde tutmaz/tutamaz parayı. Hem yeni yatırımlar yapar hem de tüm Dünyâ’da ihtiyaç sâhipleri için harcar. Parayı-malı-mülkü emânet olarak gördükleri için emâneti sâhiplenmezler/sâhiplenemezler. Ada’da sanâyici vardır ama bu kişiler büyük sermâyedar değillerdir ve olamazlar da. Çünkü İmam Hârûn önderliğindeki içtihat kurulu, sanâyicilerin üretim kapasitelerini kesin çizgilerle olmasa da belirlemiştir. Serbest piyasa ekonomisi yada katı piyasa ekonomisi yoktur ülkede. Satılan ürünlerin fiyatları %10’luk bir farkı aşamaz. Yâni bir yerde on lira olan bir ürün diğer yerde ancak onbir lira olabilir. Ulaşım-kargo mâliyetlerinden dolayı. Kimseye sınırsız üretim izni verilmemiştir. Çünkü bu sınırsızlık ancak kapitâlist ülkelerde olur. Sınırsız üretilen bir ürünün satılması için mecbûren tüketilmesi gerekeceğinden, bu tüketimi çığırından çıkarmak gerekecektir. Kapitâlizmin yaptığı budur. “Sermaye tek elde toplanmasın” emri gereğince kimse belli bir büyümeyi geçemez. Zâten din de buna belli ölçüde engel olur. Çünkü ne kadar gelir varsa o kadar vergi, zekat, hayır vs. vardır. Meselâ Vahdetya’da bir sanâyici, zekatını, sadakasını, vergisini vs. verdikten sonra, kendisine düşen belli bir yerin belli bir oranda; yol, su, eğitim, iş, asker vs. işlerini üstlenmesi gerekir. Tabî ki bu durum o sanâyicinin her ne kadar ortalama halktan daha fazla gelire sâhip olsa da, belli bir sınırı aşmasına engel olur. Aslında bu kişiler de İslâm ahlâkıyla yetiştikleri için bu işleri seve-seve ve zevk alarak yaparlar. Şeytanın bu konuda onlara galebe çalması belli eğitimlerle engellenmiştir.

Vahdetya’nın ihrâcâtı ithâlâtının on katı fazladır. Çok da fazla bir şeye ihtiyâcı olmadığı için ithâlâta gerek de duymazlar. Lâkin gerek iyi ilişkilerini sürdürmek için, gerekse de oralara has ürünler kendilerinde bulunmadığı için ithâlat da canlıdır ülkede. 1947 yıllarına gelindiğinde Vahdetya Ülkesi neredeyse Dünyâ’nın tüm ülkeleriyle alış-veriş hâlindedir. Kendine has sanâyi ürünleri vardır. Sanâyiciler o konuda uzman elamanlarıyla hem yeni ürünler üretirler, hem de kaliteyi arttıracak çalışmalar yaparlar. 

Ülkede insanlar, bir şeyi almada “ihtiyaçta zarûret” prensibini benimsediklerinden dolayı, sanâyici de bu prensibi doğal olarak benimser. Üretim-merkezli tüketim değil; tüketim-merkezli bir üretim anlayışı vardır. Bu nedenle haddinden fazla üretim yoktur ülkede. İhtiyaç kadar üretim yapılır. İç ve dış pazarın talebi kadar üretim yapılır. Böylece stokçuluğun önüne geçilmiş ve şeytanın kullanabileceği bir kapı daha kapanmış olur. Haciyyat ve tahsiniyyat denen “gerekli olan” ve sâdece “güzel olduğu ve beğenildiği için” alınması meşrû olan ürünler de üretilir ve alım-satımı yapılır. Fakat bu konuda haddi aşmamaya özen gösterirler.

Dünyâ’nın değişik yerlerinde çıkan yeni bir ürün, içtihat kurulu tarafından alınması onaylandıktan sonra ülkeye girebilir. Ne-idüğü belirsiz ve kısa-uzun vâdede yararı olmayacak, hele-hele zarar vermesi kaçınılmaz olacak ürünler ve ham-maddeler alınamaz ve sanâyiciler tarafından kullanılamaz-üretilemez.

Ülkede hem kendi içinde hem de dış ülkelere yönelik ham-madde ve ürün satışlarında da kâr marjı en fazla %35 olabilir. Sanâyiciler makinelerinin %90’ını kendi ülkelerinden temin ederler. Sanâyiciler ülkeyi dışa-bağımlı hâle getirmemekle de görevlidirler. Dışarıyla iş yapılabilir ama dışa-bağımlı yapılmamalıdır ülke. Çünkü dışa-bağımlı olan bir ülkenin ipleri de dışarıda demektir. Bu önlemi almak sanâyici-devlet ikilisine düşer.

Endüstri en çok tarım alanında gelişme gösterir Vahdetya’da. Çünkü Vahdetya’lılar, “bir ülkeye araba ille de lâzım değildir ama besin ürünleri olmazsa-olmazdır” derler. Ülkede ağır sanâyi devletin elindedir. Ülkede hemen-hemen tüm fabrikalar kurulmuştur. Bu fabrikalar çok büyük fabrikalar değildir. Üretmek isteyenin ürettiğini satabileceği ve işini devâm ettirebileceği alan büyük fabrikalar tarafından daraltılamaz ve kapatılamaz. Bir fabrika sâdece tek bir dalda üretim yapabilir. Alakasız iki mal aynı fabrikada üretilemez. Sandalye üreten bir fabrika sâdece çeşitli sandalyeler üretebilir. Meselâ yanında bir de makas-bıçak üretemez.

Vahdetya’da Tarım ve Hayvancılık

Vahdetya’da en iyi bilinen ve yapılan iş tarım ve hayvancılıktır. Ülkede, hiç tarım yapmayan bir mêmur bile bahçesinde bilumum sebze-meyvesini üretir. Aynı-zamanda üç-beş tavuğu da bulunur.

Ülkede tarım alanında sûni hiçbir ürün kullanılmaz. Tohumlar yine ürünlerden elde edilen tohumlardır. Ülkede su bol olduğu için sulama sıkıntısı çekilmez. Bütün tarlalara devlet tarafından su getirtilmiştir. Çiftçiler yaptıkları işleri aynı-zamanda bilinçli yaparlar. Her köyün yada yerleşim yerinin devlet mêmuru bir ziraat mühendisi bulunur. Toprak verimi yüksek olduğu için çiftçilerin ürettikleri ürünler en yüksek seviyeyedir yada ona yakındır. Ülkede üretilen tarım-hayvancılık ürünleri Vahdetya Adası’nın ihtiyâcından kat-kat fazla olduğu için yurt-dışına ihraç edilir. Zâten en fazla ihrâcat da tarım alanındadır. Ülkede dağlar-ovalar ağaçlarla doludur. Bu ağaçlandırma görevi devlet tarafından çiftçilere verilmiştir. Çiftçiler bu işi yapmakla yükümlüdürler. Bu iş aslında çiftçilere uzun vâdede yarar sağlayan bir uygulamadır. İslâm’ın her tavsiye ve emrinin kısa-uzun vâdede yarar getirmesi kaçınılmaz olduğu için, bu işin sonunda da yarar vardır. Vahdetya’lılarda ata-sözü hâline gelmiş bir söz vardır: “Yağmur istiyorsan ağaç dik, zenginlik istiyorsan çocuk yap”. Çünkü Allah’ın sistemi olan sünnetullaha göre, bir yerde ağaç varsa oraya yağmur yağar. Yâni her ağaç yağmuru celb eder. Her doğan çocuk da rızkıyla gelir. Allah her çocuk için bir rızık ayıracağından, o çocuğun doğduğu evin rızkı doğal olarak çoğalır. İşte bu yüzden Vahdetya’lı çiftçiler her yere ağaç dikerek yağmuru çağırmış olurlar. Bu bir fiîli duâdır aynı-zamanda. Bu şekilde yağmur yağışı fazlalaşır ve su sıkıntısı hiç çekilmez Vahdetya’da. Tabî ki Allah bu kânunların bağımlısı değil, yaratıcısıdır. İslâm’a göre bir arâzinin/tarlanın ekicisi/emânetçisi eğer tarlayı üç sene ekmezse, o tarla artık başkasına verilir. Kullanma-hakkı/emânet artık o kişinin olur. Hz. Muhammed (s.a.v.): “Kim bir ölü toprağı ihyâ ederse, o toprak onun olur” demiştir. Bu kural Vahdetya’da da uygulanır.

Hemen-hemen her tür ürün yetiştirilir. Hatta bâzı ürünler sâdece küçük çaplı olarak zevk için üretilir ve sâdece üreten faydalanabilir bu ürünlerden. Tropikal meyveler dâhil her tür meyve yetiştirilir. Her tür bitki ihrâç edilecek oranda üretilebilir. Ülke bir tarım ülkesi görünümündedir.

Narh’ı Allah koyar. Yağmurun az/çok yağması ya da çeşitli doğa olayları nedeni ile ürünlerin az ya da çok olması şeklinde meselâ. Fakat fiyatların yükselmesi ya da düşmesi herkes içindir. Yoksa Allah (hâşâ) narhı sâdece bir kesim için koymaz. Fiyatlar yükseldiğinde sâdece bir kesimi etkilemez bu durum. Malın az olması, birilerinin o maldan faydalanıp diğerlerinin faydalanamaması şeklinde gerçekleşmez. Herkes bir önceki sene bol-bol alabildiği şeyi, o yıl az miktarda alabilir sâdece.

Vahdetya’da hayvancılık bir başka gelir ve zenginlik kaynağıdır. Her çiftçinin bir-kaç inek, koyun-kuzu ve tavukları vardır ama, esas işleri tarım olduğu için hayvancılık işini sâdece kendi ihtiyaçları kadar yapabilirler. Hayvancılık işi başlı-başına bir iş olduğu için, tarım yapan hayvancılık, hayvancılık yapan da tarım yapmaz. Kendilerine göre bir-kaç bir şeyler vardır tabî ki.

Allah’ın, hayvanları insanların yararı için yarattığını iyi benimsemiş olan Vahdetya’lılar, hayvanlara çok iyi bakarlar ve bu işten iyi anlarlar. Ustalıkla yaparlar bu işi. Her köyde ya da yerleşim yerinde bir baytar (veteriner) bulunur. Hayvancılık yapanlar bu konuda çok bilgilidirler. Hayvanlara kötü muamele yapılamaz. Gereksiz şekilde zorlanamaz. Hayvanların yaşadıkları yerler çok temiz tutulur. Hayvanlardan süt, süt ürünleri, yün ve deri elde edilir ve bu mâmüller işlenir. Deri işlemeciliği Ada’lıların çok iyi bildiği işlerdendir ve çok mâhirdirler bu sanatta. Ürettikleri deri ürünlerini ihrâç da ederler.

Vahdetya’da Denizcilik

Dört tarafı denizlerle çevrili olan bir yerde denizciliğin olmaması düşünülemez. Vahdetya’da da denizciliğe çok önem verilmiş ve bu konuda eğitimler yapılmıştır. Denizciliğin en önemli ürünü kuşkusuz ki balıktır. Vahdetya’da balıkçılık yapılır ve deniz ürünleri yurt içine ve dışına pazarlanır. Denizi iyi kullanmak önemlidir. Bu yüzden balıkçılar balıkların soyunu kurutacak kadar balık avlayamazlar. Cuma günleri ve yılın iki-üç ayında avlanmak yasaktır. Balıkçılar kendi balıklarını kendi tekneleriyle tutabilir, kendileri pazarlarda satabilirler. Ama çoğu, ihrâcatçı tüccarlara satar balıklarını. Çok küçük balıkları geri denize bırakır Vahdetya’lı balıkçılar. Avlanan deniz ürünleri isrâf edilmez. Gereksiz avcılık yapılmaz.

Denizlerin kirletilmesi çok büyük suçtur Vahdetya’da. Özellikle balıkçılar denetlenir bu konuda. Denizlerin hemen yanlarına yerleşim yerleri kurulamaz. Yerleşim yerleri denize en az 1 km. uzakta olmalıdır. Ada’nın hemen-hemen bütün etrafı kumsalla çevrilidir. Bu kumsalın %90’ı doğal olarak kumsaldır. Doğal olarak taşlık olan yerler de vardır ve bu yerlere dokunulmamıştır. 25-30 metrelik kumsaldan sonra ağaçlık bölüm gelir. Buralara kimse her-hangi bir yapı yapamaz. Yazları yüzmeye gelenler ancak çadır yada seyyar başka barınaklar kurabilirler. Ancak her vilâyette, ticâret gemilerinin yüklerini boşaltması ve yüklemesi için kurulmuş limanlar vardır. Ticâret canlı olduğu için bu limanlar biraz büyükçedir. Bâzı özel tekneler için küçük tekne sığınakları da vardır. Ada’nın çevresinde bulunan adacıklarda da çevre düzenlemiştir ve insanların gezmesi için kayıklar ve gemiler seferler düzenlerler bu adalara. Vahdetya’lılar genelde lüksü sevmedikleri için öyle büyük yatlar ve gemiler edinmezler. Vahdetya’da lüks mal hem yoktur hem de yasaktır. Zâten dînen de haram olarak görürler lüks tüketimi. “Bir mal lüks ise, demek ki büyük bir çoğunluk o mala ulaşamıyor, eeee, kime lüks ki” derler. Balıkçıların ve bâzı deniz-severlerin küçük gemileri ve tekneleri bulunur. Anlaşmalara göre Ada’nın tüm çevresinden denize doğru 10 mil boyunca bir sınır Vahdetya Adası’na âittir. Ülkeye en çok turist gemiyle geldiği için her şehrin bir tane büyük iskelesi/limanı vardır.

Vahdetya, etrafı denizlerle çevrili olduğu ve -ortadaki 7. bölge hâriç- her yerleşim yerinin denize kıyısı bulunduğu için, adalılar denizle iç-içe yaşamaktadırlar. Tabi bu durum tüm Vahdetya’lıların yüzmeyi bilmesi demektir. Yaz-aralarında Ada çevresinde çadırlar kurulur ve insanlar buralarda bir-kaç gün geçirirler. Daha uzun zaman kalan deniz-aşıkları da vardır. Ülkeye gelen misâfirler de bu nimetten faydalanabilir. Denize ancak tesettüre uygun giyinmek şartıyla girilebilir. Denizlerin şeytanın bir merkezi hâline getirilmesine izin verilmez. Gelen misâfirler bu yönden kendilerine göre ”sıkıntı” yaşasa da, misâfirin hatırından ziyâde, Allah’ın hatırı önemli olduğu için bu kural olmazsa-olmaz şartlardandır. Gelen turist bayanlara, çarşıda-pazarda Vahdetya’lı kadınlar gibi giyinmeleri yada başlarını örtmeleri şart koşulamaz. Fakat müstehcen ve dikkat çekici bir şekilde giyinmelerine de müsâde edilmez. Vahdetya’lılar denize-özel giysiler üretmişlerdir ve bu kıyafetlere de çok alışkındırlar. Bu yüzden Ada’lılar bu kuraldan rahatsızlık duymazlar.

Vahdetya’da her vilâyette bir tane tersâne bulunur. Büyük ticâret gemileri yapan Vahdetya’lılar, bu sâyede ülkelerine zenginlik taşırlar. Burada ihtiyaç duyuldukça yeni gemiler inşâ edilir ve yıpranmış gemilere bakım yapılır. Ülkede ayrıca otuz savaş gemisi ve bir tane de deniz-altı gemi bulunmaktadır. Deniz-altı, Ada’nın sâhiline vurmuş ve terkedilmiş olarak bulunmuştu. Bakımı yapıldıktan sonra kullanılabilir hâle sokuldu. Deniz askerlerinin kışlaları da denize 1 km. uzakta olmasına rağmen, askerlerin çoğu karadan 5 mil uzakta demirlemiş gemilerde kalırlar.

Su-altı araştırmaları yapılır. Allah, denizlerin içinde de “âyet”ler yarattığı için Vahdetya’lılar deniz dibini araştırırlar ve buralarla ilgili fotoğraflar çekerler ve belgeseller yaparlar. Orta-tuzlu bir denizi olan Ada’nın balıkları çok lezzetli, denizi masmavidir. Durgunluğu ayrı güzel, hırçınlığı ayrı güzeldir. İnsanların hem karnını, hem gönlünü doyurur Vahdetya’nın denizleri.

Vahdetya’da Dış İlişkiler

Vahdetya’da dış ilişkilerden İmam Hârûn’a bağlı hâriciye vekili sorumludur. Dış ilişkiler denince ilk başta ticâret, yardımlaşma, tanıtma, siyâsi ilişkiler ve İslâm’i tebliğ akla gelir. Hâriciye vekili tüm dünyâ-işlerinden sonra İslâm’ı usulünce anlatmakla da görevlidir. Vahdetya’nın hâriciye vekili yüksek ahlâklı bir âlimdir. Dünyevi ve dîni ilimler bakımından çok zengin bir bilgi birikimi vardır. Tabi bu ilimleri hayâtına yansıttığı ve ahlâka dönüştürdüğü için ayrıca bir etkileyiciliği göze çarpar. Tüm Dünyâ’yı çok iyi tanır. Dış ilişkiler deyince Vahdetya’lıların aklına ilk önce tebliğ gelir. “Gazâ” metodu benimsenmiştir dış ilişkilerde. Hattâ İmam Hârûn’a ve hâriciye vekiline “gâzi” ön-adını takarlar. Müslüman olan ülkelerdeki insanlara da tebliğ yapılmalıdır. Çünkü “müslümanım” diyen insanların çok büyük çoğunluğu gerçek İslâm’dan bir şekilde uzaklaştırılmış durumdadırlar. Dünyâ’da tağutlar tarafından oluşturulmuş laik-seküler bir “din” vardır ve müslümanlar bu tağûti dine çeşitli kanallar kullanılarak inandırılmıştır. Tabî ki bu din, tağutların ekmeğini devâmlı yağlayacak şekilde düzenlenmiş bir “din”dir. İşte bu yüzden ilk önce tüm dünyâ-müslümanlarına inandıkları dînin gerçek İslâm Dîni olmadığının gösterilmesi gerekiyordu. Bu konuda en büyük destekçi Allah, en büyük kaynak ve belge Kur’ân-ı Kerim ve sahih sünnetti kuşkusuz.

Tüm ticâri ilişkiler belli bir hızla yürütülür. Ama dediğimiz gibi aslında Vahdetya’da dış ilişkiler denince maddî-mânevi yardım ve tebliğ akla gelir. Hâriciye vekili bu maksatla neredeyse tüm dünyâ-ülkelerine geziler düzenlemiş ve bir-takım ticâri anlaşmalar yaptıktan sonra usulüne uygun dâvet ve tebliğler de yapılmıştır. Mazlum durumda olan ve yardıma muhtaç hâle gelmiş ülkelere ve insanlara yardım yapılır. Bu yardımlar Vahdetya’lıların verdiklerin zekat, sadaka ve hayırlarından meydana gelir. Bu sâyede iyi ilişkiler gelişmiştir. İlk başlarda yadırganan Ada halkı bu sâyede tanınmış ve sevilip sayılmıştır. Zâten zekat, sadaka gibi İslâm’i naslar, diğer insanlarla uzlaşmak, sevgi köprüsü kurmak ve iyi ilişkiler içine girmek için Allah tarafından emredilmiştir. Tüm dünyâ-mazlumlarının umut kapısı hâline gelmiştir Vahdetya. Bu ülkelerde, İslâm’i-dîni yönü baltalanmış ve köreltilmiş, baskı ve zorluklardan dolayı unutturulmuş olan dînî şuur yükseltilmeye çalışılmış ve bunda başarılı olunmuştur. Tebliğ kısa-zamanda Allah’ın yardımıyla ivme kazanmıştır, İslâm’a yeni ihtidâlar olmuştur. Vahdetya’lılara göre dâvet ve ıslah süreci; önce tebliğ, sonra gerekirse zorlama şeklinde yürür. Yâni tebliğ yapılan toplum eğer zulümlerine bir son vermezse kademeli bir şekilde şiddete baş-vurulur. Bu konuyla ilgili olarak, ülkelere ve devletlere yönelik Sünnetullah gerçeğini dikkate aldığımız zaman, bu İlâhi sünnette; tebliğ, mühlet ve müdâhale aşamalarını görme­miz mümkündür.

Bir keresinde, yapılan haksız bir saldırıya karşılık vermede zorlanan müslüman bir ülkeye 10.000 kişilik ağır-silâhlı askerini gönderen Vahdetya’lılar, saldırgan ülkenin geri çekilmesine sebep olmuşlardı. Bu durum Vahdetya’yı Dünyâ’nın gündemine taşımıştır. İşte bu-sırada İmam Hârûn tüm Dünyâ’ya şöyle sesleniyordu:

“Bismillâhirrahmanirrahim (!!)

Vahdetya’lıların; Allah, Kur’ân-ı Kerim’de; “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa Sûresi 75) âyetini indirmişken ve mazlum olduğu hâlde bâzı azgınlar tarafından saldırıya uğramış ve yardım bekleyen, başta müslümanlar olmak üzere tüm mazlumların yanında olmaması düşünülemez. Kim olursa-olsun, bir ülkenin mazlum bir ülkeye savaş açması aynı-zamanda Vahdetya Ülkesi’ne savaş açması demektir. Vahdetya İslâm devleti böyle saldırgan şeytâni bir ülkeyle tüm ilişkilerini keseceği gibi, ona karşı tüm gücüyle karşı durur. Vahdetya’lı müslümanlar ve tüm dünyâ-müslümanların böyle olası bir duruma karşı birlik olmak zorundadır. Bu İslâm dîninin farz-ı ayn hükmüdür. Vahdetya’lılar, olası bir baskıya mâruz kalan ve zor bir duruma mâruz bırakılan ülkenin, dînî ve millî kimliğine bakılmaksızın tüm gücüyle arkasındadır. Tüm müslümanlar da arkasında olmak zorundadır. Vahdetya Ülkesi müslüman bir ülkenin; -müslüman yada gayri müslim- mazlum duruma düşmüş her-hangi bir ülkeye, sâdece savaş konusunda değil, her ne konuda olursa-olsun yardım etmemesi hâlinde o ülkeyi münâfık îlan eder. Münâfıklar ise müslümanların düşmanıdırlar”. 

Konuşma tüm Dünyâ’da canlı olarak yayınlanmıştı. Tüm dünyâ-müslümanları ve mazlumları İmam Hârûn’a ve Vahdetya’lılara hayran kaldılar. Şeytâni ülkeler ve kişiler İmam Hârûn’un karizmasından ve Vahdetya Ülkesi’nin cesâretinden ve kararlılığından etkilenmişler ve de korkmuşlardı. Çünkü bu konuşma açıkça bir “cihad” îlânıydı. Küfre ve zulme karşı yapılmış bir cihad îlânı.

Evet; İmam Hârûn’un bu çıkışı tüm dünyâ-müslümanlarına hem morâl hem de cesâret vermiştir. “Eğer inanıyorsanız güçlü olan sizsiniz” âyeti her yerde dile getirilir olmuştur. Bir ülkenin dış-gücünden ziyâde iç-gücünün önemli olduğu konuşulmaya başlamıştır. Kenetlenmiş bir ülkeyi ve toplumu kimsenin alt-edemeyeceği ortaya çıkmıştır bu olaydan sonra. Başta İmam Hârûn ve hâriciye vekili olmak üzere Vahdetya’lılar yerine getirmiş oldukları yükümlülüğü uygulamanın ve îlan etmenin iç-huzurunu yaşarlarken, Allah’a hamd ve şükürlerini sundular.

Tüm müslüman, mazlum ve zayıf ülkelere her türlü yardım götürülmüş, onlara meslekler öğretilmiş, her alanda eğitim verilmiş ve ne yapacakları kendilerine öğretilmiştir. Bu sâyede kısa-zamanda bu ülkelerde gelişmeler görülmüştür. Vahdetya’lılar onlara “balık tutmayı” öğretmişlerdir. Bundan sonrası yavaş-yavaş olacaktır. Evet; Vahdetya’nın dış ilişkilerinin en büyük hedefi budur.

İki elini çenesine dayamış ve ufuklara dalmış olan İmam Hârûn’un ise hedefi çok daha büyüktür…

Vahdetya’da Bilim ve Teknoloji

Vahdetya’da bilim ve teknoloji alanında eğitim-öğretim-uygulama alanı daha ilk-eğitim aşamasında başlar. Bu konuda bilgiler verilir ve uygulamalar yaptırılır. Bu aslında hayâtın tanıtılması açısından çok önemlidir. Bilim deyince sâdece elektronik aklına gelmez Ada’lıların. Tüm alanlar bilimdir. Eğitim-öğretim uygulamalı yapılır. Masa-başında üretilen teorilerin ve ürünlerin hayâta zarar vereceği düşünülür ve bilinir. Teoriler hayâtın içinde üretilmelidir. Yüksek-eğitim okullarında bilime meraklı ve meyilli talebeler yüksek-bilim sınıfına kaydırılır. Bu sınıflarda okuyan talebeler bilim-teknoloji alanında ülkenin beyni olurlar. Bilimde ilerlemiş dünyâ-ülkelerine eğitime de gönderilen bu talebeler, gördükleri teknolojiyi gerektiği kadar kendi ülkelerine de taşımışlar ve uygulamışlardır. Bilim ve teknoloji kadrosu kendi ülkelerinde ülkeye-has ürünler geliştirmişlerdir.

Vahdetya’da bilim ve teknoloji alanında klişe bir söz vardır: “Bilim ve teknoloji sâdece şu-anki bilim Dünyâsının yorum tarzıyla sınırlı değildir. Bilim farklı bir dille ve farklı uygulamalarla da gösterilebilir. Bir motor, bir araç, bir makine sâdece kapitâlist-seküler Dünyâ’nın anladığı ve uyguladığı gibi anlaşılmak ve uygulanmak zorunda değildir. Bir arabanın, bir geminin, bir trenin vs. çalışma sistemlerinin sâdece bilinen şekillerde olması mecbûr değildir. Daha nice farklı yorum ve uygulama yöntemleri vardır. Her bilimin-teknolojinin bir alternatifi vardır Vahdetya’da. Bu ilkeden yola çıkan Vahdetya’lı bilim-adamları çok farklı bilimsel buluşlar, önermeler ve teoriler geliştirmişlerdir. Ayrıca çağ, elektroniğin zirve yaptığı bir çağ olduğu için bu alana bir hayli yoğunlaşılmıştır. Ev-âletlerini ve elektronik eşyâlarını kendileri yapacak seviyeye kadar gelmişlerdi.

Materyalist-seküler dünyâ-ülkeleri, bilimi ve teknolojiyi sâdece maddi çıkarlar için uygulama alanına soktuklarından, hem gereksiz ürünler ve yanlış fikirler üretmekte, hem de bu yanlışlarından dolayı çevreye ve insana farklı zararlar vermektedirler. Yaşadıkları kâinatla çelişen fikirler ve ürünler en sonunda insanlara farklı şekillerde aşırı zararlar vermeye başlamıştır. Üstelik harcadıkları zaman ve para da cabası. Vahdetya’lılara göre ise bilimin önermeleri Kur’ân’la ve doğayla çelişmemelidir. Aksine onlarla uyumlu olmalıdır. Ancak o zaman bilimin ve teknolojinin yararından bahsedilebilir. Asıl olan; bir şeyin her türlü zararına rağmen bol para getirmesi değil, o şeyin insana ve doğaya zarar vermeyen, insan psikolojisi ve fıtratıyla uyumlu, hayata kolayca aktarılabilen fikirler ve ürünler geliştirilip insanlığa sunulmasıdır. Vahdetya’lılar teknolojinin önemini bilmelerine rağmen, kendilerini teknolojiye ezdirmezler.

Vahdetya’lı bilim-adamları diğer dünyâ-ülkeleriyle paslaşmalarına rağmen onlara çok da bağımlı görmezler kendilerini. Hemen-hemen her şeyi kendi ülkelerinde üretebilirler. Önemli olan, doğru bakış-açısını yakalayıp doğru bir değerlendirmeyle o konuda yorum yapılmasıdır. Sonra da arkasından uygulama alanına geçilir.

Vahdetya’da teknolojik üretimde de “ihtiyaçta zarûret” ilkesiyle hareket edilir. Tabî ki sâdece kendi ihtiyaçları kadar üretim değil, ticâri ilişki hâlinde oldukları diğer “kendi üretemeyen” ülkelere de yetecek kadar üretim yapılır. “Gerekli” olan her şeyin üretimi yapılabilir. O alt-yapı sağlanmıştır Vahdetya’da. Kısa-zamanda tüm teknolojik alt-yapı kurulup, geliştirme ve üretme aşamalarına geçilmiştir. İnsanları maddeye kilitlememek için gerektiği kadar üretim yapılmalıdır. Gereksiz ve zararlı üretimden uzak durulmalıdır. Silâh üretiminde meselâ atom bombası yapmayı hiç düşünmemiştir Vahdetya’lılar. Teknolojinin dengesini kaybettiğinde nasıl bir istismâr aracı hâline geldiğini iyi tespit etmişlerdir. Buna karşın gerekli olan her türlü iletişim, ev-aletleri ve eşyaları, taşıtlar, tren, uçak, gemi, savaş donanımı, deniz-altını ve gök-yüzünü incelemek için araçlar, makineler vs. her tür teknolojik üretimde Dünyâ’nın diğer ülkelerinden pek de geri kalmazlar. Diğer ülkelerin yaptığı gibi hırsla kitle imhâ silâhları, insanları müptelâ edecek ürünler vs. yapılmaz Ada’da. “Bir ürünün talepten ve ihtiyaçtan çok-çok fazlasının üretilmesi o ülkeyi kapitâlist sömürüye açar” derler. Çünkü o ürünler bir şekilde tüketilmelidir. Serbest dünyâ-piyasası bu durumun önüne geçemeyeceği için ve hırsa bürünmüş kapitâlist ülkelerin doyumsuzluğu yüzünden teknolojik ürünler çok fazla üretilir ve insanlara “bir şekilde” pazarlanır. Bu pazardan az gelişmiş dünyâ-ülkeleri de nasîbini alır tabi. Aslında bu durum bir kısır-döngüdür. Bir-süre sonra bu üretim-fazlalığı insanlarda doyum oluşturacağından, yeni bir şeylerin üretilmesi kaçınılmaz hâle gelir ve insanlara şeytâni reklamlarla bu ürünler özendirilir. Bu özenti, ihtiyacı olmadığı hâlde insanların o ürünlerden tekrar-tekrar almasını gerektirecektir. Bu da insanları “alma”ya kilitleyecek ve şeytanın kucağına oturtacaktır.

Vahdetya’da ise tüm ürünler belli bir çeşitlilikte üretilme zorunluluğundan dolayı haddi hiçbir zaman aşamaz. Bir insanın çalışır vaziyette olan bir ürünü varken, başka bir ürün alması da beklenemez. İşte bu yüzden teknolojik alanda üretimler dengeli yapılır. Dengeli bir üretim ve dengeli bir tüketim vardır her alanda. Teknolojik alanda kaliteyi arttırmak ve ihtiyaç duyulan aletleri üretmek işi teknoloji alanının uzmanları tarafından dengeli bir şekilde yürütülür. Bu-arada bilimi ve teknolojiyi diğer ülkelerden daha farklı düşünen ve yorumlayan Vahdetya’lı bilim-adamları farklı ürünler geliştirmişlerdir. Meselâ farklı çalışma prensibine sâhip bir motor yapmışlardır. Bu motor bilindik motorlara benzememektedir. Sonuçta gene aynı işi yapan motorun çalışma prensibi başkadır. Güneş ve su enerjisini çok iyi kullanmışlar ve bu konuda Dünyâ’ya örnek olmuşlardır. Savunma sanâyinde yeni gelişmeler sağlanmıştır. Kısacası teknolojik alanda da işler tıkırında yürümektedir.

Diğer bilimlerde ise herkes kendi branşında yeni fikirler üretir. Başta din-ilimleri olmak üzere; târih, coğrafya, edebiyat, zooloji, jeoloji, özellikle gök-bilim, bitki-bilim, sosyoloji, felsefe, mantık, vs. tüm bilimlerde yeni gelişmeler göstermişler ve yeni teoriler geliştirmişlerdir. Bu bilimlerin çıkış ve denetleme noktalarını Kur’ân-ı Kerim oluşturur. Sosyal bilimlerin bir ideolojisi olması gerektiği için, Vahdetya’lılar da ideoloji olarak İslâm’ın ideolojisini benimsemiş ve her-hangi bir önermenin Kur’ân’la uyumlu olmasını şart koşmuşlardır.

“Din, hayâtımızın bir numaralı alanıdır. Bu konuda Dünyâ’nın bir numarası olunmalıdır” diye düşünürler. Cins kafalar bu alana yöneltilmiştir. Târihi, övgü ve sövgü alanı olarak görmez, onu öğrenmekten çok anlamak ve ders-ibret almak ister Vahdetya’lılar. Coğrafyayı iyi bilmek isterler. Yaşadığı Dünyâ’yı iyi tanımalıdırlar çünkü. Coğrâfi koşullar iyi bilinmelidir. Edebiyat alanında ilerlemişlerdir. Çünkü ifâde edeceği İslâm’ı iyi bir dille anlatmalıdırlar. Dil, insanlarla iletişim kurmanın tek aracıdır denebilir. Bu yüzden dili iyi kullanmak gerekir ve bu yüzden de iyi bir edebî dil sâhibi olunmalıdır. “Hayvanlar hayâtımızın diğer parçasıdır. Hayvanları iyi tanımalı, onları iyi gözlemlemeli ve ders almalıyız” derler. “Devenin yaratılışına bakmazlar mı?” diyen Yaratıcı, dikkatimizi zoolojiye çekmiştir. Toprak katmanları, yer-yüzü hareketleri yine iyi bilinmelidir ki olası bir doğa olayına karşı hazırlıklı olunsun. Bitki, beslenme zincirinin iki halkasından biri olduğu için bitki-bilime ağırlık verilmiş ve özellikle tarım sektörü ve tıp bu bilgilerle donatılmıştır. Sosyoloji insan ilişkilerini ve davranışlarını ve farklı düşünceleri bize aktardığından bu ilim dalında da ilerlenilmelidir.

“O, biri diğeriyle tam bir uyum (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk Sûresi 3-4) âyetleri gereğince gök-bilime ağırlık verilmiştir Ada’da. Gökyüzünü gözlemek için rasat-haneler kurulmuş ve güçlü teleskoplar yapılmıştır. dünyâ-ülkeleriyle bu konuda iş-birliği sonucu araştırmalar yapılmıştır. Vahdetya’lılar gök-bilim konusunda diğer dünyâ-ülkelerindeki bilim-adamlarının, kâinatı “yaratıcı” gibi görmelerinden ve göstermelerinden dolayı evreni yanlış anladıklarını düşünürler. Buna  tepki vererek “yaratılmış kâinat” teziyle yola çıkmış ve kâinatı farklı bir şekilde yorumlamışlardır. Ondaki mükemmel uyumu gözlemlemişler ve çok ders almışlardır. Bu durum onların Allah’a şükürlerini artırmıştır.

Vahdetya’lı bilim-adamları tüm Dünyâ tarafından (körü-körüne) kabûl edilmiş bir çok teoriyi kabûl etmeyip, ilgili kânunu daha farklı bir şekilde yorumlamışlardır. Çünkü Ada’lılara göre o teoriler kesin bir şekilde ispatlanamaz teorilerdir. Meselâ bunlardan bir tanesi olan kütle-çekim kânununu örnek alalım:

Bilindiği gibi Isaac Newton, maddenin merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu söyler. Bu çekimin büyük kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek, çekim denen şeyi; “büyük kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli maddelerin zayıf çekimlerine baskın çıkarak onları çekerler” diyerek açıklamıştır. Fakat; Newton’dan yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein, 1916 yılında Newton kuramını büyük ölçüde yıkıp kendi fikrini-teorisini öne sürmüştür. Buna göre; kütle-çekimin, maddenin merkezinde doğal olarak bulunduğu sanılan çekim gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı bükmelerinin sonucunda oluştuğunu söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen bu teoriye göre, büyük kütleli maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve orada bir çukur açtıkları için, daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura düşerler. Ada’lılara göre bu iki teori de mutlak olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı ispatlanamaz.

Vahdetya’lı bilim-adamları ise kütle-çekimin şu şekilde oluştuğunu söylerler:

Tüm evren-materyâli bir döngü hâlindedir. Yâni her şey kendi etrafında döner. Bu döngü bilindiği gibi çeşitli hızlarda olan bir dönmedir. İşte bu döngüden dolayı yıldızların-gezegenlerin vs. etrafında çekimsel bir alan meydana gelir. Bu alan (her şey döndüğü için) tüm kâinat materyâlinde oluşur. Büyük kütleli-yoğun kütleli yada hızlı dönen materyâllerde ise bu çekim-alanı daha kuvvetli olur. İşte; hangi materyâlin daha güçlü döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı varsa, o materyâl kendisinden daha zayıf bir alan oluşturan diğer bir materyâli kendisine doğru çeker. Yâni kütle-çekim denilen şey, maddelerin hareketleri sonucu oluşur. Hareketi-döngüsü yavaş olan, dolayısıyla çekim-alanı zayıf olan bir yıldız-gezegen ne kadar büyük olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa daha hareketli bir materyâl tarafından çekilecektir. Vahdetya’lı bilim-adamlarının kütle-çekim teorileri budur.

Vahdetya’lılar teknolojiye çok önem vermekle berâber, onu sâdece bir araç olarak görürler ve putlaştırmazlar. Kendi yaptıklarını ilâhlaştırıp tapacak kadar ahmak değildirler.

Vahdetya’lıların; kâinatı Kur’ân’i bir okumaya tabi tutmaları, diğer dünyâ-ülkelerinin son zamanlarda geliştirdikleri ve doğruluğuna emin oldukları bir teoriyi tartışmaya açmalarına sebep olmuştur. Ada’lılar; diğer ülkelerin gök-bilimcilerinin milyarlarca yıllık bir ömür biçtikleri kâinatın ömrünün sâdece 10.000 yıl kadar olduğunu iddiâ etmişlerdir. “İddianı güçlü bir şekilde dile getir” âyeti uyarınca bu konuda çok isâbetli ve güçlü argümanları vardır. Bu iddialarını ispatlayacak fikirler ve düşünceler ortaya koymuşlardır. Hattâ diğer ülkelerinin bilim-adamlarıyla yaptıkları tartışmalarda, onların “milyarlık teorileri” sallantıya uğramıştır. Bu, Vahdetya’lıların Kur’ân’ı, tabiatı ve insanı okuma çalışmalarından sâdece birisidir.

Kısaca Vahdetya’lılar, teknolojik bir ürünün insanlığa kısa-uzun vâdede hiçbir zarar vermeyecek şekilde yarar getirmesini, bilimsel bir teorinin de Kur’ân’da ve hayatta karşılığının doğru bir şekilde yada en azından boşluk bırakmayacak kadar güçlü bir teori olmasını şart koşmuşlardır. Çalışmalarını bu doğrultuda sürdürürler.

3. BÖLÜM

Vahdetya’da Sosyal Hayat

Vahdetya’lıların sosyal hayat anlayışları diğer milletlere göre farklıdır. Aslında bu fark İslâm’ın farkından kaynaklanır. Vahdetya’lılar vahye ayarlı, vahye endeksli bir hayat yaşarlar. Gündemlerini Kur’ân’a göre kendileri belirlerler. Kapitâlist-seküler gündemlere kapalıdırlar. Çünkü o gündemler birileri tarafından insanları sömürmek için hazırlanmış sûni gündemlerdir. O sûni gündemler şeytanın gündemleridir. Çünkü şeytan insanı sürekli sûni gündemlerle oyalayıp göklerle irtibâtının kopmasını ister. Onun yegâne amacı budur. Çünkü şeytan insanın baş-düşmanı olduğu gibi, insan da şeytanın baş-düşmanıdır. Şeytan, insanın “ötekisi”dir. İnsanın düşmanıdır, Allah’ın düşmanı değildir, olamaz da. İşte bu sûni gündemler sosyal hayatta sürekli gündemde tutulunca, kendilerinde bulunan nefs yüzünden insanların o gündemlerin kölesi olması an meselesidir. Nefs bu yüzden öldürülmemeli ama sürekli baskı altında tutulmalıdır. Bu yüzden Allah, Kur’ân’da; “Bir işten yorulduğunda başka bir işle dinlen” der. İnsan boş bırakılmaya gelmez. Disiplin bir kez koptuğunda artık bozulmanın önüne geçilemez. İşte bu bozulmayı önleyecek olan şey gündemin Kur’ân tarafından belirlenmesidir. Gündemini Kur’ân tarafından belirleyen ve o gündeme göre yaşayan kişiye şeytanın yaklaşması düşünülemez. Bu sebeple Vahdetya Ülkesi’ne geldiğinizde, sanki başka bir Dünyâ’ya gelmiş gibi olursunuz. Seküler alışkanlıkların ve gündemlerin hiç-birini göremezsiniz burada. Burası bir “Kur’ân Ülkesi”dir. Farklılık, daha adaya adım atar-atmaz göze çarpar. Aslında insan fıtratına en uygun gündemlerle ve kurallarla donatılmıştır ülke. İnsanların bu kurallara uyması zor değildir. Bu kuralların bâzı insanlara sıkıcı ve şaşırtıcı gelmesi ve ayrıca uygulanamaz gözükmesi, o insanların fıtratlarının zamanla şeytanın güdümüne girmesi ve şeytânilerin gündemlerine ve kurallarına alışmalarından kaynaklanır. Şeytan ve uşakları insanları fıtratla taban-tabana zıt kurallarla yaşamaya zorlamışlar, sonra da “yaşanması gereken hayâtın”, “şu-an yaşanılan hayat” olduğuna inandırmışlardır. İnsanlar İslâm-Kur’ân’i olmayan ülkelerde hep maskeyle dolaşmak zorundadırlar. Bu maskeler zamanla üzerine bir maske daha geçirilmesini gerektirir. Bâzen bir terslik hissetmelerine rağmen bu tersliğin üstüne gidemezler, çünkü bu iş büyük bedeller ister. Sistem, bedeli göze alamayanları bu terslikleri kabûl etmeye zorlar. Herkes maskeliyken, bu maskelerden rahatsız olanların maskelerini çıkarma teşebbüslerinde bir “sırıtma” meydana gelir. Yâni maskeyi çıkarmak bedel isteyen bir iştir. Sâdece o bedeli ödeyebilecek olan kişiler maskesiz dolaşabilir. Maskesiz yapamayanlar zamanla bu maskeleri doğal görmeye başlamışlardır. İnsanlar bu ülkelerde aslında özgür değillerdir. Özgürce düşünemez, özgürce yaşayamaz, özgürce dolaşamazlar. Demokrasi denilen şeytan-oyununun insanlara özgürlük getirdiği falan da yoktur. “Özgürlükleri” daha çok sınırlayan bir ideolojidir demokrasi. Özgürce rahat nefes bile alınamaz bu ülkelerde. “Acaba birazdan başıma ne gelir” korkusuyla yaşar dururlar. Bu-arada “özgürlük” demişken; Vahdetya’daki “özgürlük” anlayışı farklıdır. Ada’lılara göre mutlak bir özgürlük mümkün değildir. Kendini mutlak-özgür saymak demek, Allah’tan da özgür saymak demektir ki; bu bir müslüman için düşünülemez. Mutlak özgürlük tüm kânunlardan da bağımsız olmak demek olacağı için mutlak-özgürlüğün, yanında anarşiyi getirmesi kaçınılmazdır. Bir müslüman ise Allah’ın emir-yasaklarından bağımsız olamayacağı için kendini mutlak olarak “özgür” görmez-göremez. Vahdetya’lılara göre bu meyanda değerli olan, özgür olmamaktır. “Özgür” olmadığının farkında olmaktır.

Vahdetya’lılar hümanist de değildir. Hoş-görülüdürler sâdece. Bu hoş-görüyü abartmazlar tabi ki. Hoş-görülmeyecek yerde hoş-görmeği câhillik ve pasiflik olarak değerlendirirler.

Vahdetya’da yersiz korkular-endişeler yoktur, olamaz da. Şeytan onları esir alamaz. Çünkü Vahdetya’lılar sürekli kendilerini denetledikleri gibi, Ada’da herkes birbirini denetler. Herkes birbirinin velisidir. Bu denetleme Kur’ân ile yapılır ve yürütülür. Kimse kimseyi kendinden büyük ve küçük görmez ve göremez. İnsanlar arasındaki fark, “takvâ farkı”dır sâdece. Vahdetya’nın en üstün kişisi; en zengin, en güzel, en güçlü, en akıllı, en maharetli vs. değil, en takvâlı olan kişisidir. Takvâda yarış vardır orada. Zâten yarış bir tek takvâda yapılır. Takvâ ise “sorumluluk bilinci” demektir. En takvâlı kişi, en çok sorumluluk alan kişidir.

Ada’lılar; “Allah hiçbir nefse güç yetiremeyeceğini yüklemez” âyetini göz-ardı etmezler. Fakat buna karşın, yüklenen hükümlerin analitik olarak “güç yetirilebilir” hükümler olduğunun da farkındadırlar. Bu yüzden başta din olmak üzere her konuda “analitik olarak” bir zorlama vardır Vahdetya’da. Bu “zorlama” analitik bir zorlamadır, kategorik bir zorlama değildir. “Hak geldi bâtıl yok oldu” der Kur’ân. Şânı yüce Rabbimiz, “dinde zorlama yoktur” buyru­ğunu, hak ile bâtılın ayrılma şartına bağlamıştır. Hakkın olmadığı yerde her türlü zorlama vardır zâten. İşte bu yüzden; “hak ve bâtılın ayrılması konusunda analitik olarak zorlama yapılabilir” diye düşünürler. Çünkü din bir ağırlığa sâhiptir ve inananlarına sorumluluklar yükler. Bu, zor bir sorumluluktur. Dîni kabûl eden aslında onun zorluğunu da berâber kabûl etmiş demektir. Zâten “dinde zorlama yoktur” demek, sâdece dinde, yâni “din dayatmada zorlama yoktur” demektir. Başka şeylerde zorlama yoktur demek değildir bu. Dinde zorlama-zorakilik yoktur fakat zarûri olanlar vardır. “Bir kişiyi bir şeyi yapmaya zorlayamazsınız fakat yapmamaya zorlayabilirsiniz” derler. “Dînin de dikkat çekip yasakladığı hırsızlık-yolsuzluk; fuhuş; fâiz; cinâyet vs. gibi “toplumsal” konularda zorlama/dayatma vardır ve olmalıdır, zâten insan doğal/fıtrî bir zorlamanın altındadır”. “Dinde zorlama yoktur demek, îmanda zorlama yoktur demektir. İlgili âyetteki din, îman demektir” derler.

Bir keresinde Vahdetya İslâm âlimlerinden biri, “Lâ ikrâhe fid din” âyeti için; “dinde ‘zorlama’ yoktur diye yanlış bir çeviri yapılıyor, âyet, “dinde zorlama yoktur” demiyor, “dinde bir çirkinlik, iğrençlik, pislik (ikrah=kerih-mekruh) yoktur, din tertemizdir diyor” diyerek, âyetin yanlış çevrildiğini ve bu nedenle de gerçek anlamını kaybettiğini anlatmıştı bir konferansında.

İslâm’da bir emrin gereği, “ruhsat”a veya “azîmet”e göre yapılabilir. Bu konu­da gösterilen genel yaklaşım, “ruhsat”a değil “azîmet”e teşvik etmek, fakat “ruhsat”la amel edenleri de mâkûl ve mâzur görmektir. Meselâ teheccüdün, “azimet”e göre, yapılması/kılınması gerekir, ama bir müslüman “ruhsat”a göre bu ibâdetten geri durabilir. Bir kadının “âdet” hâlindeyken namaz kılmasına, oruç tutmasına ara vermesi “ruhsat” olarak kabûl edilir. Fakat “azîmet”e göre bunları yapmasında bir beis yoktur. İbâdete ara veren hanım, “ruhsat”ı kullanmış olur sâdece. Bu durumdan dolayı kınanamaz tabi ki. Vahdetya’lılar ruhsattan ziyâde azîmeti tercih ederler. “İslâm’i bir devletin özellikle ilk yılları azîmetle geçmesi gerekir” diye düşünürler.

Vahdetya’da “spor” yoktur. Böyle bir şeye ihtiyaç duyulmadığı gibi, bu işe tekin bir iş gözüyle de bakılmaz. Yürüyüş yapmayı severler sâdece. Spor olsun diye yapmazlar tabi bu yürüyüşleri. Spor yapmayı gerektirecek nedenleri yoktur ki!. Diğer kapitâlist ülke insanları patlarcasına yemek yiyip de şişmanladıklarından dolayı spor onlar için bir kurtarıcı gibi gözükmüştür. Ama bu “kurtarıcı” sûnî bir kurtarıcıdır. Çünkü spor yapmak iştahı daha çok açar. Önemli olan mîdeye hâkim olmaktır. Vahdetya’lılar günde iki öğün yemek yerler ve sık-sık oruçlu olduklarından dolayı mîdeleri onlara galebe çalamaz. Mîdelerini terbiye etmişlerdir çünkü. Bilindiği gibi spor karşılaşmaları en az iki ve daha fazla kişiler-taraflar arasında yapılır. Ama netîcede kazanacak ve sevinecek olan sâdece bir kişi-taraftır. “Sâdece bir kişinin-tarafın kazanıp sevineceği, diğer tarafın ise kazanamadığından dolayı üzüleceği bir şeyi neden yapalım ki?” derler.
 
Özel-şifâ-hâne, özel-hekim, özel-okul, ders-hâne vs. özel bir kamu-kuruluşu bulamazsınız Vahdetya’da. Böyle kuruluşların bir kalitesizlik meydana getirmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünürler. “Ne yâni; birileri “özel” yerlere gidebilirken diğerleri gidemeyecekler mi?, kime özel ki?” derler.

Ada’lılar günlük ihtiyaçlarını mahâllelere kurulmuş olan bakkallardan ve haftada bir kez kurulan pazarlardan karşılarlar. Vahdetya’da aynı şeyi satan dükkanlar arasında belirli bir mesâfe bulunmalıdır. Meselâ belli sayıdaki mahâlle-sokaklarda sâdece bir tane bakkal bulunur. Çok büyük alış-veriş yerleri bulunmaz Ada’da. Küçük bakkallar hâriç mahallelerde iş-yerleri bulunmaz. Genel ihtiyaçlar haftada bir kez kurulan pazarlardan karşılanır. Âhiliğe/fütüvvet teşkilatına benzer bir esnaf kontrol/yardımlaşma sistemi vardır Vahdetya’da. Kendi içlerinde bağımsız bir kontrol/yardımlaşma sistemi kurmuştur bu kurumlar. Her ticârethânede şu âyetler yazılıdır: “Ey îman edenler! sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi? Allah’a ve Resûlüne îman etmeniz, Allah yolunda mallarınız ve canınızla cihad etmenizdir. Şâyet bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Saff 10-11).

Vahdetya’lılar yeni bir kimlik oluşturmuşlardır. Bu kimlik müslüman kimliğidir. Sahabe kimliği ve Asr-ı Saadet kimliği. İnsanlar bu kimliğin taşıması gereken özelliklerle donatılırlar. Bu kimlikle yapılması gerekenler yapılır. Bu kimlikle girilmesi gereken “yol”a girilmiştir. Zâten başka bir kimlikle girilen yol ancak şeytanın yolu olabilir.

Vahdetya’lılar; tabiata fıtratlarına göre; hayvanlara fıtratlarına göre; suya-toprağa fıtratlarına göre; doğaya fıtratlarına göre ve insanlara fıtratlarına göre davranırlar. Çünkü; “fıtrata aykırı yapılan her davranış, bir tarafı tâmir ederken diğer tarafı bozar” derler.

“Benim, yaratılışım, yaşantım ve ölümüm alemle­rin Rabbi olan Allah içindir” âyetini idrâk ederek; “dîni ile Dünyâsını birbirinden ayırmayan, pratikteki bütün bir hayâtıyla Allah için yaşayıp, Allah için ölecek olan kimlerdir”? diye bir soru sorulsa; bu soruya, “Vahdetya’lılar” diye cevap vermek gâyet doğru olurdu. O târihte Vahdetya’lılardan başka bu övgüyü hak edebilecek bir ülke veya topluluk yoktu.

Ada’lılar için zaman çok değerlidir. Hiç-bir Vahdetya’lının zamanı boşa geçirecek bir lüksü olamaz. Boşa geçirecek zamanları yoktur zâten. Tüm zamanlarını Allah-Kur’ân-âhiret merkezli bir yaşama ayırdıkları için, tağûti hiç-bir iş için boş vakit bulunmaz. Zâten zaman en ideâl bir şekilde kullanıldığı ve dolayısıyla bir boşluk olmadığı için şeytan araya girecek bir fırsat dâhi yakalayamaz.

İşlerini ciddiye alırlar ve en iyi bir şekilde yapmak isterler. İyi odaklanırlar işlerine. Gereksiz-boş işleri sevmezler ve yapmazlar. Boş işlerle uğraşmayı günah sayarlar. Çünkü “zamânın isrâf edilmesi tüm israflar gibi günahtır” derler. Şeytanın, insanları; boş, yararsız ve yapılmaması gereken işlerle oyaladığını düşünürler ve “yapılması gerekenleri yapmayanlar, mecbûren yapılmaması gerekenleri yapmaya başlarlar” diye düşünürler. Vahdetya’da herkes her işini ileriye dönük, ileriyi düşünerek yapar, ileriye yönelik olan işlerdir yaptıkları. Zâten maddî-mânevi yaptıkları işleri de “en ilerisi” için, yâni cennete göre, âhirete göre düzenlerler ve ayarlarlar.

Vahdetya’da insanlar, yaptıkları işleri Allah’ın huzûrunda yaptıklarının bilincindedirler. O yüzden tüm işlerine; çalışma/yürüme/oturma-kalkma/konuşmalarına bile çok dikkat ederler. Bu yüzden Vahdetya’da kötü iş yapmak, kötü hareket etmek hem günahtır, hem ayıptır, hem de suçtur.

Vahdetya’da hem ay takvimi, hem de güneş takvimi kullanılır. Bu Kur’ân’ın bir ön-görüsüdür. Ay takvimini ibadetler için, güneş takvimini ise dünyâ-işlerini düzenlemek için kullanırlar.

Vahdetya’lılar sabah erken saatlerde kalkarlar. İmsak saatinden önce kalkan Vahdetya’lılar; “Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O'na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân'dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah'ın fazlından aramak için yer-yüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân'dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil Sûresi 20) âyetlerini kendi üstlerine alırlar ve gerek cemaat hâlinde gerekse kendi başlarına namaz kılarak ve tertil üzre (anlamını derinlemesine düşünerek) Kur’ân okuyarak teheccüdlerini yaparlar/kılarlar.. Ardından sabah namazını da edâ eden Vahdetya’lılar, sabah kahvaltısını çorbayla, bitki çaylarıyla, meyve sularıyla yada sütle yaparlar ve çocuklar okullarına, anneler evlerdeki işlerine, babalar da iş-yerlerine giderler. Cuma günleri, yaz-araları ve bayramlar hâriç bütün sene böyle geçer.

Vahdetya’da işsizlik yoktur. Hattâ Vahdetya’da işsizlik, bekârlık ve evsizlik yasaktır. İşçiler iş-yerlerine sabah namazından sonra giderler. Disiplinli bir çalışmadan sonra saat 9.00-9.30 arasında yarım saatlik bir ara verilir. Bu arada çaylar içilir. Muhabbetler yapılır. Bu aranın bir özelliği de çalışanlar arasında sıkı muhabbetlerin gelişmesidir. Böylece daha morâlli bir çalışma ortamı sağlanmış olur. Bu aralara iş-yeri sâhipleri dâhil tüm iş-yeri mensupları katılır. Olağan-üstü hâller dışında öğle ezanı saati  olan 12.00-13.00’e kadar devâm eden çalışma sona erer ve iş-yeri kapatılır. İş-yerlerinde genelde, farklı ve olağan-üstü bir durum yoksa vardiya ile çalışma ve mesâi yapılmaz. Öğlen ezanında erkekler ve çalışanlar evlerine döndüğünde, ev hanımları da işlerini bitirmişler, çocuklar okullarından dönmüşlerdir. Âile-bireyleri hep berâber namazlarını edâ ederler ve sonra da çocuklar derslerinin başına, büyükler de okuma, sohbet yada istirahat için odalarına dönerler. Vahdetya’da yemekler günde iki öğün yenir. Sabah 5.30 da yapılan kahvaltı ve ikindi namazından sonra da akşam yemeği yenir. Yemekler tüm âile-bireyleriyle berâber yenmeye özen gösterilir. Yemekten sonra akşam namazları cemaat hâlinde edâ edilir. Her Vahdetya’lı âilenin bir Kur’ân cemaâti, bir sohbet meclisi/halkası olur. Bu sohbetler âile içinde de haftanın belli bir gününde bir-kaç saat ayrılarak yapılır ama asıl olarak âilecek haftanın belli günlerinde hiç aksamadan altı-yedi âilenin katılımlarıyla yapılan sohbetler kaçırılmaz. Bâzen tanınmış ve sevilen âlimlerin sohbetleri geniş ortamlarda büyük katılımlarla gerçekleşir. Vahdetya’lılar özellikler bu sohbetleri kaçırmamaya özen gösterirler. Âileler arasında yapılan sohbetlerde hem Kur’ân dersleri yapılır, hem de güncel olaylar konuşulur. Hattâ bu sohbetlerde üretilen fikirler devlet başkanına kadar iletilir. Vahdetya’lılar âileye çok önem verirler. “Vahiy ile inşâ olmamış âilelerin bulunduğu devletler küresel sistemin köleleri olurlar” derler. O yüzden devrimlerini/devletlerini yüreklerinden sonra âileden başlatırlar/başlatmışlardır.

Vahdetya’lılar sabah erken kalktıkları gibi, akşamları da erken yatarlar. Farklı bir durum olmadığı müddetçe geç vakitlere kadar uyanık kalmazlar. Sabah vakti ev-hanımları eşlerini işe, çocuklarını okula gönderdikten sonra ufak çocukları varsa ve onların da ihtiyaçlarını giderdikten sonra rutin ev-işlerini yaparlar; sağı-solu toparlarlar ve alış-verişlerini yaparlar, yemek öncesi hazırlıklar tamamlanır ve tüm işlerini bitirdikten sonra kendilerine bir-iki saat okumak için zaman ayırırlar. Vahdetya’da tüm erkek ve kadınlar okur-yazar ve kültürlüdür. Çocuklarının dersleriyle ilgilenebilecek kadar bilgilidirler. Ada’lılar ev-hanımlığını bir “iş” olarak görürler. Ev-hanımları becerikli ve hamarattırlar. Vahdetya’lılar kâinatı gözlemlerken onun hiçbir düzensizliğinin olmadığını gördükleri için ve; “Allah her şeyi yerli-yerinde olarak yaratmışsa, bizim de her şeyi yerli-yerine koymamız gerekir” prensibini benimsediklerinden ve içselleştirdiklerinden dolayı her konuda dağınıklığı sevmezler ve her konuda da düzenlidirler. Bu durum başta ev-hanımları olmak üzere tüm Vahdetya’lıların yükünü hafifletmiş olur. “Eşyâyı yerinden etmek zulümdür. İnsanın görevi eşyâyı yaratılış amacına uygun kullanmaktır. Yoksa eşyâ yerinde kullanılmadığında eşyâya zulmedilmiş olur ve  bu da kötü sonuçlar doğurur” derler.

Vahdetya’da “saf sistemi” olduğu için kimse kimseye yük bırakmaz. Kimse işini yarım bırakmaz. Yarım işin şeytanın işi olduğunu söylerler. Kimse işini baştan-savma yapmaz-yapamaz. Yaptıkları her işin sorumluluğunu alırlar. Bu konuda birbirlerine yardımcı olurlar.

Vahdetya’lıların cuma günleri, bayram günleri ve yaz-araları dışında maddi-manevi işleri belli bir düzende gider. Cuma günü kadınlar ve çocuklar dâhil tüm Vahdetya’lılar aynı-anda Cuma namazını kılarlar. Perşembe günleri bâzılarının, ama pazartesi günleri neredeyse tüm Vahdetya’lıların oruçlu geçirdikleri gündür. Bu onlarda meleke hâline gelmiştir. Mânevi hayatları için zaman açmayı çok severler. Herkes bir şeyler yazar ve bunları başkalarıyla paylaşır. Okumaya ve sohbete çok düşkündürler. Cuma günleri ise istirahat günü olduğu için gene sabah erken kalkılır ama, akşama kadar âileler birbirleriyle vakit geçirirler. İbâdetler berâber yapılır, kahvaltı daha uzun sürer ve neşeli geçer. Komşularla bir-iki sohbet yapılır. Gezmeye gidilir, piknik yapılır, ziyâretler edilir vs. Kısaca Vahdetya’lıların maddî ve mânevi işleri disiplinli ve düzenli bir şekilde devâm eder. Bu yaşam-tarzlarını belli bir süre zarfında kendileri belirlemiştir. Yaşam tarzlarından hayli memnundurlar ve yaptıkları şeyler severek yaptıkları şeylerdir. Kimse kimseyi bu şekilde yaşamaya zorlayamaz. Herkes sevdiği şeyi istediği bir gün yapabilir. Bu yaşantı-tarzı insan fıtratıyla yüzde-yüz uyumludur. Bâzı bedelleri vardır ama “bir şeyin ne kadar bedeli varsa o kadar da zevki ve keyfi vardır” sözünü herkes bilir. Ufak-tefek sıkıntılar ve düzensizlikler olsa da bunları hayâtın süsü-biberi olarak görürler. Hayatlarından çok memnundurlar ve mutludurlar.

Ada’da konuşma-tarzına çok dikkat edilir. “Argo”; edebe aykırı; aşağılayıcı; sövgülü vs. sözler kullanılması çok ayıp sayılır. Kimse birbirine kötü lâkab takmaz-takamaz. Kimsenin gıybeti yapılmaz, yapmaya kalkan uyarılır. Özellikle bu konuda çok hassas davranırlar, çünkü kimse “ölmüş kardeşinin etini yemeyi” düşünemez. Vahdetya’da “sana ne”, “bana ne” lafları kullanılamaz. Herkes birbirini uyarmakla mükellef olduğu için bu kelimeler kullanım-dışıdır.

Vahdetya’da çılgınca eğlenceler, şeytâni zevkler, tehlikeli ve bağımlılık yapan alışkanlıklar yoktur. Bir deniz kenarında, bir dağ başında oturup düşünmeyi çok severler. Çocuklar oyuncaklarını kendileri üretir Vahdetya’da. Kendileri yapar, kendileri oynarlar. Büyüklerinin sözünü dinlerler ve tehlikeli oyunlar oynamazlar. Birbirlerine zarar verecek oyunlar yoktur. Vahdetya’ya has oyunlar geliştirmişlerdir çocuklar. Vahdetya’da “çocuk parkı” yoktur. Hele-hele oyuncaklı parklar hiç düşünülmez. Zâten Ada’da her taraf ağaçlık olduğu için bir gölgelik olarak böyle yerler aranmaz. Kendi bahçelerinde kurdukları salıncakları olur en fazla. Çünkü parkları; tağutlar tarafından düşünülmüş ve düzenlenmiş yerler olarak görürler. Burada bir çocuğun-insanın başına her şey gelebilir. Çocukların anne-babalarına itaâtsizlikleri buralarda yeşermeye başlar ve bir ömür-boyu sürer. Çocuklar böyle yerlerde oyuna kilitlenirler ve hırsa kapılırlar. İleride bu hırslar onlara bir ömür-boyu yoldaşlık yapacaktır. Sigara, içki, kumar, esrar, eroin vs. ne kadar şeytan işi pislik varsa, çocuklar ilk defa bu parklarda tanışırlar ve alışırlar bu zehirlere. İşte bu yüzden Ada’lılar park denen bu şeytâni alanları açmaktan uzak durmuşlardır. Anne-babalar çocukların doğayla iç-içe yaşamasına çok önem verirler. Vahdetya’lı tüm çocuklar bir ekmeğin, bir sebzenin, bir meyvenin nasıl oluştuğunu, tüm bu süreçleri gözlemledikleri için bilirler. Ada’da asitli içeceğe rastlanmaz. Sâdece gazlı şifâlı sular vardır. Ayran, süt, doğal meyve suları vs. kullanılır içecek olarak. Ada’da bulunmadığı ve sokulması yasak olduğu için, çocuklar ne-idiğü belirsiz besin tüketemezler. Toplu ve iri-yapılı insanlar vardır fakat kolay-kolay şişman insanlar göremezsiniz. Sinemalarda izlenen filmler dînî içerikli, belgesel-bilgisel, kültürel vs. filmlerdir. Saçma-sapan, ütopik, insanları fitneye düşürecek ve ahlâk-dışı filmler bulamazsınız. Çocuklar için hazırlanan çizgi filmlerde de bu tür dengesizlikler yoktur. Her evde bir tane televizyon vardır. Fakat televizyonu daha çok “ekran” olarak kullanırlar. Televizyonlar sâdece belli saat aralıklarında veya özel durumlarda yayın yaparlar. İnsanlar radyo, gazete/dergi ve televizyonlardan Dünyâ’daki gelişmeleri tâkip ederler. Belgesel tarzında yayınları severler ve seyrederler. Fakat çok fazla televizyon seyredecek vakitleri de yoktur. Tiyatro, sevdikleri faaliyetlerden bir diğeridir.

Her evde küçük çaplı bir kütüphâne bulunur. Her mahâllede orta, her kâim-makamlıkta büyük, her vilâyette de çok büyük olan kütüphâneler bulunur. Başkentte ise Dünyâ’nın en büyük kütüphânelerinden biri vardır. Kütüphâneye uğramamış Vahdetya’lı birine rastlayamazsınız. Dünyâ’nın değişik ülkelerinden gemiler dolusu kitaplar satın alınmıştır. Vahdetya’daki kitaplar Dünyâ’da satılan en ucuz fiyatlı kitaplardır. Kitap yazarak/basarak köşe dönen yoktur Ada’da. Emekli olmuş insanların en çok vakit geçirdikleri yerlerin başında kütüphâneler gelir. Allah’ın ilk emri “oku” olduğu ve “tertil ile yâni düşüne-düşüne oku” emri olduğu için, “okuma”nın en âcil ve ilk sırada yapılacak iş olduğunu düşünürler. Okumak demek anlamak/idrâk etmek demek olduğu için ve idrâk etmek insanı yorduğu kadar lezzet de verdiği için en çok severek yaptıkları işlerin başında gelir. Zâten Vahdetya’da mîras denince ilk akla gelen şey kitaplardır. Tabi bu mîrasta da diğer mîraslar gibi paylaşma esastır. Zâten paylaşma Vahdetya’nın ana-yasasıdır dense yeridir.

Vahdetya’lılar müziği severler ve de Davûdi bir sesleri vardır. İlâhiler başta olmak üzere Osmanlı’dan gelen mûsikiler ve türküleri dinlerler ve dillendirirler. Müslümanlığı kabûl eden Uzlak’ların da bildikleri enstrümanlar ve şarkılar vardır. Vahdetya’da enstrüman çalma oranı %3tür. Zaman yetersizliğinden dolayı bu işle fazla uğraşamazlar. Ama dinlemeyi severler. Televizyonlarda bu tür programlar seyredilir. Özellikle ney, bağlama, ud, keman, davul, zurna gibi çalgılar popülerdir. Çılgınlığa sevk edecek enstrümanlar bulunmadığı gibi, o tür şarkılar da dinlenmez Ada’da. Vahdetya’da “görsel müzik” sevilmez. “Müzik, göze değil, kulağa hitâp etmelidir” derler. Bu nedenle de “işitsel” olarak radyodan yada canlı olarak icrâ edilen müzikleri dinlerler.

Bahçe işlerini çok severler. Bir-kaç gün ayakları toprağa deymese rahatsız olurlar. Çocuklar küçük yaşta alıştırılırlar toprağa. Hayvan-sever bir topluluktur Vahdetya’lılar. Fakat hayvanlarla ilişkilerinde kategorik farkı gözetirler. Yâni hayvanın duracağı yer ile kendilerinin durduğu  yeri karıştırmazlar. Büyük bahçesi olanlar kulübesinde kedi-köpek besleyebilirler. Kafeste kuş, akvaryumda balık beslemek gibi insafsızca ve zulümâne işler yapmazlar. Hayvanların hayat alanı daraltılamaz. Her hayvanı doğal ortamlarında severler aslında. Ev içine pek hayvan sokulmaz. Büyükçe bir bahçesi olanlar kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde kedi-köpek besleyebilirler. Kurbanlık hayvanlar -biraz da mâsum görüntülerinden olsa gerek- çok sevilirler Vahdetya’da. Bahçelerinde besledikleri bir-kaç tavuk ve bir-iki kuzu olur. Yediklerine-içtiklerine çok dikkat ederler. Etleri besmeleli kestikleri gibi, otları da besmeleli keserler. Kurban bayramı hâricinde de bir-kaç âile birleşip et ihtiyaçlarını karşılamak için bir hayvanı kendileri keserler ve paylaşırlar. Ormanlık alanlarda bulunan tehlikeli hayvanlara ancak o hayvanları iyi tanıyan kimseler yanaşabilir ve onlar hakkında belgesel amaçlı resim-video çekebilir. Korumalı araçlarla bu hayvanların yaşadıkları yerleri gezerek onları görmek isteyenler için de düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca bir hayvanat bahçesi yoktur Ada’da.

Yazları zamanlarının bir bölümünü geçirmek üzere deniz kıyılarında kalanlar olur. İyi yüzücüdürler. Buralarda hem yüzerler, hem su-altı dalışlar yaparlar, hem de bol-bol balık yerler. Yaylalarda kaldıklarında gecenin en karanlık zamanlarında teleskoplarla kâinatı gözlemlemek severek yaptıkları eğlenceli işlerdir. Vahdetya’lıların eğlence anlayışına göre; yapılan bir şeyden hem zevk alınmalı, hem de bir şeyler öğrenilmelidir. Hiç bir şey yapmadan boş-boş oturmak Vahdetya’lılara göre değildir. Ülkede selamlaşma farz olarak algılanmasına rağmen böylelerine selam bile verilmez. Selamdan bahsetmişken; Vahdetya’lılar birbirleriyle karşılaştıklarında mutlaka; “Selâmunaleyküm” diyerek selamlaşırlar. Selâmı alan taraf daha güzel bir selâmla karşılık verir tabî ki.

Yaşlılar için kurulmuş huzur-evleri, yaşlı bakım-yurtları gibi yerlerin düşüncesi bile yoktur Vahdetya’da. Böyle bir şey akıllarının ucuna bile gelmez. Çünkü böyle yerler zulüm kurumlarıdır onlara göre. Ana-babaları onların gözlerinin nûrudur. Onları her ne olursa-olsun yanlarından ayırmazlar ve büyükçe olan evlerinde bir yer açıp onlara ömürlerinin sonuna kadar hizmet ederler ve bakarlar. Çocuk esirgeme yurtları da yoktur. Bir şekilde ana-babasız kalan öksüz-yetim çocuklar, çocukları olmayan âilelere paylaştırılır. Çocuklara anlayacakları yaşa geldiklerinde onun gerçek anne-babaları olmadığını söylerler ama, onlara gerçek anne-baba gibi de bakarlar. Vahdetya’lı öksüz ve yetimleri görenler: “İslâm toplumunda öksüz-yetim olmalıymışız” derler. Çünkü öksüz-yetim olmayan çocukların birer anne ve baba­sı olmasına karşın, öksüz-yetimlere bütün bir İslâm toplumu annelik ve babalık etmektedir. Vahdetya’lılar zihinsel engellilere her türlü kolaylığı gösterirler, onları toplumdan dışlayarak akıl hasta-hânelerine mahkûm etmezler. Zâten akıl hasta-hânesi yoktur Ada’da. Vahdetya’lılar onların her birini aklın değerini gösteren birer gösterge olarak kabûl ederler.

Vahdetya’da her mahâllede bir câmi bulunur. Ayrıca her semtte genellikle yazları kullanılan namazgâhlar vardır. Namazlar cemaatle kılınmaya özen gösterilir. Sürü değil, cemaat psikolojisi vardır her konuda Vahdetya’da. Câmiler toplantı/istişâre/sohbet vs. yerleridir aynı-zamanda. Sâdece namaz kılınan, sonra çekip gidilen yerler olarak kullanılmazlar. Canlı mekânlardır mescidler. Vahdetya’da her ilde birer tane havra ve kilise bulunur. Bunların çoğu, zâten eskiden beri var olan kilise/havraların restore edilmiş hâlleridir.

Kabirler şehrin tam ortasında bulunur ve Vahdetya’lılara ölümün bir hakîkat ve mü’min için bir nîmet olduğunu hatırlatır. Yurt-dışı gezileri de düzenlenir ve çok rağbet görür bu geziler. Ama daha çok emekli kesim katılır bu gezilere. Dünyâ’nın hemen-hemen her yerine geziler vardır.

Her 40 yaşına gelmiş Vahdetya’lı aynı-zamanda hac ve umre görevini tamamlamış birer hacıdırlar. Bu konuda masrafların %75’i devlete âittir. Kendi zevklerine göre yaptıkları harcamalar da vardır. Müsâit olduğu ve başkasının hakkına tecavüz etmeyecek şekilde isteyen istediği kadar gidebilir hacca. Değişik ülkelerdeki insanlarla tanışmak çok eğlenceli ve öğreticidir onlara göre. Artık, torun-torba sâhibi olmuş emeklilerin ilk yaptığı iş tekrar hacca gitmektir. Devlet bu konuda onlara hiç gitmeyenlerden sonra olanak sağlar. Gezmek emeklilerin en çok yaptıkları şeylerin başında gelir.

Vahdetya’da tüm insanlar doğduğu andan îtibaren devletin kontrolündeki sosyal güvenlik kurumunun çatısı altına alınır. Şunu hemen belirtelim ki; Vahdetya’da sosyal güvenlik kurumu, isminin başındaki “sosyal” kelimesinden dolayı hiçbir zaman kâr edecek bir duruma gelmez-gelemez. Bu gibi kurumlar her zaman zararda-içerde olmak zorundadır. Aksi takdirde “sosyal” olma özelliğini kaybederler. Çocukların sosyal güvenlik masrafları okul bitimine ve askerlik dönüşüne kadar devlet tarafından, sonra da çalıştıkları kurum tarafından karşılanır. Herkes sigortalıdır Vahdetya’da. Ev-hanımları da “çalışan” kabûl edildiği için onlar da devletten maaş alırlar. Bu yüzden doğal olarak evli olanların gelirleri daha yüksektir. Ev-hanımları dâhil tüm hanımlar kırkbeş, erkekler ise elli yaşında emekli olurlar. Emekli olmalarına rağmen asker, hekim ve bâzı önemli konumlarda bulunan kimseler görevlerini danışmanlık düzeyinde sürdürürler. Bu uygulama zâten her kurumda böyledir. Emekli olmuş olan kimseler eski çalıştıkları yerlere yardımcı olurlar. Hiçbir çalışan, çalıştığı yeri kötü görmez ve kötülemez. Grev, iş-yavaşlatma vs. gibi şeytâni girişimlerde bulunulamaz Vahdetya’da. İş-veren işçiyi kandırmadığı ve hakkını verdiği ve vermek zorunda olduğu için böyle bir şeye gerek de duyulmaz.

Vahdetya’lılar okul bitimi yada askerlik dönüşü olan 20-21, ya da en geç 22-23 yaşında evlenirler. Fakat bu, daha önce evlenmek isteyenlere engel olunacağı anlamında değildir. Evlenmek isteyen kişilerin; kendileri, âileleri ve çevresi onların bu sorumluluğu taşıyabileceklerine inanıyorlarsa 15-16 yaşlarında bile evliliğe izin verilebilir. Çünkü insanların doğal duygularını helâl yoldan tatmin etmesi sünnetullah gereğidir. Bunu engellemek ve baskılamak bir nevî zulüm olur. Bu yaşlarda yapılan evlilikleri dînî bir kural olarak değil, örfî bir kural olarak uygularlar. Yoksa dinde evlenmek için önemli olan ölçü yaş değil, ergen olma/âkil-bâliğ olma; kişinin istemesi ve uygunluktur. İslâm, eşleri birbirini tamamlayan unsur olarak görmesine rağmen erkeğe daha fazla sorumluluk yüklemiştir. Bu da âilenin “ata-erkil” bir yapıda olacağı anlamına gelir. Yâni âilenin “reisi” erkek olmalıdır. Vahdetya’lılar bu kurala uymuşlardır. Bu durum fıtratla da bire-bir örtüşür. Vahdetya’lılar genelde tek-eşli olmasına rağmen iki eş ile sınırlı olan 1’den çok evlilikler de görülür. Bu sınır örfen belirlenmiştir. Tabî ki evlilik çok ciddi ve sorumluluk isteyen bir iştir. Vahdetya’lılar bu yüzden âileye çok önem verirler. Çünkü; îmanlı, sağlıklı, mutlu, başarılı insanlar ve dolayısıyla toplumlar, sorumluluğunu bilen âilelerden oluşacaktır. Ada’lılar bu yüzden bu işi sıkı tutarlar. Vahdetya bir İslâm Devleti olduğu ve İslâm’i kurallar geçerli olduğu için evlilik ve nikâh merâsimleri de İslâm’i kurallara göre yapılır. Câmilerde gerçekleşen nikâh merâsiminden sonra duruma göre ikramlar yapılır, hedîyeler takdim edilir ve tebrikler kabûl edildikten, hayır dualar yapıldıktan sonra eşler evlerine uğurlanır. Evli çiftler birbirlerini tam anlamıyla nikâhtan sonra tanırlar. Kısa süren bir nişanlılık döneminde çok da fazla görüşme yaşanmaz. Kısa görüşmeler ve sohbetler yapılır sâdece. Diğer lâik-seküler ülkelerde olduğu gibi “evlenmek çok zor, boşanmak çok kolay” değildir Vahdetya’da. Tam tersine; evlenmek sâdece evlenmek isteyenin değil, tüm halkın desteğiyle gerçekleştiği için fazla zorluk yaşanmaz. Gelin adayları abuk-subuk şeyler isteyerek damat adaylarını zora sokmazlar. Mâkûl bir mehir ve gerekli olan eşyâlarla donatılmış sâde bir ev onlar için yeterlidir. Vahdetya’lılar bu konuda zorlanmazlar, zîra Ada’lıların evleri “ihtiyaçta zarûret” fıkhına göre dizayn edildiği için gereksiz hiçbir eşya alınmaz ve ev daraltılmaz. Bu yüzden evli olmayanların sayısı yok denecek kadar azdır ülkede. Ama boşanmaya gelince; bu konuda da kolaylık yok denecek kadar azdır. “Allah’ın hiç sevmediği helâl” diye tâbir edilen bu iş, 1930 yılından 1945 yılına kadar olan sürede sâdece sekiz kez yaşanmıştır. Anlaşamayanları ille de evli tutmak zulüm olur çünkü. Lâkin dediğimiz gibi; öyle “boş ol, boş ol, boş ol!” demekle kimse boş kalmaz Vahdetya’da. Bu zırva, gerçek İslâm’ın yaşanmadığı yerlerde yapılan zırvalıklardır. Evli çiftler en az dört çocuk yaparlar. Çekirdek âile bulmak çok zordur Ada’da. Âileler genelde; evler ayrı olmasına rağmen aynı sokakta yada aynı arsa içinde yapılmış evlerde otururlar. Aynı avludan girilen evlere de rastlanır. Üç-dört kuşak bir-arada yaşar. Bu hem âile-içi denetleme açısından, hem de eğitim açısından çok faydalıdır. Emekliler en çok kütüphâneye gitmek, bahçe işleriyle uğraşmak, ahşap işleri, müzik ve resim gibi işlerle vakitlerini geçirirler. Vakit namazlarını câmilerde kılmak emekliler için bir zarûret gibi görülür. Vahdetya’da herkesin kendi evi vardır. Kirâcılık yoktur Ada’da. “Kirâ” işine pek hoş bakılmaz. Çünkü asıl mülk Allah’ındır. Zâten herkes Allah’ın mülkünde kirâcıdır.

Vahdetya’da insanların sorumluluk yaşı bulûğ çağıdır. Bulûğ çağına kim ne zaman giriyorsa artık o kişi kendini sorumlu görmelidir ve diğer insanlar da ona sorumluluklar vermelidir. Diğer dünyâ-ülkelerinde olduğu gibi sorumluluk yaşı 18 değildir. Ada’lılar bu yaşın neden “18” olarak belirlendiğine bir anlam veremezler. “Bu her kişi için neden aynı olsun ki?” derler. Yâni bir insana 18 yaşına ayak basar-basmaz ne oluyor ki? Ne değişiyor hayâtında? Vücudunda ne değişiyor? Çoğu kimse 18 yaşına girdiğinin farkına bile varmıyor. Vahdetya’lılara göre insanlarda meydana gelen değişiklikler masa-başında belirlenerek değil, hayatlarında görülerek gerçekleşir. Yaşadıkları değişikliklerin onları etkilemesi gerekir. Onlara bir şeylerin değiştiği duygusunu tattırması gerekir. İşte bulûğ çağı bu etkiyi fazlasıyla yapar insanda. Vel hâsıl kelam; Masa-başında belirlenemez kimin ne zaman sorumlu olacağı.

Vahdetya’da ahlâki noktada sürekli bir toplum baskısı vardır. Bu baskı özellikle cinsel ilişkiler düzleminde görülür. Çünkü insan nefsinin dizginlenmesi veya disipline edilmesi en zor düzlem cinsel ilişkiler düzlemidir. İnsanları cinsel düzlemdeki sapıklıklardan engelleyebilecek iki şey; öncelikle kişi­lerin sâhip olduğu ahlâki ilkeler ve daha sonra top­lumsal çevrenin ahlâki baskısıdır. Bir insan için sâhip­lendiği ahlâki ilke başlı-başına yeterli olmasına rağmen, toplumsal çevrenin ahlâki baskısının da bü­yük önemi vardır. Çünkü ahlâki ilkeler noktasında za­yıf olan bir-çok insan, toplumsal çevrenin ahlâki baskısını dikkate alarak böyle bir sapıklıktan ve rezâletten uzak durabilmektedir.

Haberleşme; telefon-telgraf ve mektupla yapılır. Bu işler için posta-hâneler vardır. İnsanlar akraba ve dostlarına hem hâl-hatır sormak, hem de sorularını-bilgilerini paylaşmak için bu haberleşme araçlarını kullanırlar.

Vahdetya’da “gün”, güneş battığı anda başlar. Diğer ülkelerdeki gibi yeni bir günün başlaması için gece yarısı saat 24.00 beklenmez. Çok anlamsız bulurlar bu belirlemeyi Ada’lılar. Sorumluluk yaşını 18 olarak belirleyenlerin bu belirlemesi ne kadar saçmaysa, yeni bir günün başlama saatini 24.00 olarak belirlemek de çok saçmadır Ada’lılara göre. Gece saat onikiden bir sâniye önce ne oluyor?, bir sâniye sonra ne oluyor? Neden gece saat 24.00? Vahdetya’lılar bunda bir bit-yeniği olduğunu düşünürler. Evet haklıdırlar; kapitâlistlerin bir belirlemesidir bu onlara göre. İnsanları psikolojik olarak gece geç yatırmaya teşvik edecektir bu “belirleme”. Geç yatan insan; en başta sabah namazına kalkamaz; uykusu düzensizdir ve bu yüzden sağlığı bozuktur; hayâtı disiplinsiz bir şekilde yaşadığı için verimi düşer ve daha bir-çok olumsuz durum oluşturur geç yatmak. Vahdetya’lılar diyor ki; “Yeni gün, güneş battığı anda başlamalıdır. Çünkü bu-anda Dünyâ’da muhteşem bir değişiklik yaşanmaktadır. Görsel bir şölen vardır gökyüzünde. Kimilerine göre bir gün daha kârlı bir şekilde geçmiştir, kimine göre zararla geçmiş bir gündür. İnsanlar bir günün daha geçtiğini net olarak görebilirler ve bu durum onları düşünceye sevk eder. Güneş önce solgunlaşır. Sonra yavaş-yavaş ufuktan kaybolur. Kaybolduktan sonra gökyüzü muhteşem bir renge boyanır. “Biten gün” sanki bizlere vedâ ediyordur ve bunu ihtişamlı bir şekilde göstermek ister gibidir”. İşte değişiklik böyle olur!, içi-boş “değişikliklerle” değil. Gün geceyle başlar Vahdetya’da. Dinlenilerek geçirilecektir bu gece ki, sabaha dingin bir şekilde uyanılabilsin. Aynı şölenin tersi sabah saatlerinde de yaşanır. Ada’lıların en çok sevdiği şeylerden biri de güneşin doğuşunu ve batışını seyretmektir.

Vahdetya’lılar yine aynı şekilde; “31 Aralık’ta, saat tam 24.00’de ne oluyor ve ne değişiyor gökyüzünde ve kâinatta?” diye sorarlar ve cevap verirler: kocaman bir “hiç”! Saat 24.00’den bir sâniye önce ile, saat 24.00’den bir sâniye sonrası arasında tüm kâinatta kayda-değer hiçbir değişiklik olmuyor. “O târihin” ve “saatin” içi bomboş. Evet; kapitâlistler yine şeytandan gelen bir emri yerine getirmişler ve insanları bu güne kilitlemişlerdir. Onlara çılgınca kutlanacak bir gün ve bir gece daha göstermişlerdir. Sınırsız yemek, sınırsız içmek, sınırsız(…) Vahdetya’lılara göre ise yılın başı hicrî takvimdeki gibi önemli bir olayın göstergesi olmalıdır. Hicri takvim aynı-zamanda hareketli, yâni dönen bir takvim olduğu için, bir özelliğinden ve içselliğinden bahsedilebilir. Yada bir mevsimin başlamasıyla yıl başlamalıdır Vahdetya’lılara göre. Yâni bir değişikliğin hayatta bir karşılığı olmalıdır. O şey, onunla berâber değişmelidir. Her ne kadar ülkede güneş takvimi de geçerli olsa, durağan olduğundan dolayı anlamsız bulurlar bu takvimin yıl-başlarını.

Sokaklarda eski toplumların yaptıklarının yanı-sıra, Vahdetya’lıların yaptıkları çeşme, tuvâlet, han, hamam vs. de bol miktarda göze çarpar.

Ada’da akşam namazından sonra sokaklarda hemen-hemen kimse görülmez. Sâdece; câmiden çıkıp evlerine gidenler, sohbetlerden dönenler ve özel bir durum için sokağa çıkmış olanları görebilirsiniz. Akşamları ve geceleri kimse sokakta “çıt” çıkarmaz/çıkaramaz. İnsanlar komşularını rahatsız edecek bir gürültü yapmazlar/yapamazlar. Çünkü Ada’da komşu hakkına çok dikkat edilir. Gerçek “insan hakları” Vahdetya’da görülür. Vahdetya’da insan-hakkına çok önem verilir; “çocuk hakları”, “kadın hakları”, “hayvan hakları”, “hasta hakları” gibi zırvalar yoktur. Bunlar şeytanın öğretisi olup tağûti devletler tarafından yürürlüğe konmuş komikliklerdir. Büyük bir kandırmacadır bunlar. Haktan çok haksızlık getirir. Vahdetya’lılara göre: “insan hakkı” denildikten sonra; “kadın hakkı”, “çocuk hakkı”, “hasta hakkı” vs. demek abes olur. “İnsan hakkı” hepsini kapsar çünkü. Ayrıca diğer “hakları”! söylemeye gerek yoktur. Aslında “hak” denildikten sonra başına “insan” yada ”hayvan” ön-ekini koymak bile abesle iştigal olur. Bir yerde “hak” varsa orada her türlü “hak” mevcut demektir Ada’lılara göre. Bu “hak”ları ayrı-ayrı ele almaya gerek yoktur.

Vahdetya’da hassas konulardan biri de “kadın”dır. Ada’da kadın denince ilk olarak “ana/anne” akla gelir. Her kadın bir anne adayıdır çünkü. Annelik için Allah tarafından her şey verilmiştir kadına. Allah, kadınlara annelik görevini vererek onlara bir saygınlık bahşetmiştir aslında. Bu yüzden kadınların saygı-değerliği özenle korunmalıdır. Şeytan bu konuda devâmlı olarak bir açık arar çünkü. Küçük bir açık bile bulsa genelde başarılı olacağından dolayı bu konuda Kur’ân’i önlemler alınmıştır. Bu yüzden Vahdetya’lılar kadının toplumda fitne-aracı hâline gelmemesi için bu konudaki Kur’ân’i hükümleri sıkı bir şekilde uygularlar. Bu, kadınlara baskı yapılması demek değildir. Onları Kur’ân’ın ön-gördüğü gibi bir koruma girişimidir yaptıkları. Ada’da kadınların %90’ı ev-hanımıdır. Vahdetya’lılara göre ev-hanımlığı çok önemli ve ağır bir “iş”tir. Ev-hanımları için “çalışmıyor” denilemez. “Evde yaptıkları işin aynısını dışarıda yapınca “çalışıyor” oluyor da; aynı işi evinde yapınca neden “çalışmıyor” olsun ki?” derler. Kadınların hepsi tesettürlüdür. Tesettür emrinin şuuruna varmış olan hanımlar bu konuda bir sıkıntı yaşamazlar. Zâten kadın fıtratıyla uyumlu olan bu kural şuurlu bir şekilde yapıldığında usanç vermez kadınlara.

“Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki câhiliyet devri çıkışı gibi süslenip çıkmayın, namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin!..” (Ahzab Sûresi 33) Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah lâtiftir, haberdar olandır” (Ahzab Sûresi 34) âyetleri kadınların nasıl bir hayat yaşamaları gerektiğini belirler. Hanımlar bu âyetleri ciddiye alırlar ve câhiliye kadınları gibi süslenip-püslenip sokak-sokak gezmezler. Yapmaları gereken şeyin farkındadırlar çünkü. Bunu Kur’ân öğretmiştir onlara.

Kadınlar temizliklerine önem verirler, fakat “makyaj” yapmazlar. Kurumayı ve yıpranmayı önleyici bitkisel kremler ve çok belli olmayan sürmeler çekerler ve kimsenin dikkatini çekmeyecek ve “rahatsız etmeyecek” kokular kullanırlar en fazla. Güzel kokuyu severler. “Ne de olsa Peygamberimizin sevdiği üç şeyden biri güzel kokudur” derler. Kadın giyiminde ve görünümünde en önemli kural “dikkat çekmemek”tir. Meselâ sokağa ev-elbiseleriyle çıkmazlar. İsterse bu kısa bir süreliğine olsun fark etmez. Hattâ bu kural erkekler için de geçerlidir. Giyim-kuşam, sürme, koku, yürüyüş, bakış, konuşma vs. hiç-bir konuda dikkat çekecek ve kendilerini belli edecek tavırlara girmezler/giremezler. Bakışlarını yere indirsinler”.. emrini dinlerler. Her kadın bir “Meryem” olma yolunda hareket eder. “Edeb Ya Huu!” sözünü baş-tâcı eder Vahdetya’lılar.

Kadın; seküler Dünyâ’nın en çok istismâr ettiği unsurdur. Bir de bunu yaparken onlara özgürlük getirdiklerini iddia ederek gülünçleşirler. Kadını “paçavraya çevirerek” nasıl bir özgürlük! verdikleri ortada olduğu hâlde bunu nasıl savundukları düşündürücüdür. “Tesettürlü kadın için: “özgür değiller” derken, açık-saçık olan ve her türlü zulme mâruz bırakılan kadınlar nasıl olur da “özgür! olurlar anlamak imkânsızdır” derler. “Kadınlar için “evlerinizde vakarınızla oturun” diyen Kur’ân-ı Kerim’i dinlemeyen seküler ülkelerin tağutları, çeşitli şeytanlıklarla evden çıkardıkları kadınların saygınlıklarının azalmasına sebep olmuşlardır. Artık kimse onlara “anne” gözüyle bakmaz hâle gelmiştir. Onları bir nesne, bir cinsel obje olarak göstermişler ve her türlü şeytanca işlerinde kullanmaya başlamışlardır. Öyle ki; kadının kullanılmadığı bir alan kalmamıştır. Kadın evine giremez olmuştur. “Anne” olamaz olmuştur. Kadının duyguları, onuru, şahsiyeti ve kadınlık özellikleri ayaklar altına alınmıştır. Kadın deyince insanların! aklına artık “başka şeyler” gelmeye başlamıştır. Yâni kadınlar evlerinden bir çıkmışlar..; değerleri düşmeye başlamıştır. Hâlbuki İslâm onları zamânında bataklıktan çıkarıp baş-tâcı etmişti. Onlara “özne” gibi davranılmasını sağlamıştı. Nesnelikten çıkarmıştı onları. O zaman da kadınlar şimdiki gibi her türlü çıkar-aracının çarkında bir dişli görevi yapıyorlardı. Vahdetya dışındaki Dünyâ’da şimdi de öyledir; “Kadının kadınlara has özellikleri istismâr üzerine istismâr edilmiştir” derler. İşte bu sebeplerden dolayı Vahdetya’lılar; “Bir milletin kurtuluşu için kadınların mutlaka sokaktan eve çekilmesi gerekir” diye düşünürler. Sokaktan çekmek gerekir onları vakarlarıyla oturacakları evlerine; vakarlarıyla çalışacakları işlerine; anneliğe..

Vahdetya hanımları; “Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan her-hangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kâlbinde hastalık bulunan kimse tamâh eder. Sözü mâruf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resûlüne itaât edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sâdece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Oturun da evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti anın. Şüphe yok ki, Allah lâtifdir, her-şeyden haberdardır” (Ahzab Sûresi 32-34) âyetlerini üstlerine alırlar ve bu âyetleri düşünerek hayatlarına yön verirler.

Vahdetya’da ata-erkil bir yapı hâkimdir. Kadınlar diğer ülke kadınları gibi ev-dışına zorlanmamış ve alıştırılmamışlardır. Vahdetya’lılara göre kadınlar özgürlüğün ve mutluluğun zirvesini ancak evlerinde yaşarlar ve yaşayabilirler. Fıtraten bunun daha uygun olduğunu düşünürler kadınlar için. Aksi hâlde fıtratla çelişildiğinde zulüm başlar. Kadınlar da bu durumdan rahatsız değildirler. Tabi bu hiç evden dışarı çıkmamak demek değildir. Kendi aralarında oluşturmuş oldukları sohbet meclisleri vardır ve bu sohbetleri düzenli olarak tâkip ederler. Çalışan kadınların dışındakiler genelde “fıtratlarıyla da uyumlu olarak” evleriyle, çocuklarıyla ve mânevi hayatlarıyla ilgilenirler. Çalışan kadınlar ise buna yaptıkları işleri de dâhil ederler. Ülkede kadınların biat etme hakkı vardır fakat biat edilme hakkı yoktur. Yâni kadınlar “Vahdetya’nın İmamı/Ümmetin Halifesi” olamazlar. Lâkin tüm Vahdetya kadınları her türlü düşüncelerini özgürce söyleyebilirler ve bunu en yüksek makâma kadar iletebilirler. Kadınlar iş-yerlerinde erkeklere âmir olamaz. Çünkü bu durum erkekler için fıtrata aykırı bir durumdur. Allah, Kur’ân’da dediği gibi erkekleri kadınlardan bir derece üstün yaratmıştır. Tüm Ada kadınları bu âyeti anlamışlar, îman etmişler ve de benimsemişlerdir. Bu yüzden hadlerini aşmazlar. Zâten Ada’lılara göre erkek ve kadın mutlak anlamda eşit değildir, olamaz da. Çünkü bu, kadınlar için bir zulümdür. Erkekler de bu “üstünlük” yüzünden kadınları aşağılayacak bir tutumda bulunmazlar/bulunamazlar. Vahdetya’lılar; “İslâm’ın kadınlar için uygun gördüğü bu durum, kadınların onurunun korunması ve istismâr edilmemesi için yegâne kuraldır. Aksi hâlde şeytan fırsat kollamaktadır” derler.

Vahdetya’da alkol bulunmaz. Tıb alanında bile kullanmak için farklı bir ürün geliştirmişlerdir. Ada’ya gelen gayr-i müslimler için bile her-hangi bir içki bulunmaz. Ayrıca sigara içen kimse yoktur Vahdetya’da. Hattâ gençler onun ne olduğunu da bilmezler. Televizyonda gördüklerinde de “neden sürekli olarak o şeyleri ağızlarında tuttuklarına” anlam veremezler. Kumarın hiçbir türlüsü yoktur ve olamaz. Zîna yapacak meşrû bir ortam olmadığı gibi, böyle bir yerin olması düşünülemez bile. “Şeytan işi pislik”  tâbir edilen hiçbir şey ve yer bulunmaz Ada’da. Daha çok emeklilerin uğradığı çay-kahve içilen ve sohbet edilen kıraat-hâneler, çay bahçeleri vs. vardır.

Fırsatçılık yoktur Ada’da. Fırsatçılığı şeytan işi olarak görürler. Zâten fırsatçılık yapacak bir ortam da yoktur.

Vahdetya’da; vekil, vâli, kâim-makam, muhtar vs. gibi yöneticiler seçilerek atanmaz görev yerine. Yöneticiler “milletvekili” değil; milletin-halkın “vekilleri”dir. Milletvekili gibi kişiler yoktur Ada’da. Zâten “Tek Vekil” olarak Allah’ı kabûl eden Vahdetya’lılar böyle bir gereksinim de duymazlar. Demokrasi/cumhuriyet/laiklik/sekülerizm/liberâlizm/modernizm kelimeleri sövgü olarak kullanılır Ada’da. Demokrasi, İslâm’a ters olduğu için çirkin görülür Vahdetya’da. Bu yüzden de demokrasinin fiîli yönü olan “seçim” yapılmaz. Onun yerine “gönüllü kabûl ediş” denilen dayanışma/biat vardır. Yeni imam zâten genel-irâdenin genel reyiyle/görüşüyle gündeme geldiği için polemik yaşanmaz. Yeni imam için aksi düşünceleri/eleştirileri olanlar görüşlerini bildirirler ve görüşlerinin dikkate alınmasını isterler. İmam değişikliği belki 20-30 senede bir olur. O da İmam’ın; vefât, sağlık, yaşlılık gibi nedenlerle görevini bırakıp, Yüksek Şûrâ’nın üç kişiden oluşan imam adaylarını açıklamasından sonra yeni imamın belirlenmesi için yapılan biat ile olan değişikliktir. İmamın görevini sürdürebilmesi için yedi senede bir Yüksek Şûrâ’nın güven-oyunu ve halkın rızâsını alması gerekir. Aslında yeni-imamın kim olacağı hemen-hemen bellidir. İmam adayları bu konumun ağırlığını bildikleri için; “ille de beni seçin” yaygaraları koparmazlar. Bu görevleri sorumluluk bilincine sâhip oldukları için kabûl ederler. Zâten yeni imam yetenek ve sorumluluk bilincine bakılarak seçilir. Adaylık doğal olarak oluşur. Zâten bu kişiler halkın tanıdığı ve teveccüh gösterdiği kişilerdir. Yüksek Şûrâ’ya ahlâk âbidesi yedi kişi içinden üç imam adayını belirlemek düşer sâdece. Vekiller ise İmam ve Büyük Meclis tarafından belirlenir ve görevine atanırlar.

Vâli, kâim-makam ve muhtarlar ise, dâhiliye vekilinin İmam ve vekiller kurulu ile birlikte o iş için yetiştirilmiş yetkin kişiler içinden seçtikleri şahısların atanması olarak gerçekleşir. Vâliliğe, kâim-makamlığa ve muhtarlığa atanacak olanlar bu işin eğitimini görmüş olanlardır. Bir yerleşim yerinde yapılacak olan her işten anlayacak, ahlâklı, düzenli, sistemli vs. şeklinde çalışacak olanlar arasından belirlenenler görevlerine atanırlar. Görev süreleri beş yıl olmakla berâber, halkın isteği üzerine görevleri uzatılabilir, görev yerleri değiştirilebilir ya da görevden alınabilirler. Bir vâli, kâim-makam ve muhtar; çevre, elektrik, su, iletişim, ısınma, temizlik, tâmirat vs. yapılması gereken her iş üzerine iyi bir eğitim almışlardır. Genelde mühendislik eğitimi ile birlikte aldıkları eğitimdir bu. Bu eğitimi muhtar bir yıl, kâim-makam üç yıl ve vâli dört yıl süreyle alır. İlk önce staj mâhiyetinde “yardımcı vâli, kâim-makam ve muhtar” olarak çalışırlar. Bu kişilerin en önemli özellikleri insan ilişkilerinin çok iyi olmasıdır. Tüm halk tanımalıdır onları. Çok sevilenlerin görevleri bir beş yıl daha uzatılabilir. Belli bir süreliğine göreve gelen bu kişileri halk seçtiğinde, onların uygunsuz davranışlarında görevden alınması zorlaşacağından, bu kişiler seçimle belirlenmezler. İmam ve Şûrâ tarafından atanırlar ve görevlerinde uygunsuz davranışlar ya da bir eksiklikte yer değiştirme veya açığa-alınma uygulanır.

Ada’da elektrik, su, iletişim, yol vs. ücretsizdir. Tabi bunlar ücretsiz diye isrâf denecek miktarda kullanılmaz. Ada halkı, akan dereden alınacak abdest için bile suyun isrâf edilmemesi gerektiğinin şuurundadırlar. İsrâf ve savurganlığın günahı doğurması kaçınılmazdır Vahdetya’lılara göre.

Allah insanların iki cihanda mutlu olması için kâinatı ve Dünyâ’yı tam insana göre yarattığı gibi, vahyini de tam bu kâinata uygun yaratmış ve peygamberlerini de onların kendi içlerinden en iyisini seçerek göndermiş ve öbür âlemde onları “ateş”ten koruyacak emir ve nehiylerini bu peygamberler aracılığıyla bildirmiştir. Bu bilince hakkıyla ulaşmış olan Vahdetya’lılar, hem bu Dünyâ’larını hem de öbür Dünyâ’larını mâmur etmek için Allah’ın bildirdiği gibi, hırsa kapılmadan fakat gayretle çalışırlar ve sünnetullah îcâbı buna ulaşırlar. Bunun netîcesinde de ömürlerinin sonuna kadar mutlu bir şekilde yaşarlar. Besmelesiz hiç-bir işe başlamazlar. “Besmelesiz yapılan iş Allah’sız yapılıyor demektir” çünkü. Allah’sız yapılan bir işe şeytanın karışmaması düşünülemez. Bu bilinçle Vahdetya’lılar her işlerine Allah’la, yâni besmeleyle başlarlar ve elhamdulillâh ile tamamlarlar.

Kısaca Vahdetya’lılar her işlerini nihâyetinde ebedî âleme göre düzenlerler. Ülkede tüm hayat bir ibâdete dönüşmüştür.

Vahdetya’da Din

Evet; Vahdetya bir İslâm devletidir. Resmî yazışmalarda adı “Vahdetya İslâm Devleti” olarak geçer. Vahdetya Ülkesi “İmamlık”la yönetilir. Bu yönetim şeklinin orijinâl bir yapısı vardır. Vahdetya’lılar müslüman olan Osmanlı Devleti’nde doğdukları için müslümandırlar. Zâten her doğan çocuk fıtraten müslüman doğar. Vahdetya’lılar bu “müslümanlık”larını yetişkinliklerinde de sürdürmüşlerdir. Ada’da bulunan Uzlak’lar ise Vahdetya’lıların tebliğleri ve örnek yaşantıları sonucu müslümanlığı kabûl etmişlerdir.

Vahdetya’da her doğan çocuğun ezan ve duâlarla isimleri konur. Konacak isimler müslüman isimleri olmalıdır. İsimler genelde iki isimli olurlar. Soy-ad kullanmazlar. Babalarının ve atalarının isimleri ve doğdukları yerlere nispet edilecek isimler kullanırlar tanınmak için. Meselâ; “Mustafa oğlu Ahmet Yahya” gibi. Çocuk daha küçüklüğünden îtibaren İslâm’i bir ortamda yetişir. Okuma-yazma bilmeden önce Kur’ân’ı arapça okumayı öğrenir. Bu iş annelerin görevidir. Çocuk, anne-babasını taklit ederek namaz kılmaya, ileriki yaşlarda da oruç tutmaya başlar ve İslâm’i bilinç küçüklükten îtibaren yerleştirilir. Çocuklar bulûğ çağına gelmeleriyle berâber hem ibâdetlerle mükelleftirler hem de âkil-bâliğ sayıldıklarından dolayı çoğu şeyden sorumludurlar.

Ada’da çok yoğun bir dînî eğitim vardır. Hattâ denilebilir ki Vahdetya’da tüm ilimler din binasının üzerine kurulur. Din, alt-yapıdır Ada’da. Tüm üst-yapılar bu alt-yapının üzerine kurulmalıdır. Bu, İslâm’ın kuralıdır zâten. Böylelikle hiç bir ilim, hiçbir iş-kolu, hiçbir unsur vs. dinden bağımsız olamaz. Her ilim vardır Vahdetya’da. Çünkü tevhid onu gerektirir.

Vahdetya’da din ve devlet işleri kesinlikle ayrı değildir. Lâik değildir Vahdetya, olması da düşünülemez. Bilâkis tüm işler dînin alt-yapısı dikkate alınarak düzenlenir. Peygamberimiz nasıl hem devlet başkanı hem de dînî önder idiyse, İmam Hârûn da hem devlet başkanı hem de dînî önderdir. Ada’da bundan sonra da tüm devlet başkanları aynı şekilde hem devlet başkanı hem de dînî önder olacaklardır. Aksi hâlde, bu iki kurum birbirinden ayrılırsa birisi diğerinin güdümüne girmek zorunda kalacaktır. Tabî ki Ada’daki önderlerin liderlikleri baskıcı bir liderlik değildir. Eleştirilebilirler ve sorgulanabilirler. Bu sorgulamayı edebe riâyet ederek herkes yapabilir. Meselâ; “şu işi neden böyle yaptın” deme hakkı tüm Ada halkında vardır. Bu hak İslâm eşitliğinin vermiş olduğu bir haktır. Dokunulmazlık diye bir şey yoktur Ada’da, lâkin herkes de “dokunulmaz”dır.

Vahdetya’lılar İslâm dinindendir, müslümandır ve İslâm’ın gereği olan “tek Allah” inancındadırlar. Bu “tek Allah” inancı kâğıt üstünde bir inanç değil, kâlplerde de karşılığını bulan ve yaşanan bir gerçekliktir. Kimse Allah’tan başka bir mercîden korkmaz, kimseden medet ummaz, kimseyi Allah’ı sever gibi sevmez. Şirkin tüm unsurları ber-taraf edilmiştir/edilir. Tevhidi hakkıyla yaşama çabasındadırlar. Toplumsal hedefleri Asr-ı Saadet dönemi gibi bir çağ meydana getirmektir. Kişisel hedefleri “Sahabe” olabilmektir. Vahdetya’lılar “sahabe gibi” olmayı değil, “sahabe” olmayı hedeflemişlerdir. Çünkü onlar sahabeliği; Peygamberimizi bir-anlık bir görmenin sonucu olarak değil, o’nun ahlâkıyla ahlâklanmanın sonucu olarak görürler. Peygamberimizin ahlâkıyla ahlâklanan, dolayısıyla Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanan ve hayâtını o’nun düzenlediği gibi düzenleyen birinin de sahabe olduğunu düşünürler. Doğru olan da budur zâten.

“Bunun nedeni şudur: Allah, bir kez bir kavme verdiği bir nîmeti, onlar kendilerindeki bu nîmete erme sebebini değiştirmedikçe değiştirecek değildir ve Allah, işiten ve bilendir” (Enfâl 53). Vahdetya’lılar bu âyette bahsedilen “nîmete erme sebebi”ni, Tevhid, yâni “Allah’tan başkasına kul olmama nîmeti” olarak düşünürler ve kabûl ederler. “Şirk başladığı zaman yozlaşma ve bozulma başlar” derler.

Kur’ân ve Sünnet bir Vahdetya’lının hayâtının en önemli iki ayağıdır. Bu iki ayak, diğer tüm dünyâ-işlerinin düzenlenmesi için olmazsa-olmaz şarttır. Kur’ân Vahdetya’lıların sâdece dilleriyle değil, kâlpleriyle de okudukları bir Kitaptır. Kur’ân ve sünnet eğitimi ilk önce annenin denetimde başlar ve sonra ilk-eğitim okullarıyla berâber eğitim sürecinin sonuna, oradan da hayâtın sonuna kadar devâm eder. Peygamberimizin sünnetini, yaşadıkları çağa taşırlar. Peygamberimizin, peygamber olarak yaptıklarını sünnet kabûl ederler. Her hadis Kur’ân’dan neşet etmeli ve bir sünnet içermelidir. Eyleme dönüşmemiş kuru sözleri hadis olarak pek kabûl etmezler. Vahdetya’lı âlimler bu konuda emek-ürünü çalışmalar yapmış, Kur’ân ve sünnetle uyumlu hadisleri ayırmışlardır. Bu işi çok önemsemişlerdir. Çünkü Dünyâ’daki müslümanların kopukluğunun ve dağılmışlığının sebeplerinden biri olarak, uydurulmuş ve pratik hayattan koparılmış olan hadisleri! görürler.

Ada’da fıkıh, donuk bir fıkıh anlayışından oluşmaz. Canlı bir fıkıh anlayışı vardır. Kur’ân ve sünnetin yol göstermesiyle her çağa taşınabilecek bir fıkıh anlayışı yaşanır Vahdetya’da.

Vahdetya’da herkes orijinâl metinden Kur’ân okumayı bilir. Çoğu Kur’ân’ı hıfzetmiştir. Ama esas olanın Kur’ân’ın hâfızı olmak değil hâmili olmak olduğunu, yâni hem metnini, hem mânâsını, hem de maksadını anlamanın/idrâk etmenin gerektiğini bilirler. Zâten ancak o zaman Kur’ân müslümanlara ”yol gösterici” olacaktır. Bu konu dikkate alınarak bir-çok değerli eserler neşredilmiştir. Vahdetya’da herkesin “makâlecik” denecek seviyede de olsa bir yazısı mutlaka vardır. Bunu bir ibâdet gibi algılamışlardır. Tabi o makâlenin yazılması için emek sarf etmeleri gerekmiştir. Düzenli ve sistemli bir okuma-yazma çalışması vardır Ada’da.

Tüm erkek çocukları bir sünnet olan “sünnet”i ufak yaşlarda olurlar. Bu olay bir şenlik ve duâ havasında geçer. Kız çocukları küçük yaşlarda tesettüre alıştırılırlar. Bu konuda annelerinden ve eğitmenlerinden, neden örtünülmesi gerektiği ile ilgili bilgiler alırlar. Bulûğ çağına gelmiş olan bir kız çocuğu örtünmenin şuuruna varmış birisidir artık. İnsanlar; konuşmalarına, gözlerine, hareketlerine vs. hâkimdirler. “Eline-diline-beline..” şeklinde formülleştirilen fıtri-İslâm’i ön-görülere uyarlar ve dikkat ederler. Bulûğ çağına gelmiş tüm herkes namaz kılar, oruç tutar ve ibâdetlerini dikkatli bir şekilde yapar. Bâzı istisnâlar dışında çalışma saatleri, namaz saatleri arasıdır. Her Vahdetya’lı kendine günde bir-iki saat ayırır ve Kur’ân’ı okuma ve idrâk etme çalışması yapar. Kur’ân nasıl bilinmesi gerekiyorsa o şekilde bilmenin gereği yapılır. Kur’ân’ı okumak demek aynı-zamanda anlamak demek olacağından, ayrıca bir anlama çalışması yapmayı abes bulurlar. Kur’ân’ın gönderdiği; fen, sosyal, târih, coğrafya, tıp, gök-bilim, yer-bilim vs. gibi değişik adreslere de uğrarlar. Bu eğitim onlar için çok önemlidir. Çünkü hayatlarını İslâm’i bir şuurla yönlendirmeleri gerektiğinin bilincindedirler.

Vahdetya’lılar, dünyâ-hayâtına çok önem vermelerine rağmen, asıl hayat olarak “âhiret hayâtı”nı görürler. Aslında dünyâ-hayatlarını âhiret hayâtına göre şekillendirmek isterler. Âhiret’in hesâba katılmadığı bir hayâtın Dünyâ’yı kirleteceğini bilirler. Âhiret bilinci onları dik ve diri tutar. “Âhiret inancı bir müslümanın kendine güven duymasını sağlar, onu cesur kılar, ona çalışma azmi verir” derler. Âhirete imanın Allah’a imandan daha önemli olduğunu söylerler. Çünkü nice Allah’a inanan vardır ki âhirete inanmaz, ölümle her şeyin bittiğini zanneder. Zâten Kur’ân’da da bu konu işlenir: “Andolsun, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, elbette 'Allah' diyecekler” (Zümer Sûresi 38) âyeti ile Allah inançlarını ifâde ederlerken; "İlk ölümümüzden başka bir-şey yoktur." Biz yeniden diriltilecek değiliz” (Duhan Sûresi 35) âyetiyle de âhireti inkâr ederler.

Vahdetya’da ayda bir kez İmam Hârûn liderliğinde toplanan Âlimler Meclisi, eğer varsa bâzı sorunları ele alır, yeni düşünceler ve anlayışlar dile getirilir, yeni fikirler üretilir. Yâni tefakkuh yapılır. Her mesele Tezekkür, Tedebbür, Teâkkûl, Tefakkuh ve Tefekkür süreciyle değerlendirilir. Hayâtı şekillendiren kânunlarda bir yetersizlik yada eksiklik varsa bu eksikler belirlenir ve değiştirilir ya da ilâveler yapılarak tamamlanır. Aslında bu “meclis” Vahdetya’nın beynidir. Diğer dünyâ-müslümanlarıyla ve diğer dünyâ-devletleriyle yapılacak olan dînî meseleler, tebliğler, ortak işler burada değerlendirilir ve karâra bağlanır.

Vahdetya’da irili-ufaklı pek-çok Câmi vardır. Câmiler genelde gösterişsiz olurlar. Câminin kıymetinin, süsünden değil içindeki cemaatten kaynaklandığını bilirler. Dünyâ’nın en gösterişsiz yapısı ve mâbedi olan Kâbe’nin nasıl bir kıymeti olduğunu örnek verirler. Bu yüzden câmilere, fazla süslememekle berâber çok iyi bakarlar. Çok temiz ve nezih yerlerdir ibâdethâneler. Câmilerin avlusunda sohbet yerleri ve aklı/ruhu rızıklandırmak için kurulmuş ilim-odaları vardır. Misâfirler ve yolcular için yatacak yer ve çeşitli yiyeceklerin bulundurulduğu mutfak bulunur. Buranın masraflarını halk karşılar. Vahdetya’lılar evlerini câmi minâresinden daha yüksek ve evlerinin pencerelerini de câmilerin pencerelerinden daha büyük yapmazlar. Câmilerden başka, mahâllelerde kurulmuş küçük mescidler de vardır. Buralarda namazlar kılındıktan başka koyu sohbetler de yapılır. Babalar namazlara çocuklarını, dedeler de torunlarını getirirler. Vahdetya’da hayat ezan ve namaza göre ayarlanmıştır.

Vahdetya’da ramazanın gelişi heyecanla beklenir ve ona ulaşıldığında da coşkuyla kutlanır. Ada’lılar pazartesi-perşembe oruçlarını, özellikle pazartesi günlerini oruçlu geçirdiklerinden dolayı oruca alışkındılar. Fakat ramazan orucuna daha farklı anlamlar yüklerler. Osmanlıdan kalma gelenekleri olan top sesiyle sahur ve iftarlarını başlatırlar-bitirirler. Herkes teheccüdlerini câmide kılmaya/yapmaya özen gösterir. Sabah namazları hep birlikte edâ edilir. Gün içerisinde Kur’ân dersleri yapılır. Zirâ ramazan ayı Kur’ân’ın inmeye başladığı aydır ve bu ay bu yüzden Kur’ân ayıdır. Alış-verişler daha canlıdır. Akşam iftar yemeklerini genelde misâfirleriyle birlikte yiyerek oruçlarını açarlar. Sahurların da birlikte yapıldığı olur. Terâvihi de kapsayan nâfile namazlar câmilerde/mescitlerde cemaat hâlinde kılınmaz. Herkes evlerinde/mescitlerde istediği rekat sayısı kadar nâfile namaz kılabilir ve bu namazları ramazan ayında istedikleri kadar arttırırlar. Zâten tüm nâfile namazları genelde cemaat hâlinde değil, kendi başlarına mescitlerde veya evlerinde kılarlar. Zekat, fitre, sadaka vs. normâl zamana göre iki katına çıkar. Vahdetya’da bol miktarda îtikaf câmileri vardır. İsteyen herkes bu câmilerde îtikafa girebilir. İki günden on güne kadar îtikafta kalanlara rastlanabilir. Ramazan ayı boyunca zekatlar-sadakalar, Kur’ân okumaları, namazlar, hoşgörüler vs. alabildiğine çoğalıp; uyku, fazla konuşma, tembellik vs. dünyâ-meşgâleleri ise alabildiğine azalır. Ramazan ayının incisi olan Kadir Gecesi Vahdetya’lıların en önemli gecesidir. Zâten diğer “gecelere” has bir şey yapılmaz. Ramazan ayının özellikle son on günü ibâdetlere; namaz, oruç, zekat, tefekkür vs. ve Kur’ân’ın tilâvetine ve “kıraat”ine daha fazla ağırlık verilir. Her ne kadar “son on gün”e daha fazla ağırlık verilse de aslında Vahdetya’lılara göre Kadir Gecesi yılın belli bir gününün gecesine tekâbül eden bir gece değildir. “Kur’ân’ın kendilerine nüzûl olduğu” geceyi Kadir Gecesi olarak kabûl ederler. “Kur’ân bir kişiye lafız-mânâ-maksat olarak ne zaman “inerse” o kişinin Kadir Gecesi o gündür-gecedir” derler. Yâni bir insanın Kur’ân’ın değerini ve yüceliğini anlamaya başladığı ve Kur’ân’ın o kişiyi değiştirmeye başladığı gündür-gecedir Kadir Gecesi; Kadri-kıymeti bilinen gece.. Ramazan dolu-dolu yaşandıktan sonra bayramla taçlanır mü’minler. Bayram namazı tüm Ada halkının katılımıyla gerçekleşir. Eş-dost ziyâretleri yapılır. Vahdetya’lılar bayramları cennetlere benzetirler ve dünyâ-hayatlarının sonunu “bayram” etmesi için Allah’a yalvarırlar. Her ramazanda kendilerini daha da bir derleyip toplarlar ve hayatlarını ramazan gibi yaşama gayretine girerler. Ramazanı âdeta tüm seneyi ve tüm ömrü ramazan gibi yaşamanın provası olarak görürler. Ada’lılara göre ramazan; Allah’ın tüm insanlara ve tüm kâinata nimetini sunması ve en yüksek seviyede rahmet etmesidir.

Ada’da Ramazan (fıtır) ve Kurban (adha) bayramları tüm müslüman âleminde olduğu gibi dînî bayramlardır. Zâten başka da bayram yoktur. Milliyetçilik zihniyeti olmadığı için “milli bayram” kullanmazlar. Ramazanda üç gün, Kurban bayramında ise dört gün çalışmaya ara verilir. Bunda başka, Kadir Gecesi sabahlara kadar süren ibâdetlerle yad-edilir. Onlara göre bu gecenin Ramazanın sâdece 27. gecesinde değil, otuz gün boyunca her gün ve gecesinde hattâ hayâtın her gün ve gecesinde aranması gerekir. Diğer özel gece olarak anılan mevlid, berat, regâip kandilleri kutlanmaz. Sâdece değinilir ve anılır. Her-hangi olağan-üstü bir şey yapılmaz bu günlerde. Osmanlı kültürünün bir ürünü olan ve Vahdetya’lılarca bidat kabûl edilen Kandil-Mevlüt gibi törenler yapılmaz. Vahdetya’da halk, geceleri teheccüde özel namazlarını câmilerde kılmayı severler. Bu mecbûri bir şey değildir ama namaz ve tertil ile derin-okuma programı olan teheccüdü herkes yapar. Câmilerin resmi din-görevlileri yoktur. En yetkin kişi namazı kıldırır. Bu “yetkin” kişi câminin imamı olarak kabûl edilir. Bu kişi, emekli olmuş ve namaz kıldırma işini üstlenmiş olan kişidir. Câmiler Kâbe’nin bir “şubesi” olduğu için onları Kâbe’den daha gösterişli yapmamaya özen gösterirler. Câmi dernekleri tarafından câminin temizliği ve bakımı yapılır. Câmilerin avlusunda misâfir odaları ve çay-kahve salonları vardır.

Vahdetya bir vakıf ülkesidir diyebiliriz. “Dökülen Yaprakları Toplama Vakfı”, ecdad gibi dağlarda kış günleri “Aç Kalan Hayvanları Doyurma Vakfı” gibi vakıflar vardır. Bu vakıfların gelirleri devlet ve halk tarafından sağlanır. Vakıflar Vahdetya’da her türlü sorunu, eksiği, zorluğu, yardımı, eğitimi, bakımı vs. işini üstlenmişlerdir. Halk her konuda yardım alabileceği bir vakıf bulabilir. İslâm’ın özünü ortaya çıkarmak ve yaşamak için her türlü gayreti gösterirler. İslâm’i olmayan hadis, rivâyet, menkîbe vs. leri ortaya çıkarıp halka ve tüm Dünyâ’ya duyurma görevini üstlenmiş vakıflar vardır. Ülkede bir şeyhül-İslâm yada diyânet işleri başkanlığı gibi kurumlar yoktur. İmam liderliğinde toplanan “Din İşleri Meclisi” bu işle yeterince ilgilenir. Herkes birbirini uyarmakla ve denetlemekle görevli olduğundan din-adamı sınıfına gerek duymazlar. Buna karşın ülkede bir-çok değerli âlim vardır. Bu kişiler Dünyâ’nın diğer âlimleriyle sık-sık görüşürler. Yılda bir kez de Vahdetya’da toplanan âlimler cemiyeti, Dünyâ’nın çeşitli sorunlarıyla ve Kur’ân-ı Kerim ile ilgili görüşmeler yaparlar. Yeni düşünceler ve fikirler ortaya konur. Bu fikirlerden uygun olanları kânunlaştırılır ve yürürlüğe konur. Her “müslüman ülkenin”! bu ilkeleri yürürlüğe koyması zordur tabi.

İlk-eğitim okulundan sonra sâdece dîni eğitim yapan ve asıl görevleri âlim yetiştirmek olan eğitim kurumları da vardır. Vahdetya’lılar tüm kâinatı Allah’ın âyeti olarak görürler. Zâten Kur’ân, satırlardaki âyetlere “âyat”, doğadaki âyetlere “âyet” der. Dolayısıyla âlim yetiştiren okullardaki talebeler Kur’ân’ın yönlendirdiği her adrese giderler ve ilimlerini alırlar. Hem “âyet”lerle, hem de “ayat”larla muhataptırlar. Bu okullara özellikle ”cins kafa” ya sâhip çocuklar yönlendirilir ve alınır. Çünkü Dünyâ’yı “mis gibi yapacak” olan da, pisliğe çevirecek olan da âlimler ve âlimciklerdir.

Ada’lılar okumaya çok düşkündürler. Ülkede her yıl yüz milyon kitap basılır. Bu sayı, adam-başına ortalama kırk kitap demektir. Bu da yaklaşık dokuz güne bir kitap düşmesi anlamına gelir. Her kitabı, bir Kitab’ı okumak için okurlar.

Ülkede müziğin bir kolu da ilâhilerdir. Beş-on kişinin kurdukları ilâhi grupları câmilerde, konferanslarda ilâhi söylerler. Kişisel olarak ilâhi yazan, besteleyen ve söyleyen kişiler de vardır. Bu sanat istismâr düzeyine getirilmez hiçbir zaman. Zâten Ada’lıların o kadar boş vakitleri yoktur ve genel durumları buna izin vermez. Ayrıca, dîni kullanarak kimsenin çıkar sağlamasına izin verilmez. Her ne kadar böyle girişimler görülmese de bu yasak her zaman dile getirilir ki cehâletten dolayı buna yönelinmesin.

Beş-altı âileden oluşan Kur’ân ve sohbet meclisleri, kendilerinin belirlediği uygun bir günde haftada bir kez bir âilenin evinde toplanırlar. Bu evlerde abartılmayan bâzı ikramlarla berâber, Kur’ân dersleri yapılır. Vahdetya’da Kur’ân dersi demek tüm ilimlerin konuşulması demektir. Değişik ilimler farklı kişiler tarafından üstlenilir ve o kişiler o konuda araştırma ve öğrenme sürecine girerler. Bu öğrenilenler daha sonra sohbetlerde paylaşılır. Böylece hem zengin bir sohbet gerçekleşir, hem de Kur’ân’ın anlaşılması kolaylaşır. Ada’lılar sâdece Kadir Gecesi’nde ve bu sohbet günleri geç saatlere kadar uyanık kalırlar. Sohbetler üç-dört saat sürer. Bu sohbetlere âilenin en küçük ferdine kadar herkes katılır. Buralar kişilerin esas bilgilendikleri ve bilgilerini paylaştıkları yerlerdir. Sohbet her hafta farklı bir âilenin evinde olur. Namaz kıldırma  ve sohbet sunumunu ev-sahibi yapar. Bir-kaç sohbet-meclisi ara-sıra bir-araya gelir. Ayrıca her âile haftada bir-iki saat de âile dersi yapar. Bu dersler çocukların anlayış seviyesine göredir. Vahdetya bir sohbet ülkesidir. Zâten İslâm’da bir sohbet kültürü vardır ve İslâmiyet bir sohbet dinidir. Çünkü sohbet-muhabbet insanları kaynaştırmanın en güçlü unsurudur.

Tüm Vahdetya’lılar Kur’ân ile yoğrulmuş olduklarından, Kur’ân’a çok âşinadırlar. Her-hangi bir kaynakta yazılmış olan bir rivâyet, hadis ve menkîbeyi Kur’ân’ın süzgecinden geçirmeden doğru olarak kabûl etmezler. Anlayamadıklarını ise ”bir bilen”e sorarlar. Ada’lılar mezhep olayını bir tercih olarak görürler. Doğuştan mezhepliliği kabûl etmezler. Zâten İslâm, özgür irâde ile yapılmadığı zaman ibâdetleri ve hattâ îmanı bile kabûl etmez. Mezhebin söylediklerini Kur’ân’ın ve Sünnetin süzgecinden geçirip eğer onay alıyorlarsa o konuyu kabûl ederler ve uygulamaya koyarlar. Mezhepli olmayı değil ama mezhepçi olmayı şiddetle kınarlar. İslâm’ın ve müslümanların hâl-i pür melâlinin sebebi olarak bu dağılmışlığı gösterirler. Bu dağılmışlığın yegâne sorumlusu mezheplilik değil ama mezhepçiliktir. Mezhepçilik uğruna ne şeytanlıkların yapıldığını iyi bilirler. Osmanlı’dan kalma bir Hanefi kültürü vardır Ada’da ama, mezhepçiliği değil de mezhepliliği savunduklarından dolayı ille de Hanefiliğin tüm söylediğini kabûl edip almak zorunda görmezler kendilerini. Diğer Sünni ve Şii mezheplerden aldıkları ve kabûl ettikleri görüşler ve yorumlar da vardır. Zâten Mezhebi; bir yorumlayış, bir anlayış olarak görürler. Gerçekten de öyledir. Onlar için aslolan Kur’ân ve Sünnettir.

Vahdetya’lılar Kur’ân âşığı bir toplumdur. Onu hayatlarının her alanına taşıma gayretindedirler ve taşımışlardır. Kur’ân’sız bir an bile geçirmek istemezler. Bu nedenlerden dolayı ceplerinde her zaman bir Kur’ân-ı Kerim bulundururlar. Hattâ büyük bir sıra-dağ silsilesinin eteklerine Kur’ân’ı Arapça harflerle yazmışlardır. Bu yazı tüm dağı kapladığı için dağın ismine Kur’ân Dağı adını vermişlerdir. Bu şaheser tüm dünyâ-müslümanlarının ve insanlarının ilgisini çekmiş ve ziyâretlerine sebep olmuştur.

Evet; Vahdetya bir din devletidir. Bir İslâm Devletidir. “Lâik-İslâm”, “Türk-İslâm” sözleri gibi zırvaları şeytanın oyunları olarak görürler. Milliyetçiliğe, kapitâlizme, “mutlak sosyalizm”e, “mutlak komünizm”e, liberâlizme, demokrasiye vs. şeytanın her türlü ideolojilerine düşmanlık derecesinde karşıdırlar. Şöyle bir bakıldığında Dünyâ’nın perişan hâlinin sebebi bu ideolojilerdir gerçekten de.

Tebliğ, Vahdetya’lıların ve Vahdetya Devleti’nin en önemli işidir. Kendilerine tebliğ, âilelerine tebliğ, komşulara tebliğ, müslümanlara tebliğ, diğer dünyâ-ülkelerindeki insanlara tebliğ ve Kur’ân okurken eğer cinler onları dinlemeye gelirlerse cinlere de tebliğ. Evet; tebliğ Vahdetya’nın en önemli konusudur. Tebliği; bizim mezhebe gel, bizim târikata gir, bizim gruba katıl vs.  diye yapmazlar. Zâten böyle bir kurumları yoktur. Mezhep, târikat grup vs. yoktur Vahdetya’da. Tebliği; “bize gel” diye değil, “Kur’ân’a gel”; “kendine gel” diye yaparlar. Yâni tebliği, nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yapmaya gayret ederler. Tabi ki en zor iş bu tebliğ olayıdır. Tebliği bir sanat olarak görürler. Herkesin tebliğ yapamayacağını düşünürler. O yüzden onları en çok yoran ve meşgul eden konu bu “tebliğ” konusudur.

Cuma günleri tüm Ada’da hayat durur ve Cuma namazı kılınır. O gün istirahat günüdür zâten. Kurban ibâdetine herkes katılır. Kurban yardımları yardım kuruluşlarıyla Dünyâ’nın diğer ülkelerindeki “muhtaç”lara götürülür/gönderilir. Ülke, Dünyâ’da sesini en çok yardım kuruluşlarıyla duyurmuştur. Başta Allah’ (c.c.) ın, sonra da bu derneklerin ve kuruluşların sâyesinde tüm Dünyâyla bir gönül-bağı oluşmuştur. Her tür yardım bu dernekler tarafından Dünyâ’nın müslüman olsun-olmasın tüm muhtaçlarına iletilir. Yardım derneklerinin aşırı büyümesine izin vermezler. Bunun yerine çok sayıda yardım kuruluşunun olmasını savunurlar. Böylece olası bir yolsuzluğun önüne geçerek şeytanı etkisizleştirirler.

Vahdetya’da İslâm Dînî’nin Peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) karşı çok derin bir sevgi beslenir. “O’nda sizin  için güzel bir örneklik vardır âyetinin gereğini hakkıyla yerine getirirler ve o’nun gibi bir müslüman olmak yolunda çaba sarfederler. O’nun hakkında konuşurken “destek” anlamındaki “salâvat” sözünü söylerler ve bu “desteği” o’nun misyonunu yerine getirmeye çalışarak gerçekleştirirler. Tüm Peygamberleri de anarlar, onlara saygı duyarlar ve onları da severler ama en çok tanıdıkları peygamber, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğu için en çok da o’na sevgi duyarlar. Tanıdıkları ve idrâk edebildikleri oranda da sevgileri artar. Muhammed ismi çoğu kişinin ön-adıdır. O’nun hayâtını ilk-eğitim okuluna giden çocuklar bile ayrıntısıyla bilir. Vahdetya için bir “Sünnet Toplumu”dur diyebiliriz. Çünkü Sünnet, Peygamberce yaşama kılavuzudur.

Vahdetya’da kırk yaşına gelen herkes “Hacı”dır. Bu yaşa gelmiş olanlar her-hangi bir sağlık yada başka sorunları yoksa sistemli olarak o yıl hac ve umre vazîfesi için Arabistan ülkesine; Mekke ve Medîne’ye giderler. Tekrar-tekrar gitmek isteyenlere de imkân tanınır.

Yaşamından ölümüne kadar insana din-unsuru eşlik eder ve etmelidir. İki cihanda mutluluk ancak bu şekilde sağlanabilir. Hattâ Dünyâ’da gerçekten ve istikrarlı bir şekilde mutlu olmanın başka da bir yolu yoktur. Vasiyet yazmayı tüm Vahdetya’lılar bir görev bilir ve herkesin vasiyeti cebindedir. Azrâil (a.s.)ın ziyâret ettiği Vahdetya’lı bir müslüman; ilk önce yıkanır, önceden hazırlamış olduğu kefene sarılır, güzel kokularla donatılır ve cenaze namazı kılınır. Şehrin tam ortasında bulunan kabristana kadar omuzlarda taşınan mevtâ, İslâm’i kurallara göre gömülür. Ölünün başında yas-tutma, bağırma-çığırma, ağıt-yakma gibi kendini kaybetme durumları görülmez. Bir insanın nerden gelip nereye gittiğini gâyet iyi bilen Vahdetya’lılar mevtâyı hayırla yâd-ederler, Allah’tan, onun rahmete nâil olması için samîmice dualar ederler.

Vahdetya “dârüs-selam”dır. Yâni “esenlik yurdu”. Yâni barış, huzur ve mutluluğun yaşandığı yerdir. Esasen İslâm’ın hâkim olduğu ve yaşandığı her toplum barış ve huzur topluluğudur.

Vahdetya’lılar kendilerini, “İslâm’ı yeniden diriltmek”le görevli hissederler. Bunu 1945’lerde kısmen, 1960’lardan sonra ise…

Vahdetya’lıların en büyük hayâli; Ümmet/İslâm/İnsan Birliği (kardeşliği) hayâlidir. İmam Hârûn ise bu konuyu çok daha ciddi ve derin düşünür. Onu en çok yoran konudur bu. Bunun için yapılması gereken çok şey vardır. İlk başta yapılması gereken şey, mezhebî kavgaları bitirmek ve Kur’ân-Sünnet birliğini sağlamak olmalıdır. İnsanlar ilk önce Kur’ân ve Sünnet etrafında toplanmalıdır. Bu nedenle müslüman ülkelere ziyâretler düzenlenmiş ve olumlu sonuçlar alınmıştır.

4. BÖLÜM

İmam Hârûn (Bir Liderlik Örneği)

Evet; Vahdetya Ülkesi yirmibeş yılı geride bırakmış ve 1955 yılına gelinmiştir. Yirmibeş sene zarfında Vahdetya’da oluşan genel durum, bu kadar kısa-zamanda kimsenin başaramayacağı kadar olağan-üstü bir durum gibi gözükür. “Bu Ada; nasıl oldu da bu kadar kısa-zamanda bir virâne şeklinden, cennetin bir şubesi şekline geldi” diye herkes birbirine soruyordu. Aslında bu duruma Vahdetya’lılar da şaşırıyorlardı. Sanki “birisi/birileri” onlara yardım etmişti. Başka bir açıklaması olamazdı. Çünkü mevcut durum rasyonellikle açıklanamayacak bir durumdu. Fakat Vahdetya’lılar bu başarının sebebini hissediyorlar ve sezinliyorlardı. Bu Ada’nın bu duruma gelmesinin nedenini; 1300 yıl önce Peygamberimiz (s.a.v.) in yaşadığı süreci çok iyi anlamalarına ve bu süreçten çok iyi dersler çıkarmalarına bağlıyorlardı. Ne olmuştu o zaman?..

Yaşanılan ortamdaki perişanlığın farkına varan ve bu çirkef durumdan dolayı içi-acıyan bir “kişi” nin bir çıkar-yol araması ve bu konuda derin düşüncelere dalması; sonra da Allah (c.c.)’ın bu “kişi”yi peygamber seçip ona melek Cebrâil aracılığı ile vahyetmesi; bu vahiyler aracılığı ile peygamberin ilk önce kendini, sonra da dâvet ve tebliğlerle diğer insanları eğitmesi ve inşâ etmesi; belli bir sayıya gelince bu vahiylerin o topluma açıkça duyurulması; bundan rahatsız olanların baskılarına mâruz kalmaları; bir süre sonra kendilerine hicret edecek bir yurt aramaları, bu yurda hicret etmeleri ve orada çok düzenli bir devlet kurmaları; burada “iç” ve dış îmârın yapılması; belli bir aşamadan sonra bâzı sertliklerin vuku-bulması ve en sonunda da çok büyük bir güce ulaşıp bulunulan kıtaya sâhip olunması ve tüm Dünyâ’ya yayılınması olarak kısaca ifâde edebileceğimiz bir süreç yaşanmıştı. Bu sürecin sonunda Asr-ı Saadet denen örnek olacak bir çağ meydana çıkmıştı.

Bu vahiy 1900 yılında da; toplanmış ve tüm Dünyâ’ya milyonlarca sayıda dağıtılmış nüshaları olan bir kitap olarak ortada duruyordu. 1300 sene önce yapılan ve yaşanan şeyler bugün de yapılabilir ve yaşanabilirdi. Hattâ şu-anda Kitap, Sünnet ve tecrübe ortada duruyorken daha kolay yapılabilmeliydi. Zâten sosyoloji kuralında da: “Bir kere olan bir kez daha olur” denmiyor muydu?

1900 yılının 14 Şubat’ında doğan İmam Hârûn’un, daha küçük yaşlarda çok farklı bir kişiliğinin olduğu anlaşılıyordu. Çok zeki, anlayışlı ve ciddi birisiydi. Biraz sert görünümü vardı ama aslında iç-dünyâsı “yumuşacık”tı. Daha çocuk denilecek yaşlarda kurduğu hayâller dinleyenleri şaşırtıyordu. Öyle bir ülke çizmişti ki kafasında, herkes ona hasta gözüyle bakmaya başlamıştı. Okuldaki başarısı olmasa onu deli îlan edeceklerdi. Çünkü kafasında çizdiği öyle bir ülkenin oluşturulmasını herkes çok uzak; hattâ imkânsız olarak görüyordu.

Daha üç yaşında okumaya başladığı Kur’ân-ı Kerim’i yedi yaşında ezberledi. Bir subay olan babası ona Kur’ân sevgisini aşılamıştı. Babası onun ilk hocasıydı. Ama ne yazık ki bir sefer sırasında ve henüz otuziki yaşında olan babasını yedi yaşındayken kaybetti. Annesi ona ilk ve tek çocuğu olduğu için çok iyi bakmıştı. Sağlam bir bünyesi vardı Hârûn’un. Çok çabuk kavrayan ve anlayan bir zihnî yapısı vardı. Yedi yaşında yetim kalan Hârûn, nârin bir yapısı olan ve eşinin ölümüne çok üzülen annesini de on yaşındayken yitirdi ve yetim iken öksüzlüğü de tattı. Evet İmam Hârûn on yaşındayken yetim ve öksüz kalmıştı. Çok üzülmesine karşın her açıdan dayanıklı olan Hârûn, bu acılara sabretmesini bildi. Çünkü biliyordu ki, eğer Allah’ın istediği gibi bir insan/kul olursa Anne-Babasını “ileride” yine görebilecekti.

İmam Hârûn’un babası onu İslâm’a adamıştı. Bunu vasiyetinde kayda da geçirmişti. Annesi vefât ederken onu Allah’a ısmarlayarak o da bir nevî “adama” yapmıştı. Yâni İmam Hârûn adanmış biriydi. Bir adaktı. İslâm’a adanmış bir adak.

Daha onbeş yaşındayken kurduğu Kur’ân ve sohbet meclislerinde yaptığı konuşmalar, bu halkanın çok hızlı bir şekilde genişlemesine sebep oldu. Aynı-zamanda baba mesleği olan askerliği kendine meslek edinmişti. Çanakkale’de gösterdiği başarılar üzerine kısa-zamanda yüz-başılığa kadar yükselmişti. Fakat o, son demlerini yaşadığı bu devletin ömrünün çok uzun olmadığını görebiliyordu. On yaşlarındayken pâdişah Abdulhamid onu ümitlendirmişti ama, hem dış/iç şeytanlar pâdişahı rahat bırakmamıştı, hem de Abdulhamid yeterli dirâyeti gösterememişti. Nihâyet “kurtuluş savaşı” denen bir “oyunla” devletin yapısı değişti. Evet; aslında değişen sâdece devletin yapısıydı. Çünkü ülke aynı ülke, insanlar aynı insanlar, memurlar-âmirler aynı memur ve âmir, kurumlar aynı kurum vs. her şey aynıydı. Değişen şey devletin ideolojisi idi. İmam Hârûn bu ülkede bundan sonra “mü’min” olarak yaşamanın imkânsız olduğunu yeni devletin ilk kurulduğunda görmüştü. Gerçi Osmanlı’nın son dönemleri din açısından dibe vuran bir dönemdi ama gene de dînin bir geçerliliği vardı. Dînin bir caydırıcılığı vardı. Dînin yıpranan tarafları gayretli çalışmalarla tâmir edilebilirdi. Lâkin fırsat olmadı.

İmam Hârûn 25 yaşındayken askerlik mesleğinden istifâ etti. Bu-arada askerlerin de katılımıyla sohbet halkası gün-be gün genişliyordu. Öyle ki 1926 yılında bir milyonu geçen bir izleyici kitlesi vardı. Tebliğler, nasihatler, öneriler “yeni devlet” tarafından dinlenilmediği gibi, İmam Hârûn yanlıları çok sert tepkilere de mâruz kaldılar. Kısa-zamanda bu sertlikler düşmanlıklara dönüştü. “Şeytanın organizasyonu” başarıyla sonuçlandığı için kendi cemaati dışındaki halk da ona tepki göstermeye başladı. İmam Hârûn’un önderliğindeki cemaat artık “devletin” düşmanıydı. Karşı-karşıya gelmeleri an meselesiydi.

“Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda göç edenleri, Dünyâ’da (ra­hat edip, tehlikelerden uzak kalacakları bir yere) güzelce yerleştireceğiz. (Onlara vereceğimiz) âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Onlar ki sabretti­ler ve Rabb'lerine (güvenip) dayanmaktadırlar” (Nâhl Sûresi 41).

  “(İçlerinden biri demişti ki:) Mâdem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o hâlde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktârını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın” (Kehf 16). Şirk ortamından uzaklaşın, gideceğiniz yer isterse bir mağara olsun. Şirk ortamından uzaklaşmak bereket getirir.

İmam Hârûn sürekli şu âyetleri düşünüyordu:

O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir (En-âm 165).

Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk (Kasas 5).

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sahibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sahibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır (Nûr 55).

“Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır (İnşirâh 5).

“Kim takvâ sâhibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir (Talâk 4).

İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır” (A'lâ 6-9).

İşte tüm bu nedenlerden dolayı İmam Hârûn yerleşebilecekleri yeni bir vatan bulma ve bir devlet kurma hayâlini gerçekleştirmenin zamânının geldiğini cemaate îlan etti. Alt-yapı hazırdı. Cemaat çeşitli bâdireler atlatmış ve “çürükler” ve “münâfıklar” ayrılmıştı. Yapılması gereken şey, kendilerine uygun bir kara-parçasının tespit edilmesiydi. Kurmaylarıyla görüşen İmam Hârûn; en uygun yerin, eski adıyla Korsan Adası, yeni adıyla Vahdetya Adası olduğunu gördü. Artık hicret zamânıydı. Artık çürüğü belli olmayan, içten çürümüş olan münâfıkların da ayrılmasının vaktiydi. Kuru kalabalıktansa “öz olan azlık” daha hayırlı ve iyiydi. Ada’ya hicretten önce yaşananlar böyleydi.

1955 Yılı Îtibariyle Vahdetya

İmam Hârûn Kur’ân’da Hz. Süleyman’dan mülhemle şöyle duâ ederdi: “Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin” (Sad Sûresi 35).

Vahdetya’lılar her zaman tebliği ön-plânda tutmuşlardır. “Kâlpler fethedilmeden tüm Dünyâ’yı fethetseniz de boştur” derler. Tabî ki tebliğ de bir yere kadardır Ada’lılara göre. “Tebliğ bir hedefin sâdece belli bir noktasıdır” derler. “Feth”in tam olarak gerçekleşebilmesi için fizikî şartları da yerine getirmek lazımdır. O yüzden İmam Hârûn sık-sık; “Allah’ım! bize bir sultan-güç bahşeyle” duâsını hep tekrarlıyordu.

Miladi 1955 yılına gelindiğinde Vahdetya Ülkesi tüm yapılanmalarını tamamlamış ve tâbiri câizse, şıkır-şıkır bir ülke konumuna gelmişti. Eğitim en ideâl seviyesini yakalamış, endüstri rayına oturmuş, tarım-hayvancılık zirve yapmış, ekonomi Dünyâ’nın en çok büyüyen ekonomisi olmuş, sanâyi, Ülke’yi kimseye ihtiyaç duymayacak bir konuma getirmiş, bilim-teknoloji Dünyâ’da çığır açmış, sosyal yapı güçlenmiş ve hedefine ulaşmış, kânunlar ideâl hâlini almış, tüm dış-dünyâ ile irtibat sağlanıp çok iyi bir hâle gelmiş vs. bir “ahlâk ülkesi” duruma gelmişti. Bu ahlâk pasif bir ahlâk değil, aktif bir ahlâktır. Zîra Vahdetya’lılar pasif ahlâkın tek-başına yetmeyeceğini bilirlerdi.

Vahdetya’da gelişen bir şey, bir olay daha vardır ki; bu olay Dünyâ’nın gidişâtını değiştirecek bir olaydır. Ada’ya has olan bu olay İmam Hârûn’un “büyük ideâl”ini gerçekleştirmek için bir ön-koşul olarak sunduğu şeyin gerçekleşmesini sağlamış olan olaydır. Bu olay askerlik ve bilim alanını ilgilendiren bir konudur. Evet; Dünyâ başta atom bombası olmak üzere süper silâhlar! tâbir edilen silâhları geliştire-dursun, Vahdetya’da başka bir caydırıcı unsur geliştirilmiştir. Bu gelişmede kimsenin bir etkisinin olmamasından ve şimdiye kadar görülmemiş bir şey olmasından dolayı patentinin Allah’a (c.c.) âit olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaşanan şey aslında Allah’ın (c.c.) bir nîmetidir.

Vahdetya ormanlarında yaşanan bir olay bu gelişmeyi sağlamıştır; Ormanda bulunan bir çukurcuğun içine, yağan yağmur sebebiyle su birikmiştir. Bu çukurun şeklinin ve derinliğinin çok özel olduğu sonraları fark edilmiştir. Bu çukurda birikmiş olan suya çarpan güneş ışınları kırılarak öyle bir yansıma yapmıştır ki, yanındaki 15-20 ağacı deldikten sonra, 33 metre ilerideki 7 metre boyunda ve 6 metre uzunluğundaki kayada bir delik açmıştır. Bu delikler aynı-zamanda muntazam düzgün deliklerdir. Bu çukurun derinliğinin önemi olaydan sonra yapılan hesaplarla fark edilmiştir. Çünkü; ancak bu derinliğe dolan suyun oluşturduğu kalınlıktaki saydamlığın yaptığı kırılma o özel ışınları meydana çıkarabiliyordu. Bu olayı gören ve dehşetle izleyen orman işçileri hemen yetkililere haber vermişlerdi. Çok geniş-çaplı yapılan incelemeler sonucu, meydana gelen olayın iç-yüzü bir süre sonra açığa çıkmıştı. Bu olay İmam Hârûn’u çok heyecanlandırmıştı. Çünkü “büyük hayâli”ni gerçekleştirecek bir araca sâhip olmak üzereydi. Mühendislerin ve ilim-adamlarının çalışmalarının sonucu şöyle açıklandı: “Özel bir şekil ve derinlikteki bu çukura dolan suya çarpan güneş ışınlarından çok özel iki tanesi, çok güçlü bir lazer ışını oluşturmuş ve bu olayı meydana getirmiştir”. Yaptıkları bir çok küçük-çaplı deneylerden sonra, doğal olarak oluşan olayın aynısı laboratuar ortamında da gerçekleştirilmiştir.

Bu bir silâhtır. Hem de Dünyâ’da kimsenin elinde bulunmayan bir silâh. Kimsede böyle bir silâhın olmasını bırakın, kimsenin düşünemeyeceği bir silâh. Üstelik yapacağı yıkım 100 atom bombası gücünde olacağı gibi; güneş gök-yüzünde bulunduğu sürece mühimmatı/enerjisi bedâvaya elde edilebilecek bir silâh. Bu olay ilk başlarda dünyâ-kamuoyuna duyurulmamıştır tabî ki de. Önce, laboratuarda oluşturulan bu mini-silâhın büyüğünü yapmayı tasarlamışlardır. Gayretli bir çalışma süreciyle yaklaşık altı ay sonra çalışmalar tamamlanmıştır ve  silâh artık ortadadır. 1.000 km. uzaklıktaki hedefine bir sâniyede ulaşabilen ışınlara sâhip bu silâh, bir sâniye önce hiçbir tahribat bulunmayan iki milyonluk bir yerleşim yerini, bir sâniye sonra haritadan silebilecek bir güce ulaşabilme imkânına sâhiptir. Yapılan denemeler silâhın başarıyla tamamlandığını ve gücünün büyüklüğünü göstermektedir. Artık yapılacak şey, bu silâhın adetlerinin çoğaltılması ve çeşitli büyüklüklere ve şekillere sokulmasıdır. Bu aşama da tamamlandıktan sonra; binlerce metre yüksekliğe gönderdikleri radara yakalanmayan yansıtıcıları yörüngelerine yerleştirirler. Ve böylece silâh olası bir duruma karşı kullanılabilecek duruma gelir. Evet; bu bir “dönüm noktası”dır.

Tabi ki de Vahdetya Ülkesi emperyalist ve terörist bir ülke değildir. Yıkıcılığı değil, yapıcılığı hedefler. Vahdetya’lıların hedefi Dünyâ’nın bir “sevgi Dünyâsı” olmasıdır. Fakat Vahdetya’lılar gerçekçidirler. Sertliğin gösterilmesi gereken yerde sertliğin gösterilmesinin gerektiğini bilirler ve bunu savunurlar. Sert davranması gerekirken o sertliği gösteremeyen ülkeleri ve insanları pasif, içi-geçmiş, korkak ve şeytan tarafından alt-edilmiş bir ülke ve kişi olarak görürler. Ada’lılara göre “sertlik” doğru kullanıldığında bir nimettir. Zâten her şey için bu kural geçerlidir. Bir şey Rahmani yönde kullanılırsa nimet, şeytâni yolda kullanılırsa zahmet getirir. Vahdetya’lılarda öyle hümanistlik falan yoktur. Bu gibi ideolojiler şeytan’ın ideolojileridir. “Gerektiğinde sertliğe baş-vurmayan toplumlara başka toplumlar sert bir şekilde musallat olurlar” derler. Vahdetya’lılara göre madde özünde şiddet taşır. Meselâ; bir ağaç kenarındaki dereden şırıl-şırıl akan, şelâlerden ihtişamla dökülen, üzerinde gemiler gezdiren, boğazlar kuruduğunda serinleten ve ekinlerin büyüyüp gıda hâline gelmesini sağlayan suyun özünde de şiddet vardır. H2O olarak ifâde edilen mâsum bir içeriği yoktur suyun. Hidrojen ve oksijen; onlarca metre yükseklerde, büyük bir şehri aydınlatabilecek kadar güçlü şimşekler çakarak ve tüm şehrin duyabileceği bir gürültü yaparak birbirlerine girerler ve suyu oluştururlar. Bazen de kâfir bir kavmi boğar. Her maddenin özünde şiddet vardır. Vahdetya’lılar ürettikleri bu silâhı caydırıcılık amaçlı kullanacaklardır. Allah onlara Dünyâ’nın selâmeti için böyle bir araç sunmuştur.

Vahdetya’lılar; “Allah Dünyâ’nın selâmeti için daha farklı bir nimet de sunabilirdi” derler. Zâten nimetin bir-çoğunu yaşamışlardı/yaşıyorlardı. Meselâ Allah onları bir ahlâk toplumu yapmıştı. Bu çok önemli ve etkili bir unsurdur. “İnsanların hayranlıklarını kazanarak da, sevgiyi ön-plana çıkararak da İslâm/İnsan Kardeşliği kurulabilir” gibi bir düşünceye: “Fakat bu şekilde bir yapı kurmak işler yolunda gitse bile hem çok uzun zamanlar alacak ve işlerin uzaması hedef saptıracak hem de tağutlar bu yapılanmaya fitne katmakta zorlanmayacaklardır” diye cevap verirler. Bu yüzden Vahdetya’lılar bu unsurların tek-başına amaçlanan hedefe götürmeyeceğini düşünüyorlar ve biliyorlardı. Zâten eğer bu şekilde şiddete başvurmadan da Asr-ı Saadet gibi bir çağın oluşturulması mümkün olabilseydi, bunu Vahdetya’lılardan da önce “âlemlere rahmet olarak gönderilen” Hz. Muhammed (s.a.v.) yapardı. Nede olsa “o” muhteşem bir ahlâka sâhipti ve bunu en iyi bir şekilde sâdece “rahmet sâhibi biri” başarabilirdi. Fakat o mübârek zat da nihâi hedefine bu şekilde; sâdece kâlpleri kazanarak, sâdece yumuşaklıkla, sâdece sevgiyle, sâdece hoşgörüyle ve sâdece güzellikle ulaşmamıştır. Vahdetya’lılara göre de bu eksik bir yoldur. Bu süreç (hoşumuza gitmese de) şiddetle birlikte yapılması gereken bir süreçtir. Şiddeti müslümanlar istemese de karşı taraf onları şiddete mecbûren zorlayacak ve sürükleyecektir. Eline silâh almış bir toplumun karşısına gül ile çıkmak tabî ki de saçmalık olacaktır. Ve unutmayalım ki; İslâm ahlâkıyla ahlâklanmış bir topluma karşı tağutlar mutlaka eninde-gecinde savaş açar. Hakîkate sadâkat gösteren her topluma mutlaka savaş açılır. Çünkü târihin her döneminde böyle olmuştur/olacaktır. Bu yüzden Vahdetya’lılar: “Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 216) âyetindeki hikmetin bu olduğunu düşünürler. Dediğimiz gibi Rahmet peygamberi bile nihâi hedefine mecbûren şiddeti de kullanarak varmıştır. Hem de o rahmet peygamberinin peygamberlik ömrünün her 40 gününe bir gün savaş düşmüştür. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Vahdetya’lılar gerçekçi davranarak, şiddet olmadan ve şiddetten kaçarak bu işin nihâyete ermeyeceğini düşünürler. Vahdetya’lılar: “bu din her konuda ahlâkı öne çıkarsa da, İslâm salt ahlâkçılık içeren bir din değildir” derler. Şu da var ki, Allah’ın yollarının sonsuz olduğuna da îman ederler. Evet; Vahdetya’lılar şiddeti “şiddetsizlik” için isterler. Çünkü; Rabbleriyle, kendileriyle, insanlarla, çevreyle, doğayla vs. her şeyle barışık insanlardır aslında Vahdetya’lılar. Öldürmede ileri gitmezler, lâkin; “kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında ise merhâmetlidirler”.

Tam o sıralarda dünyâ-emperyalistleri müslüman bir ülkeyi işgâl ederler. Mazlum ülke halkı zâten yoksulluktan bi-çâre durumdadır. Emperyalistlere karşı koyacak güçleri kalmamıştır. Bir de bu işgâl musallat olunca artık “bittik ya rabbi” demeye başlamışlardır. Allah “bittim” diyene “yettim” diyecekti tabî ki. İşte tam bu sırada İmam Hârûn işgalci devlete bir ültimatom göndererek derhâl ülkeyi terk etmelerini, aksi hâlde başlarına gelecek olan şeyin çok ağır sonuçlarının olacağını söyler. Bu ültimatoma alaycı ve sövgülü bir şekilde cevap veren kendini beğenmiş kibirli ülkenin müstekbirleri zulümlerini daha arttırırlar. Hazırlıklarını yapan İmam Hârûn son bir uyarı yapar. Çok ahlâksızca söylenen küfürlü bir cevap alan İmam Hârûn, düğmeye bastıktan bir sâniye sonra işgalci ülkenin askerî üsleri başta olmak üzere, tüm devlet kurumlarını güdümlenmiş lazer ışınlarıyla ortadan kaldırır. Artık bu yapıların yerinde sâdece, yetmişbeş metre derinliğe doluşmuş moloz yığınları vardır.

Bir-anda neye uğradığını şaşıran işgalci güçler ve dünyâ-ülkeleri gökten meteor yağdığını yada bir kuyruklu yıldızın Dünyâ’ya çarptığını düşünürler. Çok büyük şoka giren dünyâ-milletleri bu olayın nedenini ancak; İmam Hârûn’un canlı yayında özel silâhın tahribatları görüntüsü eşliğinde yaptığı uyarı dolu konuşmadan sonra anlarlar. İnanmak istemezler ama görüntüler ortadadır. Üstelik İmam’ın emriyle canlı yayın sırasında ülkeyi terk etmeye yanaşmayan işgalci güçlere ait 13 gemi, İmam’ın verdiği tâlimattan bir sâniye sonra bir-anda yok olur. İşte bu son olay inandırıcılık için fazlasıyla yeterlidir.

İmam Hârûn, işgalci güçlere, işgal ettikleri ülkeyi 24 saat içinde terk etmelerini emreder. 24 saati bir dakika bile geçerse ülkelerinin Dünyâ’dan silineceği tehdini de savurur. Bu korkuyla gözleri yuvalarından fırlayan işgalci güçlerin askerleri daha 24 saat dolmadan işgâl edilen ülkeyi terk eder. Tabi bu olay işgalci “süper güç!” için karizmanın fazlasıyla çizilmesi demektir. Diğer dünyâ-ülkeleri; “Eğer Dünyâ’nın süper gücü bu şekilde ber-taraf edilmişse, bize de oturduğumuz yerde oturmak düşer” diye düşünmeye başlarlar. Müstekbirler bir-ara Vahdetya’ya karşı bir ittifak oluşturmayı düşündülerse de hemen vazgeçtiler bu kararlarından. Çünkü kâlplerine korku düşmüştü bir kere, birlik olsalardı ne olacaktı ki?

Evet; Allah’ın izniyle en az bin-yıl ömürlü bir süper-güç doğmuştur Dünyâ’ya. Vahdetya Devleti yıkılsa bile, Vahdetya vesîlesi ile yeniden kurulan İslâm-medeniyeti en-az bin-yıl sürecek yeni bir süreç başlatmıştır. Maskelerini çıkarıp değişik maskeler takan münâfık ülkeler, İmam Hârûn’la görüşmek için Vahdetya Ülkesi’ne gelirler. Bu, İmam Hârûn’un da istediği bir şeydir aslında. İmam Hârûn’la anlaşmak isteyen devlet başkanları umulmadık bir şeyle karşılaşırlar; İmam Hârûn liderliğindeki Büyük Meclis, daha önceden tüm dünyâ-ülkeleri için insan fıtratına uygun olarak hazırladıkları yeni kânun-nâmeleri devlet başkanlarına iletirler ve bu tâlimatların altı ay içinde yerine getirilmesini isterler. Tabi bu isteklerini “politik sözler” içinde belirtirler. Bu tâlimatlar, anlaşılacağı gibi çok ağır tâlimatlardır. İçlerinde ülkelerin ideolojilerinin değiştirilmesi bile vardır. Ve bu tâlimatlar kamu-oyuna dağıtılırsa ki İmam Hârûn bunu da düşünmüş ve tüm sivil-toplum kuruluşları adı altında toplanan insanlara bu kânun-nameler bir bildirgeyle gönderilmiştir. Yâni artık devlet başkanlarına düşen şey bu tâlimatları kuzu-kuzu yerine getirmek olacaktır. Çünkü tüm dünyâ-halkları aynı-anda bu tâlimatları okuyorlardı. Bu tâlimatlar halkın çıkarına çalıştığı ve hep âdil kararlar içerdiği için içten-içe halk tarafından destekleniyordu. İmam Hârûn liderliğindeki Vahdetya Büyük Meclisi tarafından düzenlenen genelgeler, kurallar, tâlimatlar ve kânunlar tüm dünyâ-ülkelerine bir hafta içinde bildirildi. Müslüman ülkelere derhâl değiştirilmesi ve uygulanması için bildirilen yeni kânunlar ise Vahdetya’nın kânunlarıydı. Müslüman olmayan ülkelere, değiştirmeleri için gönderdikleri yeni kânunlar ise “fıtratla uyumlu” olan kânunlardı. Fıtrata uygun kurallar hazırladılar, yâni fıtrata uygun ana-ilkeler belirlerdiler. Çünkü onları İslâm dîninin kânunlarını uygulamaya zorlayamazlardı. Fakat fıtrata uygun kânunları uygulamaya zorlayabilirlerdi. Çünkü fıtrat tüm insanlarda aynı duyguyu yansıtırdı. Tüm insanlarda aynı format/fıtrat vardı çünkü. Tabi bu fıtri kânunlar; İslâm dîni fıtratla bire-bir uyumlu olduğu için İslâm kânunlarıyla da örtüşüyordu. Bu kânunlar fıtratla uyumlu fakat milletlerin/ülkelerin kendine-özgü özelliklerine dokunmayan kânunlardı.

Kânunlar uygulamaya konuldukça halkın hoşuna gitmeye başlamıştı. Bu durum başta İslâm’a, sonra da İmam Hârûn ve Vahdetya Ülkesi’ne karşı bir sempatinin doğmasına yol açmıştı.  Bu sempati zamanla İslâm’a ihtidâların (katılımların) artmasına sebep oldu.

İslâm Birliği (İslâm/İnsan Kardeşliği)

İşte tüm bu gelişmeler İmam Hârûn’un hayâlinin gerçekleşmesi için atılacak ilk adımdı. Artık “ikinci adım” da atılmalıydı. İmam Hârûn hemen tüm Dünyâ müslüman liderlerini Ada’ya dâvet etti. Üç gün süren görüşmelerden sonra Dünyâ’nın tüm müslüman ülkeleri İmam Hârûn önderliğinde gerçekleşecek olan “İslâm Birliği” projesini kabûl ettiler ve desteklediler. Zâten İmam Hârûn’un, hac zamânı Kâbe’de büyük kalabalıklara karşı İslâm/İnsan Birliği ve Kardeşliği ile ilgili yaptığı etkili konuşma, bu birliğin alt-yapısını büyük ölçüde hazırlamıştı. Aynı İslâm’i kültürü; en azından aynı Kitabı okudukları ve aynı Kitaba îman ettikleri için müslüman devletlerle anlaşmak çok da zor olmadı. Zâten müslüman ülkelerin kendilerine has özelliklerine dokunulmadı. Bilâkis; kültürleri, gelenek-görenekleri İslâm’la çatışmaması kaydıyla serbest bırakıldı. Bu kural, Gayri-İslâm’i ülkelerin insanlığa faydalı olan ve İslâm’la çakışmayan gelenekleri için de geçerliydi. Bâzı müslüman ülkelerin! temsilcileri biraz çekimser davranmasına rağmen birlik fikrini kabûl etmek zorunda kaldılar. Bu onların şahsî fikirleriydi. Çünkü bu birlik gerçekleşince sömürülerini yapamayacaklar, hattâ devlet başkanlarıyla birlikte kendileri de görevden alınacaktı. Halkın yararına olan kânunlar ve İslâm Birliği projesi tam destekle kabûl edildi. Bu “birlik” 1 Ocak 1960 yılında tüm müslüman ülkeler tarafından onaylandı.

7 Nisan 1960 yılında Ramazan ayının 27. gecesinde; bu geceye takâbül ettiği kabûl edilen “Kadir Gecesi” akşamı tüm çalışmalar bitirilip İslâm Birliği Dünyâ’ya îlan edildi. Bu gün, şeytanın istirahata çekileceği gün olacaktı Allah’ın izniyle. Tevhid ve adâlet, Hak ve Hakîkat Dünyâ’nın yüzüne gülmeye başlamıştı artık. Dünyâ’nın İslâm’ın boyasıyla boyanmasının vakti gelmiştir Allah’ın izniyle.

Ada’lıların güvenilirlikleri tüm dünyâ-insanlarını çok etkilemiştir. Çünkü fıtratlar güven duygusuna hayrandır ve onsuz yapamazlar. Tüm fıtratlar “güven”in olduğu yerde olmak isterler. Aslında müslümanların ve diğer insanların İslâm’a ve Vahdetya’lılara sempati duymasının ve İslâm’a/İslâm-Birliğine katılmasının asıl nedeni çok güçlü olan o mâlûm silâhtan ziyâde; Vahdetya’lılarda apaçık görünen iman-güven ve bunların sonucunda oluşan üstün ahlâk bilinci ve bu bilincin eyleme dönüşmüş olmasıdır. O mâlûm silâh sâdece süreci çabuklaştırmıştır. Böyle bir silâh olmasa bile “Allah’ın muhteşem bir nîmeti” olan “ahlâk toplumu” bu “birliği” yine O’nun izniyle ve farklı bir “nîmetiyle” bir zaman sonra yürekleri de fethederek başaracaktır. Çünkü bu Allah’ın (c.c.) vaâdidir. İnsanların fıtratlarına-yüreklerine hîtap eden böyle bir toplum eninde-sonunda o başarıya ulaşacaktır. 

Bu birlik öncesiyle-sonrasıyla bir “İslâm’i hareket”tir. Bu birliğe katılmanın ilk şartı doğal olarak müslüman olmaktır.

İslâm Birliğinden sonra tüm müslüman ülkeler arasındaki sınırlar, vizeler kalktı. İmam Hârûn İslâm Birliği başkanı kabûl edildi. Diğer müslüman ülkelerin de biatiyle halife unvânı da aldı. Ümmetin halifesi. Böylece hilâfet de “kısa bir aradan” sonra tekrar hayâta geçmiş oldu.

Her müslüman ülke kendi içinde ve dışında İslâm’i kânunlara uymak şartıyla serbestti. Kânun ve genelge değişikliği Vahdetya’ya bildirilmek zorundaydı. Müslüman ülkeler Vahdetya Devleti tarafından sıkı bir denetlemeye tâbi tutuluyordu. Bu ülkelerin başına İmam Hârûn’un tedrisâtından geçmiş ahlâk sâhibi ve iş-bilir yöneticiler atandı. Sistemli bir denetleme mekanizması kuruldu bu ülkelerde. Aslında bu denetleme mekanizması şeytana karşı kuruluyordu. Çünkü İslâm’a göre insanın düşmanı, yâni “öteki”si insanlar ve hayvanlar değil, şeytandır. Allah, şeytanı insanın “öteki”si yapmakla insanların kendi aralarında didişmelerini önlemek istemiştir.

Vahdetya’lılar her devlet için ayrı-ayrı plânlar, kurallar ve kânunlar belirlediler ve bunların pratiğe geçirilmesini biraz da diplomatik bir dille “tavsiye” ettiler. Afrikalı müslüman ülkeler için ön-görülen plân, oraları nerdeyse cennetin bir şubesi kılacak bir plândı. Başta su, gıda, iş, vs. gerekli olan ne varsa titizlikle belirlenmişti. İmam Hârûn bu konuya ayrı bir önem veriyordu. Bir-ara o devletlerden bir-kaçına yaptığı gezilerde gördükleri manzaralar! onu yasa boğmuştu. Önceleri; zengin toprakları sâyesinde kendi-kendilerine fazlasıyla yeten Afrikalılar, batılılar tarafından sömürülünce kendi-kendilerine yetmeyi bırakın, bir dilim ekmek, bir yudum su bulamayacak konuma kadar düşmüşlerdi. İşte ön-görülen bu plânda her şey bir düzene kavuşacak; çocukların bembeyaz dişleri ağlamalarının sonucu olarak değil, gülmelerinin sonucu olarak görülecekti. Hemen uygulamaya sokulan plân, gayretli çalışmaların sonucunda çok da uzun olmayan bir zaman sonra büyük ölçüde gerçekleşti. Vahdetya’lılar onlara önce balık yedirdiler, sonra da balık tutmayı öğrettiler. Ama her şeyden önemlisi, ahlâklarını inşâ edecek İslâm’i yaşantıyı devreye soktular. İmam’ın belirlediği kişiler devlet başkanı yapıldı. Artık onlar başlarının çaresine bakabilecek durumdaydılar..

Diğer dünyâ-ülkeleri de vizelerin kaldırılmasını önerdiler. Kısmi şekilde anlaşmalar yapıldı bu ülkelerle de. Ticâret daha da bir arttı Vahdetya ve müslüman ülkeler için. Tağûti ülkelerin yapacağı hiçbir şey kalmamıştı. Hareket alanları yok denecek kadar daralmıştı. Artık “oynayacak” yerleri yoktu. Üstelik vatandaşları hızla İslâm’a katılıyordu. Kitlesel ihtidâ hareketleri görülüyordu. Artık başta şeytan olmak üzere tüm şeytâniler “Allah’ın dilediği bir güne kadar” bir “köşeye” çekilmek zorundaydı. Evet; “Hak geldi bâtıl yok oldu” âyeti tecelli ediyordu.

Ada’ya ilk hicret ettiklerinde tağutlardan hiç kimse Vahdetya’lıların sonradan başlarına “belâ” olacağını düşünmemişti.

Vahdetya’lılar bütün bu yaşananları ve ortaya çıkan sonucu bir “nîmet” olarak görüyorlardı. Bu “nîmet”i, Allah’ın ön-gördüğü bir hayâtın yaşanmasına bağladılar. Demek ki Allah’ın “nîmet”i; yine O’nun ön-gördüğü bir hayâtın teoride ve pratikte hakkıyla yaşanmasına bağlıydı. İşte bu yüzden bu “nîmet”e yapılması gereken şükrün nihâyeti olmamalıydı. Çünkü Allah (c.c.) onları bu “nîmet” ile kutluyordu.

İmam Hârûn’un bir Ramazan Bayramı namazından sonra yaptığı şükür içeren konuşması, tüm Vahdetya’lıların ve onları canlı yayında seyreden tüm müslümanların gözyaşlarıyla secdeye kapanmalarına sebep oldu. Elhamdulillah sesleri; Allahuekber sesleri; Tekbirler; salâvatlar göklere karışıyordu..

Ada müslümanların Medîne’si olmuştu. Zâten Vahdetya’lılar da Anadolu’yu Mekke, Vahdetya Adası’nı ise Medîne olarak görüyorlardı. Vahdetya artık; Arz-ı Mukaddes olmuştur. Allah’ın insanları çağırdığı Dârüsselâm olmuştur. İnsanlar kendilerine zulmedip yıkılıncaya kadar da Arz-ı Mukaddes/Dârüsselâm olarak kalmaya devâm edecektir.

İmam Hârûn bir gece teheccüdünü yaptıktan sonra sabah namazı için deniz-manzaralı bir dağ başına gitti. Burada kıldığı sabah namazından sonra yaptığı duâ ve şükür gözyaşlarına karıştı. Çünkü artık çocukluğundan beri kurduğu hayâl Allah’ın izniyle gerçekleşmişti. Yine bir gece tefekkür hâlinde iken ve yapılanları düşünürken, bunların hepsini Kur’ân’a borçlu olduklarını, kendilerini inşâ eden şeyin Kur’ân ve peygamberin Kur’ân’ı yorumlama tarzı/metodu olan sünnet olduğunu hissetti ve tekrar anladı. Sonra Kur’ân’ı insanların kâlplerine/gönüllerine yazıyor olduklarını, hattâ tüm Kur’ân’ı sıra-dağların üzerine de yazdıklarını hatırladı. “Kur’ân’ı başka nereye yazabiliriz ki, Kur’ân’ı bu Dünyâ’daki herkese nasıl gösterebiliriz” diye düşünürken, başını yukarı kaldırdığında gözü Ay’a ilişti… 

İmam Hârûn, İslâm birliğinin ilânı olan 1960 yılından, hayâta gözlerini yumduğu 1983 yılına kadar da tüm gayretiyle hem kendisi için, hem Vahdetya için, hem de tüm dünyâ-müslümanları ve insanları için yoğun çaba harcayarak çalıştı. Dört çocuğunu birer İslâm evlâdı olarak yetiştirdi. Hanımı İslâm’ın saygın bir mü’minesiydi. 1983 yılının bir sonbaharında, Kasım ayının yirmibirinci gecesinde hasta yatağında; “Elhamdulillah” ve “Lâilâheillâllah”  diyerek son nefesini verdi. İmam Hârûn ölmeden bir sene önce görevini bırakıp Yüksek Şurâ ile berâber seçtiği ahlâk âbidelerinden oluşan üç adaydan birini Devlet Başkanı olması için halkın reyine/rızâsına bıraktı. Hiç-bir dahli olmadığı hâlde kendi tercih ettiği kişinin göreve getirilmesine çok sevindi. Böylelikle gönlü rahat olacaktı/ölecekti. Çünkü İslâm cemaatini parçalamaya yönelik “fesat rüzgarları”, imamın ölmesini muhtemel bir fırsat veya uy­gun bir zaman olarak görürdü. Böyle durumlar şeytan ve dostları için bulunmaz fırsatlardır. Bu yüzden İmam Hârûn, ölmeden önce devlet başkanlığını bırakmış ve yerine atanacak birinin hemen belirlenmesini istemiştir. Yeni seçilen imama: “Biz şimdiye kadar devlet yeni kurulduğu için her şeyi düzenlemeye gayret ettik, fakat artık devlet kemâle erdi. Sana tavsiyem şudur ki; bundan sonra devletin “yönetmeyi” daha az yapmasıdır. Çünkü “az yöneten” devlet en iyi devlet ve yönetimdir” dedi. Zâten Vahdetya’lılar devleti çok önemli bir organ olarak görmekle birlikte, devletin insanlar için olduğunu, insanların devlet için olmadığını bilirler ve sürekli dile getirirler.

Son günlerini; yazdığı son kitabıyla; veda konuşması niteliğinde yaptığı son hutbesiyle; ölmeden önceki son vakit namazını da kılmış olarak; duâsının kabûl olunmuş olması umuduyla; bir müslümanın yaşaması gereken örnek hayâtıyla ve her zaman örnek aldığı ve örnek gösterdiği Peygamber Efendimizle Cennette komşu olma duâları ve temennileriyle Azrâil (a.s.)’a ruhunu teslim etti. Cenâze merâsimine Vahdetya’dan ve tüm dünyâ-ülkelerinden yaklaşık beş milyon kişi katıldı. Böyle büyük katılımlar bir müslüman için hiç önemli değildir. Bir müslüman için cenâzesine kaç kişinin katıldığı değil, nasıl öleceği ve haşrolacağı önemlidir. İmam Hârûn da bu bilinçteydi. En sevdiği arkadaşları yıkadılar onu. Vasiyetinde her-hangi bir türbe yada dağ-başı gibi bir yer istememişti. Başkent’in ortasında bulunan büyük mezarlığa defnettiler. İki oğlu kabre indirdi İmam’ı. Duâlarla ve teşekkürlerle son yolculuğuna uğurlandı. “Bin aydan daha hayırlı bir gün” diye ifâdesini bulan ve bin aya tekâbül eden seksenüç yıllık bir ömür, ideâl bir insan ömrü olarak düşünülürdü Vahdetya’da. İmam Hârûn da bin aylık bir süre olan seksenüç yıllık ömrünü tamamlamıştı. Fakat İmam Hârûn’un yaşadığı her gün “bin ay”a bedeldi.

Evet; İmam Hârûn vefât etmişti; fakat İslâm sonsuza kadar yaşayacaktı. Allah’ın izniyle Vahdetya İslâm Medeniyeti de bin yıl yaşayacaktı..


5. BÖLÜM

Rüyâ

Yüzüne konan küçük ve tatlı bir bûseyle uyandı. “Günaydın” dedi karşısındaki güzel ve tatlı kız. Hârûn neye uğradığını şaşırmıştı. Etrafına bakındı; bir anlam veremiyordu. Tanıdık geliyordu Hârûn’a bu yerler ama farklıydı gördükleri. Gözü takvime ilişti; 12 Aralık 2010 Pazar yazıyordu. Ne olmuştu? Yataktan kalkıp pencereye yöneldi. Dışarı baktı; hafif bir yağmur yağıyordu. Komşularını gördü. Arabası aşağıda garajda duruyordu. Hanımı Selime kahvaltı hazırlıyordu. Halâ kendine gelememişken bir-anda; kendisinin malûlen emekli olmasına neden olan Romatoid Artrit hastalığının yol açtığı diz şişliği ve kemik bozukluğunun vermiş olduğu ağrı Hârûn’un kendine gelmesini sağladı. Ağrı kendine gelmesini sağlamıştı sağlamasına ama bu onun büyük bir hüzne boğulmasına de neden oldu aynı-zamanda. Çünkü gördüklerinin bir “rüyâ” olduğunu anladı. Bir-kaç saat önce sabah namazından sonra yaptığı duâ geldi aklına. Bu duâ gördüğü “rüyâ” ile uyumluydu. Evet; gördükleri bir rüyâ idi. Nasıl da gerçekçiydi öyle!. Yoksa “gerçek” miydi? Başka bir boyutta böyle bir şey mi yaşanmıştı? Yüzünü yıkadı, giyindi. Kahvaltısını yaptıktan sonra abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Rüyasını yorumlamıyordu. Yorumlanacak bir taraf görmüyordu çünkü. Allah’a, gördüklerini gerçekleştirmesi için yalvardı. Bu yalvarış “bilinçli” bir yalvarıştı. Ne istediğinin bilincinde olarak yapılmıştı duâ. İstediği şey gördüğü rüyaydı çünkü.

Yarım saate kadar geleceğini söyleyen Hârûn arabasına binerek evden ayrıldı. Hemen yüksekçe bir yere gitmeliydi. İçi onu öyle yüksek bir yere sürüklüyordu. Yaşadığı muhitin yanındaki dağların yamaçlarında, şehre tepeden bakan bir yere arabayı park etti. Yağmur aheste-aheste yağıyor, hem toprağa düşüyor hem de arabanın camına vuruyordu. Ortalık sessizliğe bürünmüştü. Sâdece yağmurun arabanın camına çarparak çıkardığı “tıp-“tıp” sesleri. Hârûn’un içi acıyordu. Boğazına bir şey düğümlenmişti. Birden Hârûn’un gözleri yaşlara karıştı. Bu gözyaşları onu biraz olsun rahatlatmıştı. Mırıldanarak; “Allah’ım! Ne kadar güzeldi. Nasıl da zevkliydi” diye iç geçirdi. Gösterdiği rüyâ için Allah’a hamdetti. Evet; çünkü bu yaşadığı olay şükredilmesi gereken değil, hamdedilmesi gereken bir “nîmet”ti.

Bir-ara yeniden hüzünlendi; “Nasıl olur da rüyâ olur” diyordu kendi-kendine. Bu gördükleri ne zaman gerçek olacaktı? Mutlaka bir gün gerçekleşecekti ama kendisi bunu görebilecek miydi? Vahdetya Ülkesi gibi İslâm’i bir ortamda yaşayamamak bir kere gelinen Dünyâ için büyük bir kayıp değil miydi? Gerçek mutluluğun yaşanacağı tek yer olan İslâm Devletini görememek… Yoğun bir şekilde sorular ve cevaplarla geçen yarım saatlik bir zamandan sonra birden cep telefonu çaldı; telefondaki ses, kızı Ayşegül’ün sesiydi: “Baba hani dersime yardım edecektin, ne zaman geleceksin?” diyordu. Hârûn; “beş dakikaya kadar geliyorum kızım” diyerek telefonu kapattı. Arabayı çalıştırdı ve ev istikâmetine doğru yol almaya başladı.

Büyük bir umutla; “bir kere oldu, neden bir kere daha olmasın ki” diye geçiriyordu içinden. Bir kez daha olmalıydı. Bir kez olan bir kere daha olurdu çünkü. Sosyoloji kuralıydı bu. Aslında bu kural Allah’ın kuralıydı her şeyden önce. Târihte bu kural hep böyle işlemişti. “Çok mu hayâl kuruyorum” diye sorguladı kendini, ama hemen vaç-geçti bu sorgulamadan. Çünkü Yahyâ Kemâl’in sözü gelmişti o anda aklına: “İnsan bu Dünyâ’da hayâl ettiği müddetçe yaşar”.

Yüreğinden gelen ses ona; “Bir kere daha olmalıydı.. Yeniden.. Asr-ı Saadet Çağı ve İslâm medeniyeti bir-kez daha yeniden kurulmalıydı ve bir kere daha yaşanmalıydı.. Neden olmasındı ki?..” diyordu. “İnşaallah” dedi…

Son Söz

Bu kitap; Plâton’un “kast sistemi”ne dayanan “Devlet”ine, yada Tommasa Campanella’nın “Güneş Ülkesi” ve Thomas Moore’un “mutlak komünizm”e dayanan “Ütopya”sına ve haksız/adâletsiz/uçuk bir şekilde düzenlenmiş diğer “ütopya”lara benzemez. Ütopya değildir zâten. (Bu kişilerin târif ettikleri devletleri ve yönetim biçimlerini mutlak anlamda eleştirmiyoruz, çünkü adâlete uygun yönleri de vardır). Bu kitapta söylenenler Allah’ın izin verdiği ölçüde gerçekleşmesi mümkün olan şeylerdir. Kitabın yazarı olan Hârûn Görmüş; bu kitabı bir roman olarak değil, daha çok bir “duâ” olarak yazmıştır. Bu kitapta geçen konular Asr-ı Saadet Çağı’na ulaşma sürecinden mülhemle yazılmıştır. İslâm’i hassasiyetle yazılmış bir kitaptır. Bu kitabın yazarı bu “duâ”yı her müslümanın yapması gerektiğine inanır. Çünkü İslâm’i hayat hakkıyla ancak böyle bir ortamda yaşanabilir. Aksi hâlde yarım-yamalak bir din yaşanacak, ama bu din “İslâm Dîni” olmayacaktır. İslâm Dîni yaşanmadığında da insanlar hiçbir zaman mutlu olamayacaklardır. İslâm Dîni’nin hakkıyla yaşanmadığı yerlerde ise, tağutların ve şeytanların hâkimiyeti söz-konusu olacağı için her türlü çirkefin yaşanması kaçınılmazdır. Bu çirkeflerden kurtulmanın tek çâresi ise; İslâm ahlâkıyla ahlâklanıp, İslâm Dîni’ni “o ülkeye” hâkim kılmaktır.

Vahdetya bir ütopya değildir. Laik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/modernist/konformist/neo-demokratik Dünyâ’nın zâlim bakış-açışına göre Dünyâ’yı değerlendirenler tabî ki de Vahdetya’ya ütopya diyeceklerdir. Ama İslâm’ın asr-ı saâdet çağının örneklerini bilen mü’minler için Vahdetya’nın adâleti/devlet sistemi eksik bile kalır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Başta Allah’ın dilemesi ve yardımıyla; sonra da müslümanların istekleri ve gayretleri sonucu Vahdetya gibi bir İslâm Devleti’nin kurulması dileğiyle…

Esselâmu aleyküm ve Rahmetullâhi ve Berekâtühü…

Hârûn Görmüş
Hazîran 2010




2 yorum: