Ön-kabÛL
Caner
Taslaman:
“Hayâtımızda bâzı
görüşleri belli bir şekilde edindikten sonra artık bunlar ön-kabûl olarak
zihnimize eşlik eder ve bir-çok olguyu bu ön-kabûllerle değerlendiririz. Her
gördüğümüz olguda, bu olguyu anlamamızı mümkün kılan ön-kabûlleri en baştan
gözden geçirmeye hiç-birimizin gücü yetmez; bu yüzden daha önce edindiğimiz
belli kanaatler, sonraki olguları değerlendirmemiz için “ön-kabûl” görevi
görürler” der.
Çoğu insan
bilim-adamlarından duyduğu her şeyi mutlak birer doğru zanneder.
Bilim-adamlarının bir-takım felsefi ya da ideolojik ön-yargılara kapılmış
olabileceklerini aklına getirmez. Çünkü halk, bilim-adamlarını “lâ yüsel” ve “lâ yuhti”: “hesap sorulmaz ve hatâ
etmez” zannediyor. Tabi birileri de onları o şekilde gösteriyor. Oysa bu
bir aldanmadır, çünkü bilim-adamlarının bir bölümü, sâhip oldukları bâzı
ön-yargıları ya da bağlı oldukları felsefî görüşleri bilimsel bir görünüm
altında topluma empoze ederler. Örneğin, tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten
başka bir şey oluşturamadığını gözleriyle gördükleri hâlde, evrendeki ve
canlılardaki tasarımın ve düzenin tesadüfen ortaya çıktığını savunurlar. Evet;
bilim-adamlarının çoğunun temel ön-kabûlleri vardır ve teorilerini bu
ön-kabûllere göre şekillendirirler. Çünkü mevcut hayattan bağımsız
düşünce üretilemez. Bu yüzden bilim-adamlarının ne dediğini
dinlemenden önce, onların oto-biyografilerine bakmak gerekir. En azından müslüman
âlimler bu kişilerin “cerh ve tâdilini” yapmalıdırlar. Kâinât tümüyle Big-Bang
ön-kabulüyle yorumlanmaktadır. Peşinen doğru kabul edilen hipotez ve teoriler
ile yapılan gözlemler, mutlak-doğru kabûl edilen bu hipotez ve teorilere uygun
bir şekilde yorumlanacakları için, yanlış çıkarımlara sebep olacaktır. Big-Bang
Teorisi de aslında bilimin değil, bilim-adamlarının kendi felsefi
ön-kabûllerinin bir sonucudur. Bu kabûl ediş, “fikrî bir kabûl ediş” değil;
arzuların kışkırttığı bir kabûl ediştir. Duygusal bir kabûl ediş. Karârı veren,
arzu ve hevâ-i hevestir. Halk da zâten duygusal bir kabûl edişle anlamadan
kabûl ediyor Big-Bang’i.
Hangi teorinin/düşüncenin kabûl
edileceği, medeniyetin hangi medeniyet olduğuyla alâkalıdır. Batı medeniyeti
başka, İslâm ise başka sonuçlar üretir. Her paradigma kendine-özgü bir
toplumsal/bilimsel/siyâsal yapı üretir.
Kişi içinde bulunduğu sosyo-kültürel
ortamdan bağımsız düşünemez.
Abdurrahman Arslan:
“Unutmamak lâzım ki, zihin bir boşlukta değil; içinde
faâliyet gösterdiği sosyo-kültürel ortamda şekillenir. Bu tabî ki büyük
nispette zihni kendi-başına bırakırsan böyle olur. Bu-gün olduğu gibi o ortama
uyum göstermek için çaba sarf ediyorsanız, o ortamda şekillenir ve ondan gelen
kirlilikleri pek fark etmezsiniz. Akıl bize hükümler çıkarmada yardımcı olur;
ama bunları, şekillendiği sosyo-kültürel ortamdan hareketle oluşturur.
Dolayısıyla akıl boşlukta oluşmaz; dış-dünyâyı yorumlamamızda bize öncülük eden
zihniyet kendiliğinden meydana gelmez; bizim doğarken beraberimizde
getirdiğimiz bir şey değildir. Yaşadığı ortamda hem algılar hem de tepki verir;
yâni bir-yandan yargılara varır, bir-yandan da kendini inşâ eder. Dolayısıyla
kirlenmiş malzeme, aklı inşa ettiğinden dolayı, size doğruyu söylemede yanlış
hareket eder” der.
Erol Anar:
“İnsanların çoğu aslında toplumsal-yaşam içerisinde gerçeği
aramazlar, daha doğrusu gerçek diye bir sorunları yoktur. Çünkü çoğu-zaman
gerçeğe ulaşma çabası riskli ve tehlikelidir. Bu yüzden “sistem” tarafından
kendilerine sunulan sanal-gerçekliği yaşamayı tercih ederler. Çoğu insanın
sorunu, içinde bulunduğu konumu korumak ve geliştirmektir. Bunun için, gerçek
olmadıklarını bilseler de inanırlar ya da inanmış görünürler. Öyleyse toplumun
bütünü için gerçek ya da gerçeklik diye bir kavram söz-konusu değildir.
Gerçeği ve hakîkati arayanların başına ise
târihsel olarak hep kötü şeyler gelmiştir. Gerçek, sistemin düşmanıdır, onu en
ince yerinden kırar, dağıtır.
Matrix filminin ünlü bir sahnesinde, filmin bir
kahramânı kaşığı bakışıyla büken diğerine şöyle der: “Aslında kaşık yoktur.”
Gerçekte böyle midir?
Aslında kaşık vardır, ama kaşığın bükülmesi eylemi yoktur.
Bu bir illüzyondur, yalnızca beyinde öyleymiş gibi algılanmaktadır. Ama
öyleymiş gibi algılandığı için, onu
algılayanın gözünde “gerçek” olarak nitelenebilir. İşte manipülasyon da böyle
bir-şeydir, tıpkı kaşık gibi gerçeğin bükülmüş ve başka bir-şeye dönüşmüş
şekliyle gösterilmesidir.
Simulasyon kuramını geliştirmiş olan Jean Baudrillard’a göre
ise simulakrum, orijinali, gerçeği, ilk-örneği olmayan; kendisi zâten kopya
olan birşeyin kopyasını anlatan bir terimdir. Baudrillard, gerçeğin çöktüğünü
ve onun yerini “hiper-gerçeklik”in aldığını ve bir simulasyon çağına
girildiğini savunur. Bu hiper-gerçeklik, hem sistem hem de gönderen olarak
ortadan kaldırıp model düzeyine yükselttiği gerçeği yok etmektedir.
Resmî ideolojinin egemen olduğu rejimlerde ise, yine sistem
kendi ideolojik aygıtları eliyle “sanal bir gerçeklik” yaratır ve toplum
algılayışında bunun gerçeğin yerini almasına çalışır. Gerçeği savunarak “sanal
gerçekliğe ve yalanlara” karşı çıkan kişiler ise cezalandırılırlar. Çünkü
sisteme göre “gerçeklik” yoktur, yalnızca kendi “sanal gerçekliği” gerçektir.
Neyin gerçek, neyin sanal olduğu birbirine karışmıştır. “Gerçek”, Büyük Birader’in
sözleri ve ideolojisidir; bunlar da konjonktüre göre değişebilir” der.
Bilim-adamları bu teoriyle birlikte
kendilerinin insan-üstü bir varlık olduğuna inanmaya başladılar. Nerdeyse
kâinâtı kendilerinin yarattığını söyleyecekler. Sanki bu evren babalarının
malı. Ey insanlar! bilim-adamlarını rabler edinmeyin. Çünkü bilim-adamları da
ahlâka ihtiyaç duyan âciz bir-takım insanlardır.
Mahcub Taha:
“Hiçbir araştırmacı, çalışmasına kişisel duyguları ve
psikolojik yapısından tamâmen bağımsız olarak yaklaşamaz. Aksine araştırmacı
belli bir felsefeye dayalı referans çerçevesi ile ilişkisi içinde oluşan
tutkularını, görüşlerini ve beklentilerini araştırmasına yansıtmaktadır” der.
Abdurrahman
Arslan:
“Hiç-bir bilgi
tarafsız değildir ve kendine göre bir sosyâl-dünyâ kurmak ister” der.
Yusuf
Kaplan:
“Kişinin durduğu ve
baktığı yer, gördüğünü etkiler, belirler” der.
Caner Taslaman:
“Dikkat edilmesi gerekli önemli bir husus, fizikçilerin her
ifâdelerinin fizikle ilgili olmadığıdır; fizikçiler kimi-zaman evren veya madde
üzerine konuşurken felsefe veya teoloji gibi alanlara geçmekte, fakat kişileri
söylediklerinden ziyâde akademik kimlikleriyle değerlendirenler, bir-çok zaman
bu geçişi anlayamamakta ve bu söylenenleri bilimin deneysel ve gözlemsel verileriyle
karıştırabilmektedirler” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Tefekküre yabancılaştırıldığımız, kaba bir pozitivizme
saplanıp kaldığımız için bilimlerin sınırlılığını fark etmiyoruz, bilim için
hâlâ pek çok şeyin büyük bir meçhûlden ibâret olduğunu hatırlamıyoruz” der.
Dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını
okuduğu bilinen Charles Darwin, gözlemlerine başlamadan önce de zihninin bir
köşesinde bu teoriyi biliyordu. Yâni “tabula rasa” (boş) bir zihinle
gözlemlerini yapıp da sonradan teorisini oluşturmuş değildir. Evrim Teorisi de
belli bir ön-yargıyla ortaya atılmış bir teoridir.
“Big-Bang her şeyi açıklayabilmektedir”,
“Big-Bang’de her şey yerli-yerine oturur” gibi laflar “elinizi” nereye
sallasanız çarpacak olan sözlerdir. Hâlbuki, insanlar sapık fikirler de üretebilmişlerdir
ve bu fikirleri “güzel” ve felsefî kelimelerle bezeyerek onu hakîkatmiş gibi
gösterebilmektedirler. Meselâ Hristiyanların Baba-Oğul-Kutsal-Ruh miti,
Panteizm-Vahdet-i Vücut felsefesi gibi. Bu felsefelere bakarsanız, her şeyin bu
felsefelere tam anlamıyla uygun olduğunu, tam da söylendiği gibi olduğunu, her
şeyin tam açıklamasını yaptığını ve bu felsefelerde hiçbir çelişkinin olmadığı
yalanı söylenir durur. Fakat vahyin penceresinden bakıldığında bu fikirlerin ne
kadar sapık ve yanlış fikirler olduğu “âlim”lere açıktır. Bir fikrin var olmuş
olması onu ille de meşrûlaştırmaz.
Bilimin içinde insan unsuru bulunmaktadır ve insanların toplumsal
şartlanmalar, ön-yargılar, apriori kabuller, kavramsal ve kapasite
yetersizlikleri gibi sınırlılıkları vardır.
Kâinâtı anlamak için gözlemcinin özne,
gözlemlenenin ise nesne olması gerekir. Modern-bilim bunun tam tersini yaparak
çeşitli modern dayatmalarla gözlemciyi nesne konumuna sokarak, gözlemlenenin
sorgulanmasına ve eleştirilmesine izin vermiyor. Rousseau:
“Özne ile nesne arasında kesin bir mesâfe vardır
ve özne nesnesine her türlü göreneksel, dinsel, ahlâksal, siyâsal, ideolojik
kabûllerden arınmış olarak çıkmalıdır” der.
Bilim-adamlarının
gözlemleri neticede sanal gözlemlerdir, çıplak gerçeklikler değildir. Eskiden,
gözlemlenen “nesne” gözlemleyen “özne” iken, şimdi ikisi de nesne oldu.
“Özne”nin/insanın yerine konan teleskop ne kadar üstün olursa-olsun.
Gözlemleyen de nesne olunca gerçek değil, görüntü esas alınıyor.
Bilim, toplumsal bir değer/yapı
ön-görmez, ön-göremez de.. Bu sebeple toplumu/insanı ikinci plâna atar ve
ürettiklerini tüketen bir nesneye dönüştürür.
Bilim felsefecisi Caner Taslaman da:
“Bilim-insanlarının her görüşünün bilimsel olmak zorunda
olmadığına, bilim-insanlarının da felsefi, teolojik, ideolojik, kültürel ve
alışkanlıklarından kaynaklanan kanaatleri olduğuna ve asıl önemlisi, bilimsel
olguları yorumlarken bunların etkisinde olabildiklerine dikkat edilmelidir.
Kısacası bilim-insanlarının, bilimsel konularda yaptıkları her açıklama “saf
bilimsel” değildir. Çözümsüzlükle oluşan boşluklar, bir-çok zaman apriori
inançlarla, felsefî veya teolojik görüşlerle doldurulmaya çalışılır” der.
Evet; Big-Bang Teorisi de bu yüzden
apriori bir sonuç olarak kalmaya mahkumdur.
Thomas Kuhn, hayâtının bir döneminde
hemen-hemen herkesin, bilim-insanının ön-yargılardan arınmış, hür bir ‘gerçek
arayıcısı’ olduğu kanaâtine sâhip olduğunu söyler; bilimsel olmayı
hür-fikirlilik ve objektiflik olarak, en azından hayâtımızın belli bir
döneminde nitelemişizdir. Oysa Kuhn, gerek teorik, gerek deneysel çalışmalarda,
bilim-insanlarının genelde objektif olamadığını söyler. Bilim-insanlarının
çalışmalarına başladıkları zamanki ön-görülerini haklı çıkarmak için gerek
aletleriyle, gerekse teorilerindeki denklemlerle oynamaktan kaçınmadıklarını
belirtir.
İnsanlar
tüketişine göre düşünürler. Buna bilim-adamları da dâhildir. Modern
tüketiş-biçimleri, modern düşünüş-biçimleri doğurur. Bu da biçimlere uygun
bilimler üretir ki modern bilim budur.
Thomas Kuhn’un, bilim-insanlarının sâhip
oldukları paradigmanın ön-kabulleriyle olguları değerlendirdiklerini ve bu
ön-kabullerden dolayı objektif olamadıklarını söyler.
Kuram/teori
seçiminde baz alınan şey nedir? Ortada somut bir gösterge olmadığına göre
mutlaka bir fikirsel/düşünsel/inançsal baz gerekir. Peki bu baz ne/neye göre
olmalıdır? Konjonktür mü?; din mi? Sorun, temel-ilkenin ne olacağı sorunudur.
Bizce bilim, bir kriterden yoksundur. Ya da bilimin bir-çok kriteri vardır ve
bu kriterlerin bir sonu da olmaz. Kriterlerini konjonktür belirler. Bilimin gerçek bir kriteri yoktur.
Bilimsel teoriler, genel olarak Dünyâ’nın “genel
ideolojisi”ne uygun olurlar. Dünyâda hangi ideoloji hüküm sürüyorsa ona
uygun olan teoriler üretilir ve kabûl edilirler. Devrimler, bilimsel-devrimleri
de yanında getirir. Artık bilim-anlayışı da “devrim”e uydurulur. Kuhn; bilimsel
değişimin temelde birikimsel değil de bağlantısız ve devrimsel olduğunu öne
sürer.
Celâleddin Vatandaş:
“Şurası açıktır ki, ideolojinin toplumsal fonksiyonu,
toplumsal yapı hakkında bireylere doğru bilgi vermek değil, bu yapıyı
destekleyecek eylemlere yöneltmektir. İdeoloji, taraftarlarına neyin değerli,
neyin değersiz olduğunu; neyin korunup devâm ettirilmesi veya neyin
değiştirilmesi gerektiğini gösterir ve bu yoldan taraftarların davranışlarını
şekillendirir. Bilmek ve anlamak ile ilgilenen felsefenin ve teorinin aksine,
ideolojiler toplumsal ve politik tavır ve davranışlarla ilgilidir. İdeolojiler,
fertleri politik davranışa ve bu davranışın genel çerçevesini belirlemeye sevk
eder. Şu-hâlde ideoloji, kaçınılmaz biçimde sahte bilgidir. Bu demek değildir
ki, ideolojilerde doğru bilgi öğeleri yoktur. Elbette ki vardır. Ama önemli
olan, ideolojik bilginin, gerçek karşısında yetersiz bilgi olmasıdır: Çelişkileri
saklayarak, bireylerin deneyimleriyle sınırlı bir ilişkiler ağını
genelleştirip temsil ettiği için sahtedir, hayâl ürünüdür, ideoloji, toplumsal
kuruluşu oluşturan ilişkilerin tümel birliği yerine, doğru olarak, bu kısmî ve
sübjektif ilişkileri ve onlara ilişkin bilgiyi sunar. Bu işleviyle, bir
birleşme, dayanışma aracı, ortamıdır; ama, îmal edilmiş bir Dünyâ’da
ideoloji, ne-denli bilimsel görünme çabasının ürünü olursa-olsun, pek-çoğu açık
ve ispatlanabilir olmaktan uzak düşünceleri birbirine bağlayan önermeler
demetidir. Doğru olduğu ileri sürülen şey, denetimden geçirilmez. İdeologlar,
olgular dizisinden kendi iddialarını, sübjektif ispatla destekler görünenleri
seçer ve öne sürerler. Bu bağlamda ideologların amacı, var-olduklarına
inandıkları ve başkalarını inandırmak istedikleri şeylerin gerçek ve doğru
olduğunu saygın (bilimsel) yöntemlerle kanıtlamak değil, bunu başkalarına
benimsetmektir. İdeologlar, haklılıklarını ispatlamak isterler. Delillerin
kendi ileri sürdükleri gerçeklikte olduğunu savunurlar. Onları yalanlayabilecek
her şeyi, her yolu inkâr ederler. Bu açıkladıklarımızın bir başka açıdan,
Bell tarafından ifâde edilen biçimiyle; ideoloji, bir siyâsal topluluğun soyut
değerlerini kapsayan, somutlaştıran, yorumlayan bir söylem/belirtim sistemidir.
Aşkın bir ahlâk anlayışına (örneğin târihe) dayanarak, içerdiği değerlere ve
inançlara haklılık kazandırmak ister. Ayrıca, haklılık kazandırmaya çalıştığı
inançları gerçekleştirmek için, insanları eyleme katılmaya çağırır” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Her bilim-disiplini mutlaka bir Dünyâ-görüşü
ile ilintili bulunmaktadır. Modern-bilim okulları da doğal olarak modern Dünyâ
görüşünün bir yansımasıdır” der.
Althusser’e göre insanın bilincini,
Dünyâya bakış çerçevesini, sosyâl hayâtı kurgulayışını sağlayan referans
ideolojidir. Bilinç Dünyâ’sı, insanın içinde yer aldığı maddî koşullar
tarafından belirlendiği için, ideoloji insanla onun maddî ortamı arasına giren
bir bağ olarak çevresini yorumlamasını sağlamaktadır. Bu anlamda ideoloji
“yanlış bilinç” (false consciousness) işlevi görmektedir.
J. J. Rousseau:
“Modern-bilim ve kapitâlizm, modernizmin aslî bileşenleri olarak, paylaştıkları evren tasarımıyla modern Dünyâ’nın
biçimlenmesinde önemli etkiye sâhiptir. Modern-bilim ve kapitâlizmin
eş-zamanlı olarak artaya çıkmıştır/çıkarılmıştır. Modern-bilimin temelleri,
Batı uygarlığının kabuk değiştirdiği bir dönemde atılmıştır. Avrupa’da
özellikle 16.yy.dan îtibâren başlayan iki önemli gelişme vardır: Modern-bilim
hareketi ve yükselen kapitâlizm. Bir-yanda Newton, Descartes, Galileo gibi
bilim hareketinin öncüleri; diğer yanda da feodâl engellerden ve kilisenin
baskılarından kurtuldukça gelişen ekonomik girişimciler. Bu iki önemli
gelişmenin birlikte yol alabilmesinin târihsel ve sınıfsal temelleri
bulunmaktadır. Her ikisi de feodâl-aristokratik kurumlardan ve kiliseden
özerkleştikçe, orta-çağın kurumlarını toplumdan ve evrenden izole ettikçe
genişlemektedir. Bu engeller aşıldıkça yeni bir evren de kendini
göstermektedir: Modernite.
Modern-bilim ve kapitâlizm, târihsel uzlaşmalarının yanında,
aynı evren modelinin üretilmesine katkıda bulunmak ve yeni evrenin havasını
solumak anlamında da bir mutâbakata varmaktadır. Bu ikilinin modernitenin
sac-ayakları olarak anılmalarını mümkün kılan ortak bir evren anlayışları bulunmaktadır.
Bu evrenin hangi uzlaşımlar aracılığıyla belirlendiğinin ortaya konulması,
modernite evrenini ve onun rasyonelliğini anlayabilmek açısından stratejiktir.
Bilim-hareketinin öncüleri (örneğin, Descartes) ile yeni Dünyâ’nın diğer
öncüleri olan ekonomik girişimcilerin (örneğin, Fuggerler) ortak bir düzlemde
nasıl buluşabildiğinin anlaşılması, aynı-zamanda modern Dünyâ’nın temellerinden
birine de ışık tutacaktır”. der.
Kâinâtı anlamak için gözlemcinin özne, gözlemlenenin ise
nesne olması gerekir. Modern-bilim bunun tam tersini yaparak çeşitli modern
dayatmalarla gözlemciyi nesne konumuna sokarak, gözlemlenenin sorgulanmasına ve
eleştirilmesine izin vermiyor. Rousseau: “Özne ile nesne arasında kesin bir
mesâfe vardır ve özne nesnesine her türlü göreneksel, dinsel, ahlâksal,
siyâsal, ideolojik kabullerden arınmış olarak çıkmalıdır” der.
Ömer Çaha:
”Derin toplumsal yapılar, yoğun toplumsal ilişki ağının
tümü, ideolojik yaklaşımlar tarafından basit bir akıl kurgusuna ve mantığına
dayandırılarak, tek-tip işleyen bir kural ile açıklanır. İnsanlığın tüm
hayat-telâkkileri, târihsel dönemlerde ortaya koyduğu tüm ürünler, eserler,
Marksist literatürde olduğu gibi basit bir-kaç kavrama indirgenir ve sınırlı
bir mantıksal kurgu ile açıklanmaya çalışılır. İdeolojiler bu anlamda “total
illüzyonlar” üretirler. Totaliter dönüşüm ve gelecek kurgusunu birleştiren
ideolojiler aynı-zamanda devrimci projeler geliştirmek durumunda kalırlar. Ne
yazık ki yirminci yüzyılın insanlık târihinde eşi-emsali görülmedik barbarlığının
arkasında bu tür devrimci, dönüştürücü, totaliter ideolojiler yer almaktadır.
Hayâli toplum projesine seslenen ideolojiler, mevcudu değersizleştirdiği için
bu ideolojilerin pençesine takılanlar mevcutla tatmin olmayan doyumsuz,
psikolojik sorunlu insanlar oluverir.
İdeoloji “gerçek”, “akıl” ve “bilimle” uyuşmaz.
Hattı-zatında modern Dünyâ’da ideolojiyi gölgede bırakan ve onu yıpratan
değerler bunlar olmuştur. İdeoloji bu anlamda hayâli olup (imajınary), gelecek
toplumu ve zamânı tasarlamaya, kurgulamaya dayanır. İdeologlar zıplayarak
yürüyen insanlardır; ayakları yere değmez; hayâl-perest bir düşünce Dünyâ’sı
tarafından âdeta abluka altına alınmışlardır. Özellikle bilimle karşıtlığı
çerçevesinde gündeme geldiğinde ideolojilerin kör olduğu, var olan realiteyi
görmeye yanaşmadığı anlaşılmaktadır. İdeolojiler “mevcut ilişkileri” değil,
“fenomenâl ilişkileri” esas alan bir tutum geliştirir. Bu anlamda ideolojiler
dâima olması gerekene vurgu yaparak var olanı es geçerler. Bununla birlikte
ideolojiler toplumların doğal evrimine rıza göstermezler. Her bir ideoloji
ister-istemez “inşâ” edici bir projeye dayanmakta, bu anlamda toplumsal
mühendislikçi bir projeksiyon geliştirmektedir. İdeolojiler bu noktadan
hareketle toplumsal messiyanizm üreterek ideologlarını toplumunu kurtaran birer
Mesih gibi algılarlar. Yirminci yüzyılda kendine gündem bulmaya çalışıp
ideologunu bir mesih gibi kurgulamayan bir ideoloji hemen-hemen yoktur” der.
Birileri meselâ insanların evrimleşmesi,
maymun, mağara vs. gibi saçma târihler düşünceler hayâl ederek onun üzerinde
çalıştı ve onlara göre argümanlar topladı ve onları savunmada o argümanları
kullandı/kullanıyor. O argümanlar dayatıldı/dayatılıyor. Oysa siyâset farklı
olsaydı farklı argümanlar toplanıp o argümanlara göre yorumlar yapılırdı.
Meselâ İslâm siyâseten hâkim olsaydı onun yönlendirdiği argümanlar toplanıp
yorumlanır, ona göre kolaylıkla argümanlar bulunabilirdi. Bu iş hangi siyâsi konjonktürün iş-başında
olduğu ile alâkalıdır. Hangi siyâsete, düşünceye, ideolojiye göre argüman
toplanacak? sorun budur.
Şahabeddin Yalçın’ın “Kuhn ve Bilimsel Relativizm”
adlı makâlesinde bu konu irdelenir ve şunlar söylenir:
“Bilimsel bilgi, birikimsel bir şekilde yâni yeni
bilimsel kuramların önceki kuramlar tarafından keşfedilen olgulara yeni olgu
ekleme biçminde ilerler.
Bilimsel
Relativizm: “Hakîkat, bilimsel kuramlardan bağımsızdır” der.
Kuhn’a göre bilimsel kuramların temel amacı hakîkata ulaşmak
olmadığı gibi, hakîkat da bilimsel kuramlardan bağımsız değildir. Kuhn’a göre
bilimsel bilgi tıpkı dil gibi esas îtibâriyle bir topluluğun ortak-malı
olduğundan onu anlamak için onu yaratan ve kullanan grupların genel
niteliklerini bilmek gerekir. Kuhn, bilimsel değişimin devrimsel usunun
temelinde, bilim-adamları topluluğunun bilimsel araştırmalarını farklı inanç,
teknik ve ‘olgular’ içeren bir ‘paradigma’ içerisinde yapmaları olduğunu iddia
eder. Bu ise bilimsel kuramlar arasında varolduğu düşünülen devamlılığın
olmadığı anlamına gelir. Kunh’a göre ‘paradigma’, bilim-adamları topluluğunun bilimsel
ilgilerini, fenomenlerin nasıl görülmesi gerektiğini, neyin olgu olarak kabûl
edilip neyin reddedilmesi gerektiğini ve bilimsel yöntemin karakterini
belirler.
Kuhn’un devrim yaratan bilim-felsefesine göre, bilimsel bir
disiplinde paradigma değişmesi, bir-takım rasyonel ilkelere değil, bunun yerine
o disiplinde araştırma yapan bilim-adamlarının sosyolojik ve psikolojik
tercihlerine yahut kararlarına dayanır. Öyle ki, Kuhn, paradigma seçimini bir
siyasi kurumlar kümesi seçimine benzetir: “Siyâsi devrimlerde olduğu gibi, paradigma
seçiminde de ilgili bilim-topluluğunun tercihinin üstünde her-hangi bir ilkeler
manzûmesi yoktur”. Bilim-adamları topluluğunun seçimi de her zaman rasyonel ya
da bilimsel değildir. Başka bir deyişle, Kuhn’a göre bilim-adamlarının
kararlarında bilimsel normlara dayanmayan tarihsel ve toplumsal etkenler önemli
rol oynar”.
Thomas Kuhn paradigmayı şöyle açıklar:
“Paradigma, belli bir zaman-dilimi içinde bir grubun yada
topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen bir dünyâ-görüşü, bir
algı dayanağı, bir izlenceler bütünü, bir model, bir perspektif. Kuhn,
paradigmayı belirli bir bilim-insanları topluluğunun paylaştığı ortak değerler,
inançlar ve anlayışların oluşturduğu düzlem olarak tanımlamış ve bilgi üreten
kavramsal şemanın zaman içinde değişebileceğini vurgulamıştır.
Said Nursi:
“Bâzen fikir arzu sûretini giyer, muhteris şahıs
nefsâni arzusunu fikir zanneder” der
“Psikolojik teorilere evrensel doğru statüsü verilemez”
diyen Jung, “insanın tek-amacı, yapabildiği kadar varlığının karanlık olan
bölümüne bir ışık yakmaktır” diyerek de maksadını açıklamaktadır.
Kuhn’un bilim-felsefesine göre bilimsel kuramlar
rasyonel gerekçelerle değil, sosyolojik sebeplerle kabûl ya da red edilir.
Meselâ
Higgs bozonu için bir yazıda şu söylenmiştir:
“Cenevre yakınlarındaki
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda (BHÇ) yürütülen iki deneyden ATLAS'ın sorumlusu
Fabiola Gianotti, düzenlenen basın toplantısında 126 giga elektron volt
(GeV) aralığında sinyal aldıklarını söyledi”. Görülen bir şey yok, alınan
bir sinyâl var ve alınan bu sinyâli aranılan şey olarak kabûl edip-etmeme
durumu var. Kabûl edilecekse gerekli işlemlerin/prosedürlerin tamamlanmasından
ve açıklamanın yapılacağı sahnenin hazırlanmasından sonra parçacığın bulunduğu
açıklanacak.
Bilim-adamları kuramlar arasında seçim yaparken,
evrensel rasyonel ölçütleri ve kuramdan bağımsız olduğu düşünülen gözlemsel ve
deneysel verileri temel alırlar. Bu görüşe göre bilimsel ilerleme birikimsel
olduğundan, bilim-adamlarının amacı olgu-evrenini genişletmek ve bu olguları en
iyi açıklayan ve dolayısıyla kuramsal bilgiyi arttıran kuramsal yapıları
belirleyen mantıksal ilkeleri kullanmaktır. Kuhn ise bilimin amacının hakîkat
olmadığını söyleyerek bu görüşe şiddetle karşı çıkar ve hakîkatin kuramlardan
bağımsız olduğu savını reddeder. Kuhn’a göre bilim-adamının amacı bir kuramı
doğrulamak ya da yanlışlamak değil, kabûl edilen kuramı destekleyen kanıtlar
bulmaktır.
Kuhn, bilimsel disiplinlerin farklı safhalardan
geçtiğini ve her safhada bilimsel araştırmanın karakterinin değişiklik
gösterdiğini öne sürer. Devamlı tekrarlanan bu bilim-safhaları şu şekilde
formüle edilebilir:
1) İlkel gelişmemiş bilim;
2) Olağan gelişmiş bilim;
3) Bunalım dönemi bilimi;
4) Devrim dönemi bilimi;
5) Yeniden olağan bilime götüren anlaşma dönemi.
Kuhn’a göre sosyal bilim disiplinlerinin çoğu hâlâ
bilimin bu gelişmemiş devresinde olup ilk-paradigmanın oluşmasını
beklemektedirler. Paradigma, genel olarak, bilim-adamlarının nasıl bilimsel
çalışma yapacaklarını belirleyen gizli ve açık ilkeler manzûmesidir. Kuhn,
‘paradigma’ terimini farklı anlamlarda kullanmakla berâber, esas îtibâriyle bu
terim, Kuhn’un felsefesinde standart, ön-kabul, inanç, gizli kurallar,
yöntemler ve bilim-adamları topluluğunun kullandığı teknikler-kümesi anlamında
kullanılır.
Bilim-adamları arasında genellikle bir uyum ve ahenk
söz-konusudur. Bu uyumun verdiği avantajı kullanan bilim-adamları, normal
bilim devresinde genelde problem ya da Kuhn’un deyimiyle ‘bulmaca’ (puzzle)
çözerler ve kuramın yâhut paradigmanın uygulama kapsamını genişletmeye
çalısırlar. Örneğin, bilim-adamları, Kopernik’in yıllık paralaks tahmînini
doğrulamak amacıyla özel teleskoplar geliştirmişlerdir ki bu, olağan bilimin
karakteristik bir özelliğidir. Bu dönemde bilim-adamları, yeni tür fenomen ya
da kuram peşinde koşmaz, tam tersine, yeni kuramlara karşı genelde
hoş-görüsüzdürler.
Ne var ki, bilim-tarihinden de görüleceği üzere
gözlem ve deneylerle doğrulanamayan bilimsel tahminler her zaman varolmuştur.
Normal bilim-devresinde bu aykırılıklar, kuramı yanlışlayan şeyler olarak
görülmezler; çünkü böyle durumlarla karşılaşıldığında suç, kurama değil de her
zaman gözleme yahut araştırmayı yapan bilim-adamına yüklenilir. Örneğin
Kuhn’un da dediği gibi “…Newton kuramının tahminleri ile sesin hızı ve
Merkür’ün hareketi arasında ciddî problemler olmasına karşın, kimse Newton
kuramını ciddî bir biçimde sorgulamamıştır”. Bu dönemde bilim-adamları
kuramı kurtarmak amacıyla elinden gelen her-şeyi -örneğin zorlama (ad hoc)
hipotez geliştirme- yaparlar. Bu yüzden normâl bilim-devresinde bilim-adamları
genelde kuramsal yenilikleri bastırmaya çalışırlar.
Bâzen çözülemeyen sorunlar öyle bir noktaya ulaşır
ki, bilim-adamları artık paradigmaya olan güvenlerini yavaş-yavaş kaybetmeye
başlarlar. Çözülememiş sorunlar çoğalıp ‘krize’ yol açtığında bilim-adamları
paradigmayı sorgulamaya ve yeni paradigma arayışına başlarlar. Bu süreç
içerisinde birbiriyle yarışan ve farklı sorun çözme yaklaşımlarına sâhip yeni
paradigmalar ortaya çıkabilir. Yeni paradigmaların ortaya çıkmasıyla kriz
derinleşir. Her paradigma farklı sorunları ve çözüm-yollarını meşru görür. İşte
bu noktada Kuhn’un ‘devrimci bilim’ adını verdiği dönem başlar. Devrimci bilim
dönemi, eski paradigmaya bağlı olan bilim-adamları ile yeni paradigma ya da
paradigmaları savunan bilim-adamlarının mücâdele ettiği dönemdir. Bu dönemde
artık normal bilim dönemindeki kurallar geçerli değildir; bilim-adamları
felsefî ve meta-fizik tartışmalara girerler ve paradigmalar arasında tercih
yapmak için neyin ölçüt alınması gerektiği üzerinde tartışırlar. Bu
tartışmanın sonucunda bilim-adamları daha iyi sorun çözme yolları sunan yeni
bir paradigmaya geçiş yaparlar.
Kuhn’a göre paradigma değişiminin temelinde
bilim-adamlarının rasyonel karârı değil, sosyolojik ve psikolojik faktörler
önemli rol oynar.
Kuhn’a göre gözlem ve deney dâima bir kuram
çerçevesinde yapıldığı için o kuramın gizli kabûllerini içerir. Kısacası gözlem
ve deney paradigmaya izâfi olduğu için farklı paradigmalardan farklı dünyâlar
görülür. Buna göre, sâdece bilim-adamlarının veri yorumlama biçimleri
farklı değildir, aynı-zamanda verilerin kendileri de farklıdır. Bu yüzden de
Kuhn, bilim-adamlarının farklı dünyâlarda yaşadığını iddia eder.
Hem Newton hem de Einstein mekaniğinde gördüğümüz
‘kütle’, ‘zaman’, ‘mekan’ gibi kavramlar, bu iki kuramda farklı anlamlara
sâhiptir. Başka bir deyimle, Kuhn’a göre bilimsel terimlerin anlamları, örneğin
‘kütle’, ‘zaman’, ‘mekan’ gibi terimlerin anlamları, kuram-bağımlıdır
(theory-bound).
Yukarıdaki ifâdelerden de kolayca anlaşılacağı gibi,
Kuhn’a göre kuram seçiminin salt rasyonel olması mümkün değildir. Bu da
bilimi nesnel bir olgusal temelden yoksun bırakmaktadır. Çünkü Kuhn’un
bilim-felsefesine göre paradigmalar sâdece bilime içkin değil, fakat aynı-zamanda
doğaya da içkindir. Kuram seçiminde farklı paradigmaya bağlı olan
bilim-adamları ortak ön-kabul veyâhut değerlere sâhip olmadıklarından ve karar
verirken farklı ölçütler kullandıklarından, kuram seçimi göreli bir biçim
kazanır; çünkü bir paradigmanın diğerine olan üstünlüğünü kanıtlayacak
mantıksal argümanlar söz-konusu değildir paradigma seçiminde.
Öte-yandan Lakatos, Kuhn’un bilimsel değişmeyi
mistik bir karaktere bürüdüğünü ve din değiştirmeye benzettiğini iddia eder: “Kuhn’a
göre bir paradigmadan diğerine yapılan bilimsel değişme, rasyonel ilke ve
kurallar tarafından yönlendirilemeyen mistik bir din-değiştirme biçimindedir”.
Lakatos, Kuhn’un bilimsel hakîkati ya da doğruluğu belirlemeyi güçlülerin
eline terk ettiğini yazar. Lakatos’a göre eğer bir kuramı kabûl ya da red etmek
için her-hangi bir rasyonel evrensel ilkeye değil de, onu savunanların
sayısına, bağlılığına ve seslerinin ne kadar yüksek çıktığına bakacak isek, o
zaman hakîkat, gücü elinde bulunduranların kontrôlüne girer ve bilimsel değişme
de bir tür ‘kitle psikolojisine’ döner.
Kuhn’un bilimsel ilerleme fikri ontolojik bir temele
dayanmayıp daha çok kuramların sorun çözme yeteneğiyle ilgilidir: Örneğin:
“Newton mekaniğinin Aristoteles mekaniğini daha ileri götürdüğünden ve
Einstein’in bulmaca-çözücü araçlarının Newton’unkilerden daha iyi olduğundan
hiç bir kuşkum yok. Fakat bu süreklilikte ben hiç bir tutarlı
varlık-bilimsel gelişme yönü görmüyorum” der. Kuhn, ilerleme fikrine inandığını
söylemekle berâber bu ilerlemenin hakîkate doğru bir ilerleme olmadığını apaçık
bir şekilde ifâde eder”.
Yâni bir ilerleme yok, bir düzeltme ya da düzeltememe
var. Değişikliği yapan şeyler bunlardır.
Okullarda matematik, fizik, felsefe, sosyoloji vs.
dersleri, çağın yada birilerinin oluşturmuş olduğu “geleneğe” göre işlenir.
“Herkes bu ortak-geleneği benimser ya da benimser gibi davranır. (Bâzen de bu
gelenekten nefret edenler geleneği şiddetle eleştirirler). Artık herkes bu
ortak-geleneğe göre düşünmeye başlar. İşte Big-Bang Teorisi de bu ortak-gelenek
tarafından oluşturulmuş ve benimsenmiş/benimsettirilmiş modern bir gelenektir.
Artık herkes bu geleneği kabûl etmelidir.
Fizikçi
ve felsefeci olan Ernst Mach, deneysel fizikçilerin sanâyi ve ordu ile
iş-birliğinden tedirgin olmuş ve bilim-adamlarını ilk eleştiren kişiler
arasında yer almıştır. Bilim-adamlarının sâdece toplumun yararına çalışması
gerektiğini vurgulamıştır.
Birinci
Dünyâ Savaşı’na dek bilim-adamları tarafsız, toplumun refahı için çalışan,
dürüst ve güvenilir kişiler olarak bilinir ve bu anlamda sistematik bir şekilde
olumsuz eleştirilere mâruz kalmazlardı. Birinci Dünyâ Savaşı ile birlikte
bilimin saflığı ve dürüstlüğü tartışılmaya başlanmış, bilimi ordunun ve
kapitâlizmin yönlendirdiği iddiaları da artmıştır. Bilimin tarafsızlığı
tartışılırken siyâsi yönü de konuşulmaya ve gündemde tutulmaya başlanmıştır.
İkinci
Dünyâ Savaşı belki de bilimin mâsumiyetine ve tarafsızlığına en ağır
eleştirilerin yapılmasına ön-ayak olmuştur. Birinci ve İkinci Dünyâ Savaşı
sonrasında artık bilim-adamları, yeni ve öldürücü silahlar geliştirmekten,
bombalar tasarlamaktan, üretmekten ve hattâ savaş-alanlarına sürmekten sorumlu
tutulmakta ve suçlanmaktaydı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom-bombaları
bilimin askerîleştirildiği iddialarını iyice pekiştirmişti.
Kuhn,
bilim-adamları tarafından kabûl görmüş olan inançlar bütününe veya problemlerin
nasıl anlaşılması gerektiği konusunda üzerinde hem-fikir olunan geleneklere
paradigma adını vermiştir. Târihte “Kopernik astronomisi”nin, “Newton
dinamiği”nin veya “dalga optiği”nin zamânında kabul görmüş gelenekler olduğunu
ve bunların her birinin birer paradigma olduğunu ifâde ediyordu.
Kuhn’a
göre “Bir konuda zihinsel veya kavramsal modele sâhip olmak demek, o konuda
bir paradigmaya sâhip olmak demektir. Bilim-adamlarının hangi deneyleri
nasıl yapacaklarını, hangi sorunları öncelikli kabûl edeceklerini, hangi
soruları soracaklarını belirleyen şey, sâhip oldukları paradigmalardır.
Belirli bir paradigmaya sâhip olmayan bir bilim-adamı olguları bir-araya bile
getiremez, çünkü paradigmanın olmadığı yerde bilimin gelişmesini sağlayan tüm
olgular eşit derecede önceliklidir. Bir olgu diğerlerinin içinden seçilmiş ise
bu paradigma sâyesinde olur.”
Kuhn,
bilimin istikrarsız olduğunu ve kazanılmış bilgilerin toplamı olmadığını iddia
eder. Kuhn’a göre “bilim süreklilik göstermez ve istikrar arzetmez, bilimsel
süreç zaman-zaman gerçekleşen devrimlerle kesintiye uğrar. Bu devrimleri bilim, temel kabûllere ters
düştüğü için başlangıçta kabûl etmek istemez ve bastırmaya çalışır.
Ancak
devrimler öyle bir hâl alır ki, bilim bu devrimleri ve radikâl değişimleri
kabûl etmek zorunda kalır. Daha önce radikal sayılan devrimler normal bilim
hâline gelir ve bilim-adamları tarafından ortaklaşa kabûl gören bir olgu olur.”
Kuhn, bilimin “akılcı olarak seçilmiş
deneysel çerçevelere dayanan ilerici ve yavaş-yavaş artan bir
bilgi-birikimidir” şeklinde özetlenebilecek geleneksel tanımını reddediyor, bilimin
dogmatik bir inanç-sistemi olduğunu söylüyordu. Örnek olarak Ptolemy
(Batlamyus) astronomisinde “Güneş, Dünyâ etrafında döner” veya flojiston’lu
kimyada “yanma, maddenin içerisinde bulunan ve ‘flojiston’ adı verilen maddenin
açığa çıkması sonucu gerçekleşir” şeklindeki paradigmaların, bu-günkü
kabullenişlerle ters düşmesine rağmen, yüzyıllar boyunca bilim-adamları
tarafından savunulduğunu ortaya koyuyordu. (Flojiston: Eskiden simyâcılar
maddeleri yanan ve yanmayan olarak sınıflandırmışlardı. Yanan maddelerin
yanmasına neden olan şeye filojiston denir).
Kuhn’a
göre “eğer Ptolemy astronomisi veya flojiston’lu kimya için mit (hikâye)
diyeceksek, bu iki paradigma yerine “Dünyâ, Güneş etrafında döner” veya “yanma,
maddenin oksijen-gazı ile birleşmesi sonucunda oluşur” şeklindeki şu-anda kabûl
görmekte olan paradigmalar da pekâlâ ileride mit olarak adlandırılabilir. Eskiden yüzyıllar boyunca kabûl görmüş
olan Ptolemy astronomisi veya flojiston’lu kimya için bilim diyeceksek, o hâlde
bilimin, vaktiyle bu-günkü inançlarımızla ters düşen ve hiç bağdaşmayan
inançları içerdiğini kabûl edeceğiz. Bu mantıkla yola çıkıldığında, hangi
kabûllenme yapılırsa-yapılsın, bilimsel gelişmeyi bilgilerin birikim süreci
olarak tanımlamak mümkün değildir.”
Kuhn,
bilim-adamlarının objektif ve bağımsız olarak düşünemeyeceklerini, hattâ
onların bir paradigmaya sâhip muhafazakârlar olduğunu, paylaştıkları paradigmanın
geçerliliğini doğrulamak için sâhip oldukları kendi bilgilerini problemin
çözümüne uyguladıklarını iddia ediyordu. Bilim-adamlarının gerçeklerin
peşinde olmadıklarını, sâhip oldukları dünyâ-görüşü (paradigma) çerçevesinde,
bulmaca çözmeye çalışan insanlar olduğunu söylüyordu.
Kuhn
bilimsel istikrarın zaman-zaman gerçekleşen bilimsel devrimlerle bozulduğunu
ön-görüyor ve bilimsel devrimlerin yapısını şu şekilde özetliyor: “Bilimsel
teoriler, doğa olaylarını açıklayabildiği sürece bilime ‘normal bilim’ denir.
Doğa olaylarını açıklayan teorilerin bütünü bilim-adamlarının sâhip olduğu
paradigmaları şekillendirir. Normal bilim sürecinde bilimsel istikrar sürerken,
bilim-adamlarını, araştırma sonuçları öyle bir noktaya getirebilir ki,
araştırma bulguları sâhip oldukları paradigmalarla çelişir. Başlangıçta
paradigmaları tehdit eden bu bulgular kabûl edilmek istenmez ve görmezlikten
gelinir. Bu aşamaya ‘kriz durumu’ denir. Ancak araştırma safhaları ilerledikçe
ve çeşitliliği arttıkça elde edilen bulguların kabûl görmekte olan paradigma
ile olan çelişkisi artar ve bilimin inatçılığı kırılmak zorunda kalır. Bu
kriz-durumunu aşmak için bilim-adamları eski paradigmalarını yeni bir paradigma
ile değiştirmek zorunda kalırlar. Bilimsel istikrar ve süreklilik böylece
bozulmuş olur. Periyodik olarak bilimsel devrimler bu aşamalarla sürüp gider.
Bir zamanlar bilimsel devrim olan yeni paradigma artık normal bilim hâline
gelmiştir. Bir sonraki yeni bir bilimsel devrime kadar bilim, istikrarını ve
sürekliliğini korur. Yeni kriz çıktığında istikrar ve süreklilik tekrar
kesintiye uğrar.
Bilim bu
şekilde döngüsel olarak gelişir. Normal bilimi devrim izler, sonra yine normal
bilim, arkasından devrim.. bilimsel devrimlerin yapısı budur. Bilimsel
devrimlerin sonunda paradigmadaki bir değişim, bilimsel araştırmanın temel
kavramlarını değiştirir ve eski paradigmalarla hiç bağdaşmayan yeni kanıt
standartların, araştırma tekniklerinin ve teorilerin önünü açar.”
Kendilerini
sâhip oldukları dünyâ-görüşü dışına çıkamayan ve bu dar-inanç çerçevesinde
bulmaca çözmeye çalışan insanlar olarak niteleyen Kuhn’a en büyük tepkiyi tabî
ki de bilim-adamları göstermişlerdir. Çünkü bilim-adamları kendilerinin
kahramanca ve kişisel çıkar beklemeksizin gerçeği arayan ve gerçekliği
sorgulayan kişiler olarak bilinmesini istiyorlardı. Ayrıca Kuhn, bilimi
istikrar ve süreklilikten yoksun, akıl-dışı sapmalarla kesilen basit bir
etkinlikmiş gibi tanımlıyordu.
Post-modernist
kuramcılar, bilim varsayımlarının cinsiyetçilik koktuğunu, bilimsel
çalışmaların temelinde kapitâlizmin yattığını, bilim ve teknolojinin toplum ve
çevre üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu iddia ediyorlardı.
Eren Erdem:
“Teknoloji, (âlim ile zenginin gayrı-meşrû çocuğu) ve
teknolojik ilerleme, para ile bilginin evliliğinden doğan bir çocuk misâli
ortaya çıkıverdi. Ve babasının (paranın) sözünden çıkmayan bir evlat olarak
büyüdü, salındı” der.
Güçlü
ülkelerin son teknolojik silahlara sâhip olmasının “caydırıcı unsur” olarak
normal karşılandığı, diğer ülkelerin bu silahları topraklarında
bulundurmasının, kullanmasının ise “potansiyel tehdit unsuru” olarak
algılandığı ve yadırgandığı durum da bu paradigmanın bir sonucudur.
Kemâl Sayar:
“Teknoloji hayâtın kendiliğine ve doğallığına müdâhale ediyor”
der. Böyle olunca da doğallık tarafından denetlenemeyen bir standart
belirleniyor ve herkesin bunu kabûl etmesi isteniyor.
Bu
paradigma; laik, seküler, kapitâlist, liberâlist, neo-liberâlist, hazcı,
konformist, modernist, bireyci, hümanist, emperyalist, şerefsiz, tağutist bir
paradigmadır. Bu paradigma, şeytanın telkin ettiği ve dayattığı, uşaklarının da
ne pahasına olursa-olsun uygulamaya soktuğu/sokmaya çalıştığı bir paradigmadır.
Big-Bang’e
inanmak ile -hayâli psikolojik görmeleri saymazsak- hiç-bir zaman gerçekten
görülemeyen UFO’lara inanmak arasında fark yoktur. UFO’lara inananlar gerçekten
de bir-şeyler görüyorlar, fakat o gördükleri şey, zannettikleri şey değildir.
Işık hüzmesi, balon, uçak, gök-taşı vs.leri UFO olarak yorumluyor sâdece. O şeylere
o şekilde inanmak istedikleri için, gördükleri o şeyleri UFO olarak
yorumluyorlar. İşte Big-Bang’e inananlar da, evreni Big-Bang merkezli
yorumlamak istedikleri için o şekilde yorumluyorlar. Oysa ortada kesin bir
delil yok. Bir şey görüyorlar-gözlemliyorlar, -oysa o şey çok farklı şekillerde
de yorumlanabilecekken- onu “inançlarının-arzularının gereği olarak”
Big-Bang’in delîli gibi yorumluyorlar. Zâten daha ilk-başta o amaçla
bakıyorlar-gözlem yapıyorlar.
Tağutun uşakları, sınırsız şehvetlerinin
bir sonucu olarak hayâl ettikler piyasayı oluşturmak ve oturtmak için kâinât
örneğinden yola çıkmanın kolaylığını ve etkisini fark ettikten sonra,
istedikleri piyasa düzenine uygun bir evren tasarımı ortaya attılar ve bunu
çeşitli yollarla tüm Dünyâ’ya yansıttılar. Evrenin mekanik ve serbest bir
hareketi olduğunu ve bunun doğal bir şey olduğu için piyasanın da “serbest” bir
durumda olmasının doğal olduğunu ve ahlâk ile de örtüştüğünü göstermeye
çalıştılar ve büyük ölçüde de bunu başardılar. Artık herkes “serbest”liğe
meftûn bir şekilde hareket etmeye başladı. Bu durumun en büyük destekçisi olan
şehvet de bunu körükleyince haz-perestlik öne çıktı ve haz da en çok
“tüketerek” sağlanabiliyordu. Artık “ne kadar tüketirsen o kadar mutlusun ve
başarılısın” düşüncesi Dünyâ’ya hakim oldu. Bunu modern-bilim ve
neo-liberâlizm, çok büyük engel olan kilise/din bakış-açısını sınırlayarak
yaptı.
Bunlarınki sapıklıktan başka bir şey
değil. Zâten yaptıklarının kötü sonuçları ortada. Yaptıkları doğru ve iyi bir
şey olsaydı, sosyâl/kamusal alanda çirkin bir şekilde mâkes bulmazdı.
Ali Bulaç:
“Sosyal bloklar, gruplar, cemaât ve topluluklar
dağıtıldıkça, birey atomize olmakta, bu da devletin ceberrutlaşma imkân ve
isteklerini daha çok arttırmaktadır. En demokratik Batılı ülkelerde en ceberrut
devletler vardır ve fakat târihte görülen kaba ceberrutluktan farklı olarak
modern devlet, bilim, teknoloji ve kurumlar aracılığıyla bu ceberrutluğunu
rafine etmekte, hattâ gizleyebilmektedir” der.
“Geçmiş” mutlak olarak târif edilemez. Geçmişten
bahsederken yorum yapmak gerekir. İşte sorun; bu yorumun hangi
kafayla/zihinle/ideolojiyle/inançla yapıldığı sorunudur. Neden bir-zaman önce
farklı yorumlanan evren şimdilerde farklı yorumlanıyor? Yine, neden şimdiki
yorumları ideâl yorumlar olarak kabûl edelim? Tağutların iktidâr olduğu bir
Dünyâ’da telkinler şeytandan gelir.
İnsan, bir şeyi sorgusuz-suâlsiz kabûl
etmeye programlandığında, gerçeklerin gösterilmesi bile onu yolundan
çevirmeyecek ve inandığı şeyin doğru olduğunda ölümüne ısrarcılığını
koruyacaktır.
Bu teori tüm Dünyâda ortak-akıl ile oluşturulmuş ve kabûl edilmiş
bir teori değildir. Tam tersine, batı-merkezli eğitim sistemlerinin aracılığı
ile özellikle “geri kalmış” ülkelere “dayatılan” bir teoridir.
Rudolf Carnap, doğa biliminin temelinin “protokol önermeleri”
adını verdiği, doğrulanmaya ihtiyaç duymayan, herkes için geçerli, geri kalan
önermeler için referans oluşturmaya yarayan başlangıç önermelerinden oluştuğunu
iddia etmiştir. Oysa algı öznel bir şeydi, dolayısıyla protokol önermeleri
nesne durumunu yansıtmıyordu. Bunun için de bilim-insanları arasında uzlaşma
gerekliydi, bu mümkün olamayacağı için de ancak bir dayatma söz-konusu
olabilirdi. Protokol önermelerinin doğruluğu, ancak özneler arasında
sınanabilirdi; oysa çok farklı, çok sayıda yaşantılar, dolayısıyla algılar
vardı.
Caner Taslaman:
“Batı’dan transfer edilen
bilim ve eğitim sisteminin paradigması bir paket hâlinde Dünyâ’nın her yerine
ulaşmış, bu paket, teknolojik geriliklerinin yıkım ve komplekslerini yaşayan ülkelerce,
analitik bir değerlendirmeye tâbi tutulmadan benimsenmiştir” der.
Teoman Duralı:
“Galileo’yla birlikte başlayan bilim-felsefe geleneğinde
biyolojinin, yânî organik olanın yerini mekanik almıştır. Yeni-çağda organik
olan sevilmiyor, çünkü organik bilim-dışı kabûl edilmiştir. Organik olan, her
şeyden önce insana yakındır ve insan kendinden bir-çok şeyi onda
görebilmektedir. Hâlbuki yeni-bilim bunu özellikle yasaklıyor ve hiçbir
duygudaşlık kuramazsın diyor” der. Ey bilim-adamları!; Bırakın cansızlarla o
kadar uğraşmayı da biraz canlılarla ilgilenin.
Kuhn;
Paradigmaya bağlı çalışan bilim-adamlarının paradigmayı
sorgulayamayacağını, paradigmanın ancak -din değiştirir gibi- başka bir
paradigmaya geçilmesiyle terk edilebileceğini söyler. Kuhn; bilimsel
bilginin yalnızca belli bir paradigma içinde önemli olduğunu ve objektif bilgi
olmadığını (bir paradigmanın dışında o paradigmanın bilgisinin doğruluğu için
bir kriter olmadığını) söyler.
Caner Taslaman:
“Dinde, Tanrı’nın ödülü olduğu gibi, bilimde de, bilim
cemaatinin maaş veya takdir gibi ödülleri vardır; dinde, dînî cemaatin
dışlaması veya kabûlü önemli olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin dışlaması
veya kabûlü önemlidir; dînin tartışmasız ön-kabûlleri olduğu gibi, bilimin de
tartışmasız ön-kabûlleri vardır. Belki de bu yüzden Kuhn, ‘bilim’in mutlaka bir
paradigma içinde yapıldığını belirttikten sonra, ‘paradigma değişimleri’ni
din-değişimine benzetmiştir. Kuhn’un, bütün bilimsel çalışmaları, paradigmaya
bağlılıklarından dolayı objektif olmayan ve olamayacak uğraşlar olarak târif
etmesi bence abartılı bir yaklaşımdır; fakat bilimsel çalışmaların bütünü
olmasa bile, bir bölümünün böyle olduğu görülmektedir” der.
Bilimin devlet politikasına bağlı olarak
çalışmalarını gerçekleştirdiğini vurgulayan Paul Feyerabend, “Bilim pek-çok
ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de
devletten öyle ayrılmalıdır” der.
Kuhn’un bilgi teorisindeki görüşü tamamen
görelilikçidir, objektif bilimsel-bilginin mümkün olmadığı, var olan bilimsel
kanaâtlerin ancak belli bir ‘paradigma’ içinde geçerli olduğu kanaatindedir.
Ona göre bilimsel ilerleme diye bir şey söz-konusu değildir; ne tüme-varımcı
bir şekilde bilgileri artırmak, ne de sürekli yanlışlayarak daha sofistike
bilgilere erişmek mümkündür. Bir paradigmaya bağlı yapılan bilimsel faaliyetin
bâzı dönemlerde bunalıma girdiği görünür, bu dönemlerde devrimci bir şekilde
paradigma değişikliği olur. Kuhn’a göre bu değişiklik din değiştirmeye benzer.
Bir paradigmanın diğer bir paradigmaya üstünlüğünü belirleyecek hiçbir objektif
kriter yoktur, bu yüzden bilimsel ilerlemeden söz-edilemez.
Ali Şeriati de bu bilimsel paradigmadan
rahatsız:
“Batı'da yıllarca boş-yere tükettiğim ömrüme yazıklar
olsun!” Avrupa'nın felsefî, bilimsel, insâni değerleri, yaşamı ve duyguları,
her şeyi, ama her şeyi; teknolojinin yarattığı saygısız, kuru ve ruhsuz
zihinsel olgulardır. Ve sevgiden, özden ve erdemlerden uzak olan doğası,
hayâtı, davranışları ve insanı, fotoğraf makinesinin yansıttığı yalancı ve
gölge görünümlerden başka şeyler değildir. Böyle demekle zâhidce, sofice ve
ideâlistçe bir sevgiyi ve ruhu amaçladığım sanılmasın. Tabiatın ruhundan,
eşyânın özünden ve insandan söz-ediyorum. Salt akla dayanarak resim çeken
fotoğraf makinesi karşısındaki nesneyi bir varlık olarak saptıyor, o kadar.
Karmaşık, yüce, derin, güzel ve anlamlı yapıyı, içteki yaratıcı cevheri,
hayat-ötesi ışınları ve gizli yönleri yansıtamıyor. Kimyâsal formüllerle
oluşmuş bir cisim, bir madde veya kalıptır insan bu makinenin karşısında; onun
gönlünde yanan ateşleri, gösterinin anlamını ve rûhî-mânevî duygularını ne
bilsin! Eşyâyı değerlendirmede salt kuru akıl, bu fotoğraf makinesinden daha mı
yeteneklidir ki!
Şimdi, bu fotoğraf makinesinin bizim güçlü olmamızda,
ihtiyaçlarımızı gidermemizde, yaşamın felsefesini anlamakta ve varlıklar
üzerinde egemenlik kurmamızda ne yararı olacaktır? Öyleyse, aklın yanı-sıra,
Allah'ın insana verdiği tüm diğer yetenekler de; gerçeği anlamada, öz-uyanışı
gerçekleştirmede; evreni, bulunan duygulu ruhla tabiatın nabzında eleştirmede
ve ortaya yeni bir yapı çıkarmada; fıtratları keşfetme, bağımlılıkları anlama,
târih, çevre ve genetiğin getirdiği ve üzerimize yüklediği günlük hayvâni
yaşamdan kurtulma, bedence mi'râca çıkma, değerleri olgunlaştırma ve toplum ve
bireyi kurtarma eylemlerinde kullanılmalıdır.
Batılı-görüş açısından bilimin, felsefenin, sanatın hattâ
ideolojilerin ve adâlet düşüncelerinin teknolojiye dayanması bir rastlantı
değildir. Kendilerinin de îtiraf ettikleri gibi, ideoloji teknolojiye köle yapılmıştır
Batı'da. Bu da, ideolojilerin temelde teknolojik gelişiminin zorunlu bir
yansıması olmasından ve burjuvazinin kara göğsünden süt emip, materyâlizmin
kucağında eğitilmesinden ileri gelmektedir.
Bu kuşak târih boyunca laubâli, haklıyı ezen, sorumsuz ve
bozguncu düşünce sistemleriyle, Yezîd gibi ayyaş, arsız, fâsık ve ahlâksız
çocuklar yetiştirmiştir. Bu düşünce sisteminde para biriktirmek, zorbalık, tüm
gerçekleri ayakları altına alıp, tüm değerleri hiçe saymak kendi çıkarlarına
uygun geldiği sürece mubahtır ve bu mubahlık hiçbir sınır taşımaz, gerçeklerle
alay ederek şöyle der: “Ne Kitâb vardır, ne Allah. Ne kıyâmet vardır, ne de
hesap günü... Varsa da yoksa da her şey bu Dünyâ’dadır.”
Doğal olarak Hakk'ın ve gerçeğin olmadığı yerde, lezzetin ve
zevklerin egemen olacağı kesindir. Eh, Dünyâ’da hesap-kitap da olmadığına göre,
öyle demiyor mu Lenin: “Her ahlâkî değer yalandır; çünkü amaçsız, duygusuz ve
bilinçsiz bir Dünyâ’da, değerler hayâlden ve telkin edilmiş duygulardan
ibârettir; halka yutturulan bilim-dışı aldatmalardan başka bir şey değildir”.
Max Palanck’ın dediği gibi; “Kepler,
Dünyâ’ya bilinçli ve haberdar bir yasanın egemen olduğuna inandığı için
fizik-biliminin yaratıcısı oldu.” Çünkü araştırmasından önce bu îmanı
taşıyordu. Fakat Kepler’den daha akıllı olmasına ve daha yeni araştırmalar
yapmasına karşın, bu esasa -bütün varlığa bir irâdenin egemen olduğu ve
varlıktan her parçanın bu tek ve büyük hükümranlıkta kendi yükümlülüğünü yerine
getirdiği esasına- inanmadığı için, Palanck’ın onca dehâ ve aklı sâdece cüzî
araştırmalar yapmak yolunda harcandı. Örneğin, fare kuyruğundaki x ışınlarının
araştırılması, araştırılmakta olan konular arasında yer almaktadır.
Ali Şeriati:
“Öğretiye bağlı bir uzman, fizik uzmanı da olsa, onun
iktisat ve sınıflar konusundaki görüşünün ne olduğunu o söylemeden
kestirebilirsiniz. İktisatçı olup da bir öğretiye bağlıysa, bu iktisatçının
tabiat âlemi konusundaki felsefî inancının ne olduğunu kestirebilirsiniz.
Neden? Çünkü bir öğretiye bağlı bir kimsenin iktisâdî, toplumsal, dînî, felsefî
görüşü, hattâ siyâsal cephe alışı, sanatsal ve edebi duyumsayışı uyumlu bir
doku ve bir ilgi-bağı içerisinde yer alır. Onun boyutlarından birini tanımakla
onun öteki düşünce ve zevk boyutlarını belirtebilirsiniz. Çünkü öğretiye bağlı
bir kimsenin inançları, duyguları, amelî yaşayışı, siyâsal ve toplumsal
yaşayışı, aynı biçimde düşünsel, dînî ve ahlâkî yaşayışı, birbirinden ayrı,
rasgele, dağınık ve birbiriyle ilintisiz değildir. Görünüşte birbiriyle
ilintisiz olan boyutlar-dizgesi, tek bir ruhla yaşamaktadır ve aynı gövdede
uyumlu bir şekil taşımaktadır.
19. yüzyıl toplum-bilimi, daha çok inanç toplum-bilimi idi
ve bu söyleyişle, Avrupalıların yükümlü toplum-bilim dedikleri şeyi
amaçlıyorum. Oysa bu-gün, öteki bilimlerin ideolojiden uzaklaşma ve hattâ
omuzları yükümlülük yükünden kurtarma, iyiyi kötüyü belirlemekten ve değerler
konusunda yargıda bulunmaktan [Jugement des valeurs] sakınma edimleriyle uyumlu
olarak toplum-bilimde yalnızca gerçeklikler konusunda yargıda bulunmaya [Jugement
de realite] yönelir. Açıkça iyi ve kötüye el atmaktan, çözüm yolu sunmaktan,
yol göstericilikten, sorumluluk kabûl etmekten, toplumsal, ahlâkî ve insanî
yükümlülükten ve genel olarak bir inancı kabûl etmekten, uygulama ve inançta
somut bir yön ve hedef edinmekten kaçınır. Değerlendirme ve doğruya yöneltme
yerine, olguları ortaya koyma, bölümleme ve çözümlemeye yönelir sâdece. Bu
doğrultuda şu kuramı ortaya atmıştır; Yükümlülük, inanç ve hedef, bilime zarar
verir ve inanç çerçeveleriyle ve belirli ideolojik değerlerle sınırlar. Özel
inanç, araştırmanın dizginini kendiliğinden ele geçirir ve onu istediği ve
inandığı mecrâya çeker. Sonuçta bilim, gerçek olan her şeyi, var olan her-şeyin
gerçeğini bulmak için yansız araştırmalarda bulunma yerine, inancın işine gelen
belirli sonuçları arar duruma gelir; inancın doğruluğunu kanıtlayan
gerçeklikleri elde eder. Çünkü bir inançlı araştırmacı [dîne ya da küfre, ruha
ya da maddeye, sosyalizme ya da kapitâlizme, özgürlüğe ya da diktatörlüğe vb.
inanıyor olabilir], doğal olarak bağımsız olamaz. Garazsız ve bağlantısızlığı
amaçlayan bir araştırmacıyı ise inceleme-araştırma özü yönlendirir. O, ulaştığı
her sonuca inanıp güvenir. Örneğin bir sosyalist, yansız ve bağımsız bir târih
araştırmacısı olamaz. Çünkü o, târihte yalnızca sınıf-çatışması arar.
Sınıf-çatışmasından bir iz bulduğu her yerde onu genelleştirir. Bulamadığı
yerdeyse te’vil edip yorumlar. Sınıf-çatışmasına karşıt gerçeklikler gördüğü
her yerde bu gerçeklikleri görmezden gelir. Kimi-zaman görmez, göremez bile. Çünkü
onun gözünde kendisine-özgü inancının rengini taşıyan gözlük bulunmaktadır”
der.
Marxist filozof Louis Althusser, bilimsel
bilginin yenilenmesini toplumsal üretime benzetir. O da Kuhn’un paradigmaları
gibi, bilimin problematiğinin, araç ve metotlarının farklı ortamlarda farklı
anlamlar kazandığını savunmuştur.
Her bilgi-sisteminin mutlaka bir sosyâl
boyutu olduğunu savunan J. Habermas; amaçların, çıkarların v.s. bilimsel
araştırmalarda ve bilimsel bilginin ortaya konmasında önemli olduğunu söylüyor.
Hiç-bir bilimsel gelişme ve felsefî
tartışma, târihsel arka-planından yalıtılarak anlaşılamaz.
Darwin’in, Malthus’un “Nüfusun
Prensipleri Üzerine” adlı kitabından etkilenerek evrim teorisini ortaya attığı
söylenir. Yâni sosyâl bir olgudan hareketle bu teori üretilmiştir. Demek ki tüm
teoriler sosyâl-ekonomik-felsefî olgulardan etkilenerek oluşturulmuşturlar.
Orijinâl teoriler değildirler. Ön-bilginin yorumlanmasının sonucudurlar. Young
gibi bâzı bilim-insanları Darwinizm’i Malthusçuluk ile eşitlemişlerdir. Târihçi
John Greene, “doğal seleksiyon” fikrini ilk-olarak bir-birlerinden bağımsız
şekilde dile getiren bilim-insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep
İngiltere’den aynı dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik
ortamları ile kültürlerini, bu bilim-insanlarının, canlılar dünyâsına
yansıttığına bu olguyu delil göstermektedir. Dönemin etkili düşünürleri
Malthus’a ve de hem onun üzerinden hem de doğrudan Darwin’e ve Wallace’a etki
ettiler. Pozitivizme, kültürel evrime, iktisâda dâir fikirler; canlılar
dünyâsında, Evrim Teorisi’nde yansımalarını buldu. Tüm bu fikirler Evrim
Teorisi’nin oluşumu kadar kabûlünde de etkili oldu.
Yâni Dünyâ’nın ideolojisi değiştiğinde
hayâta bakışı da değişir. Dolayısıyla görüşleri değişir. En uygun bakış ise
Allah’ın sisteminde olur. Çünkü bu sistemde bir nevi “O’nun gözüyle bakma”
vardır.
Karl Popper; teorilerimiz, deneylerimizi
öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir. Fakat bir-çok
kişi bilimsel metodolojinin objektif olduğunu ve bilim-insanlarının olgulara
“tabula rasa” bir zihinle (boş bir zihinle) yaklaştıklarını sanmaktadır.
Üstelik bilim-insanlarının zihinlerinin endişelerle ve ön-yargılarla en çok
dolu olduğu ve objektifliklerini muhafaza etmelerinin en zor olduğu alanlardan
biri zihin felsefesidir.
Popper, teorinin gözlemi öncelediğine
vurgu yapar. Neyin gözleneceği bile gözlemcinin belirlemesine bağlıdır. Bu da
bizi, boş bir zihinle (tabula rasa) gözlemin yapılmadığı sonucuna götürür.
Bilim anlayışına göre önce hipotez ileri
sürülür, sonra bu hipotezin doğru olup-olmadığını test etmek için gözlem ve
deney yapılır. Aslında bu, felsefî bir önermenin test edilmesi ve
paradigmaya/konjonktüre uygunsa çeşitli kanallarla telkinin yapılmasıdır.
Aristoteles gözlemin teoriye göre
önceliğini ve teorinin ancak gözlemlerle uyumlu olma durumunda geçerli olduğunu
ileri sürer. Târihle ve sağ-duyu ile de sabittir ki Big-Bang Teorisi “ilk
tabula rasa gözlem”le uyumlu değildir.
Verilen tüm bu detaylar bu konuda biraz
durup düşünülmesini sağlamak içindir. Bâzı medya, eğitim kurumları veya
"popüler kültür" aracılığıyla verilen gizli veya açık telkin, bir
Big-Bang sürecinin var olduğu üzerinedir. Bu öylesine bir ön-kabûldür ki,
Big-Bang savunucuları insanların bu konu üzerinde fazla düşünmelerini
istemezler. Bilimsellik kılıfı altında aslında son derece komik bir masal
anlatır, onu da bir-kaç fizik formülü ile süslerler. Tüm bunlara çeşitli
spekülasyonlar hattâ sahtekarlıklar da eklenince ortaya son derece ciddiye
alınan, bilimsel kurumlarda konu edilen, hakkında konferanslar verilen bir
Big-Bang Teorisi hikayesi çıkar. Para ve biraz da “bilimsel bir mantık” oldu mu
her şey tamamdır çünkü. Aslında çıkartılan bu yoğun gürültü ile anlatılmak
istenen sâdece şudur: Bu muazzam evren, kusursuz insan bedeni, birbirinden
çeşitli hayvan ve bitkiler, kısacası var olan her-şey "tesadüfen"
oluşmuştur. İddia o kadar mantıksız ve utanç vericidir ki, artık kimi
bilim-adamları bunu açıkça dile getirmez, bilimsel terimler kullanarak olayı
geçiştirmeye çalışırlar.
Michael Rivero:
“Bir teori bir-kez bilimsel kamu-oyunda yerleşti mi, ondan vazgeçmek o
kadar kolay olmuyor.
Yerleşik teorilerin ne
olduğuna sâdece objektif bilimsel gözlemler değil, hattâ onlardan çok
bilim-Dünyâsında söz-sâhibi bilim-adamlarının bakış-açısı ve/veya
"paradigma"sı yön veriyor.
Thomas Kuhn zamânında
Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabında bunu gözler-önüne sermiş ve bilimin nasıl
geliştiği ve teorilerin nasıl değiştiğini daha açık olarak ortaya koymuştu.
Bilim bize öğretildiği gibi, daha doğrusu ideâl koşullarda umduğumuz ya da
beklediğimiz gibi objektif bir şekilde, mevcut objektif verilerin gösterdiği
yönde ilerlemiyor, işin içine pek-çok subjektif faktörler katılıyor. Veriler
eski teorileri çok zayıflatıp, yeni bâzı teorileri açıkça güçlendirmeye başlasa
bile bu yeni teorilerin tutunması zaman alabiliyor. Hattâ pek-çok durumda, eski
teorilerin savunucusu olan yaşlı bilim-adamlarının ölüp, yerlerine daha genç
yeni nesil bilim-adamlarının geçmesini gerektirebiliyor bu tür paradigma
değişimleri.
Bu süreci
bilim-dünyâsında sayısız defa gözlemledik. En yakın örneklerinden biri
sicim-teorisinin popülerliğinin nasıl değiştiği konusundadır. 1970'lerde
sicim-teorisi ile uğraşan bir grup bilim-adamına “kariyerlerine yazık
ediyorlar” diye bakılır, bu teori saygın bir teori olarak gözükmezdi. Bu teori
üzerinde çalışanlar araştırma fonu bulmakta güçlük çekerdi. 1980'lerden sonra
ise ilginç bir şekilde bu teori üzerinde çalışan bilim-adamlarının sayısında
bir patlama oldu. Hele de M teorisinin geliştirilmesinden sonra, sicim-teorisi
neredeyse teorik fiziğin “mainstream” teorisi hâline geldi ve bu sefer bu
konuda çalışmayan bilim-adamları araştırma fonu bulamaz oldu. Yâni yaklaşık bir
nesillik bir zaman-dilimi içinde bir paradigma kayması yaşandı.
Bilim-adamları
sonuçta toplumun parçası olan bireylerdir ve bilim-dünyâsı, politikalarına,
araştırma fonlarına vs. “yukarı”dan karar verilen bir kurumdur. Yukarıdan karar
verenler ise, kendileri bilim-dünyâsının içinde olsalar da olmasalar da
politikacı olan kişilerdir. Yâni ya doğrudan politikacılardır, ya da
bilim-dünyâsında, ama tepelerde ve yönetim pozisyonunda olduğu için
ister-istemez politika oynamak zorunda kalmış kişilerdir. (Yönetici
pozisyonları her zaman politika ile iç-içedir). Politika işin içine girdiğinde
ise topluma şirin gözükmek ve kamu-oyunun tatmini gibi faktörler ister-istemez
işin içine girecektir” der.
Bilim-adamlarının yaptığı
şey, bir ön-inanışa delil yada “kılıf” bulmaktır.
İlk-önce masa-başında bâzı işlemler ve
düşünceler üretmek, sonra da bu düşüncelere uygun gözlem yapmaktır yaptıkları.
Bu tür bir gözlem, ön-yargıyla yapılan bir gözlemdir. Ön-yargılarına
uydurulacak bir gözlem. Çünkü Big-Bang Teorisi bir ön-yargının sonucudur.
Tayfun Er:
“Tezinizi gündelik
hayattan ispatlayamazsanız o tez skolastik bir iddia olur” der.
Pozitivist bilim, bilimin bir-tek mantığı
olduğunu söyler. Tabi bunu söyleten şey ön-yargılarıdır.
Abdurrahman Arslan:
“Modern kültürün önemli bir özelliği de düşünülemez olanı
düşünülebilir hâle getirebilmesidir. Her-şeyden önce modern kültür daha
başlangıçtan îtibaren sizi düşünülemez olanı düşünmeye kışkırtır. Bizim için
düşünülemez, düşünülmesi asla kabûl görmeyen şeyler vardır. Şunu kabûl etmemiz
gerekir ki eğitim tarafsız veya nötr değildir; bütünüyle taraflıdır,
dolayısıyla her eğitimin kendine göre ideolojik bir amacı vardır; bu amaç
kendinin ön-gördüğü bir insan-modeli yetiştirmeyi esas alır” der.
Teleolojide bir amaç/gaye vardır; fakat
bu “süreç”te bir zorunluluk vardır. Doğal zorunluluk. “Mecbûren çekimler
yaşanacak ve oluşumlar gerçekleşecektir” der gibidirler. Aslında bu mükemmel
evrenin bir “kaos”tan oluştuğu söylenir bu teoride. Doğrusu Allah ile “kaos”u
berâber düşünemiyorum. Tasarım da yoktur bu süreçte. Çünkü tasarım soyut bir
kavramdır. Soyut olarak tasarlanır ve sonra ortaya konur. Her noktada her-an
tasarım olmaz. Tasarlar ve aynı-anda meydana çıkar. Allah yaratmayı bu şekilde
yapmıştır.
Dindarlara göre; “Tanrı kontrôlünde bir
süreç” olunca hem evrim teorisi hem de Big-Bang Teorisi doğruluk kazanıyor.
Big-Bang Teorisi’ndeki sürecin
“Tanrı-kontrôllü” bir şekilde olduğuna inanmak ve o şekilde anlamak bu teoriyi
kurtarmaz. Sâdece bir süreliğine onunla oyalanılabilir sâdece. Teori bir süre
sonra çatırdamaya yada çökmeye başladığında hayâlleri yıkılır tabi. Teorinin
birileri tarafından alaya alınacağını söylemeye gerek yok zâten.
Gerek Evrim gerekse Big-Bang sürecinin
Allah’ın kontrôlünde olması o şeyleri meşrû hâle mi getirir. Her türlü saçmalık
“Allah’ın kontrôlünde” olsa meşrû hâle mi gelecek?
Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel
metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifâde etmektedir:
“Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak,
şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama
bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor,
ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayâtın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun
yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar. O hâlde, bilimsel
gözleme dayanmayan bu evrim-görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır. Teori
hakkında söylenebilecek en iyi şey, onun, hayâtın nasıl geliştiğine dâir
bir-çok insanın paylaştığı, ne kanıtlanabilen ne de yanlışlanabilen bir inancı
temsil ettiğidir”.
Margaret Macmillan:
“Her neslin kendi ön-yargıları
ve ilgileri vardır” der.
Big-Bang’ciler işe ön-yargılarıyla
başlıyorlar, ön-bilgileriyle değil. Ön-yargıları onlara diyor ki: “Allah’ı,
dîni ve âhireti bir kenara bıraktıracak şeyler söyleyin”.
Atasoy Müftüoğlu:
“Her-hangi bir şey hakkında ön-yargılı olanlar, hiç-bir
zaman gerçeğe, doğruya, hakîkate ve iyiye ulaşamazlar. İdeolojik propaganda ve
güdümleme yoluyla bilgi yada inançlar, gerçek bilgi ve inanç değil, basma-kalıp
alışkanlıklardır” der.
Hz. İbrâhim’in toplumu, ilm-i nücûmda (yıldız
ilmi) ileri bir seviyedeydi ama bu, yıldızların ilâhlaşması sonucunu
getirmişti. Hz. İbrâhim yıldızların zannettikleri gibi olmadığını söylediğinde
ateşe atılmaya kadar vardırmışlardı işi. Allah’sız gözlemledikleri yıldızlar
ilâhlaşmayla sona ermişti. Zâten Allah’sız incelenen her şey sonunda put hâline
gelir.
Ivan Illich:
“Gerçekliğin kendisi insanın karar vermesine bağlı hâle
gelmiştir” der. İnsanın kabûl ettiği şey doğru olarak tescil ediliyor.
Bu teori “doğrulanmış” bir teori değil,
“kabûl edilmiş” bir teoridir. Bir şeyin o şekilde kabûl edilmesi, o şeyin
mutlaka doğru olduğunu göstermez. Meselâ Kristof Kolomb’un Amerika’yı
keşfettiği bilgisi doğru olan bir bilgi değil, “kabûl edilmiş” olan bir
bilgidir, fakat aslında “on numara” bir yalandır. Çünkü daha önceden Amerika’da
başkaları (Maya, İnka, Aztek uygarlıkları) vardı ve huzur içinde yaşıyorlardı.
Fakat yalan daha câzip geldi. O yalan işlerine yarıyordu ve yarayacaktı. O
şekilde kabûl etmek işlerine gelmiştir/geliyor.
İşte bu teori de finansörlerin dayattığı
ve bilim-adamlarının da “kabûl ederek” resmîleştirdiği bir safsatadır.
Finansörler “karar” verdiler, bilim-adamları da “kabûl” ettiler ve “anlaşma”
tamamlandı.
Ivan Illich:
“Gerçekliğin kendisi insanın karar vermesine bağlı hâle gelmiştir”
der. İnsanın kabûl ettiği şey doğru olarak tescil ediliyor.
Hüseyin Alan:
“Modernizm en temelde bir bilgi-biçimine bağlı
bir düşünüş-biçimi ve karar-alma tarzıdır” der.
Modern değer-yargıları bilim-adamlarına
nasıl düşüneceğini öğretmiş ve kabûl ettirmiştir. Artık ne söylerlerse ve nasıl
düşünürlerse-düşünsünler, o, modernizme tam-uygun olacaktır.
Kuantum felsefesine göre ölçülmek
istenen şey, gözlemcinin görmek istediği şeye göre değişir. Kuantum
teorisine göre, “atom-altı”nın parçacık mı dalgacık mı olduğuna karar
veremiyorlar. Dalgacık (soyut) mu, parçacık (somut) mu olduğu, bilim-adamının
(gözlemci) keyfine göre değişir. Onu nasıl tanımlamak isterse öyle olur. Tabi
bu keyfî bir yargıdır. Kuantum Fiziği bize bilimin, bilim-adamının görüşlerinden
farklı olmadığını gösterdi.
Bilindiği gibi; Firavun’un sarayında
kendisine çeşitli şekillerde yardımcı olan sihirbazlar vardı. Bu
kişiler-sihirbazlar o devrin kimyâger/bilim-adamlarıydı. Firavun onların
yeteneklerini/âsâlarını iyi kullanmaları karşısında onlara ayrıcalık tanıyordu.
Bu ayrıcalıkların hatırına onlar da Firavun’un istediklerini (kulluk)
yapıyorlardı. Aslında yaptıkları, halkı kandırmak için ortaya serdikleri bir
çeşit düzenbazlıktı. Onlara tasmayı takmış olan Firavun istediğini yaptırıyordu
sihirbazlara. İşte; “modern Firavun”ların modern kulları da benzer bir durum
sergiliyorlar. Efendilerinin istekleri doğrultusunda “bilimsel sihirbazlıklar”
(Big-Bang büyüsü) yaparak halkın aldatılmasına neden oluyorlar.
Evrim Teorisi 1859 yılında değil de
Meselâ 11. yada 12. yüzyıllarda ortaya atılsaydı hiç-bir etki göstermezdi ve
yayılamazdı. Aynı şekilde Big-Bang Teorisi de aynı yıllarda etki gösteremezdi.
Bu teoriler en nihâyetinde felsefî teorilerdir. Bilim-târihi aslında felsefî
tartışmalar târihidir. O yüzden felsefî olarak her çağda ortaya atılabilirdi.
Bu teoriler, ortaya atıldıkları çağdaki bilim-adamlarına “lâzım” olan
teorilerdir. Çıkmazlarını ve farklı inançlarını bu şekilde bastırabildiler. Bu
teorileri tampon olarak kullandılar.
Eldeki malzemeye göre ev yapmaktır
yaptıkları.
Hangi bilim-anlayışında olduğunuz,
yapılan bilimsel! açıklamaların hangisini seçtiğinizle alakalıdır. Bu seçimi
hangi ön-bilgiyle yaptığınız belirleyici etkendir. Apriori/ön-kabûl olarak
Big-Bang Teorisi’ni doğru kabûl ettiğinizde, artık olguları da buna göre
değerlendirmeye/yorumlamaya başlarsınız.
Bilindiği gibi Kur’ân’daki âyetleri
bir-kaç farklı şekilde yorumlayabiliyoruz ve yorumlar tutarlı da olabiliyor
yarı-tutarlı da. Bu yorumlamadaki fark, kelimeleri hangi anlamda alacağımızla
ilgilidir. Kavli âyetleri yorumlama serbestimiz olduğu gibi kevnî (varlığa âit)
âyetleri de yorumlama serbestimiz vardır. Kevni âyetler toplamı olan kâinâtı da
farklı şekillerde yorumlayabiliriz. Kâinâtın bize verdiği farklı seçeneklerden
birini seçebiliriz. Yâni “seçmemize” göre farklı yorumlar yapılabilir. “Tek
yorum” zorunluluğundan böylece kurtulabiliriz. Tabî ki yapılan yorumların
içlerinden sâdece biri en doğru yorum olacaktır.
İnsan önce inanır, sonra argümanlar
toplar ve üretir. İnanmadığı şeyi ne yapıp edin, ne kadar delil getirirseniz
getirin kabûl etmeyecektir. İnanmayacak olana delil yetmez. Big-Bang’in benzeri
bir yaratılış teorisi daha ortaya atılabilir ve bu “bilimsel! olarak desteklenebilir. Bu insanların
isteklerine ve hayâl-güçlerine kalmış bir şeydir. Karl Popper’ın da dikkat
çektiği gibi; teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl
baktığımızı belirlemektedir.
Dini arkaya atan bilim-adamları, kâinâtı
yaratılmış olarak değil de yaratıcı olarak gördükleri için doğru bir sonuca
ulaşamıyorlar. Eğer kâinâtı yaratıcı olarak değil de, yaratılmış olarak
görselerdi, evreni bütün yaratılmış olan varlıklar için geçerli olan kurallara
(sünnetullah) göre yorumlayacakları için doğru sonuca ulaşmaları zor olmayacaktı.
Kuramlar, deneyler, düşünceler vs. belli
bir amaç doğrultusunda ortaya atılır ve geliştirilirler. Yâni ön-kabûlden sonra
eyleme geçilir. İşte sorun, bu ön-kabûlün neye göre olduğudur. Bu ön-kabûlün
oluşmasında çeşitli unsurlar/etkiler vardır. Hattâ tüketim-biçimi bile bunu
belirler. Yâni temelde bilim değil, bir inanış, düşünüş vardır. Önemli olan bu
inanış/düşünüşün kâinâtın kendisiyle uyumlu olup-olmamasıdır. Ben diyorum ki,
uyumlu değildir. Çünkü, evrenle mutlak-uyumlu olan vahiyle uyumlu değildir.
Vahiyle kâinât bire-bir uyumlu olduğu için, ön-görülen düşüncenin de vahiyle
uyumlu olması gerekir.
Kâinât için tek bir görüş olduğunu
dayatıyorlar. Bu koca kâinât için tek bir görüşün olması çok saçmadır. Kâinâtı
tek bir görüş kuşatamaz ve açıklayamaz.
Câbiri; Bilimsellik iddiasıyla çok sayıda
teorinin ortaya çıktığını, aslında bunların, bilimi kendi ideolojik
gerçeklerine maske olarak kullanıp, bilimsel nesnelliğin arkasına sığındığına
dikkat çeker.
Bilgi-yapılarının evrensel olarak doğru
olup-olmadığı önemli değil, meşrû olup-olmadıkları önemlidir.
Bâzen bir bilimsel teori genel sonuçlarla
uyumlu olmasına rağmen felsefî gerekçelerle reddedilebilir.
Bu teorinin ortaya konulmasına ve
yaygınlaşmasına yol-açan paradigma seküler bir paradigmadır.
Atasoy Müftüoğlu:
“Egemen yorum ve yaklaşım-biçimlerinin dayattığı
yanılsamalara teslim olanlar, yeni düşünceler, yöntemler geliştiremez, hiçbir
alanda yeni bir üretimde bulunamazlar. “Günümüz dünyâsında bilgi, emperyâl
siyâsetin çıkarlarını onaylayacak şekilde üretiliyor. Modern-seküler zamanlar
boyunca bilgi, sömürgeci yayılma ve tahakkümü meşrûlaştıracak bir çerçeve
içerisinde îcat edildi. Mâruz bırakıldığımız bilgi-bombardımanı sebebiyle,
hangi bilginin, hangi amaca, hangi çıkara hizmet etmek üzere üretildiğini
anlamakta zorluk çekiyoruz. Bilgi ve enformasyon sermâye tarafından
araçsallaştırılıyor. Objektif bilgiyle resmi bilgiler arasında çok ciddî
uçurumlar olduğunu hatırlamamız gerekir” der.
Alain Touraine de, modernizmin en önemli
özelliklerinden birinin, toplumda, Tanrı’nın yerine bilimi yerleştirmeye
çalışması olduğunu söylemiştir.
Yusuf Özkan Özburun:
“Her çağın bir bilim telâkkisi var. Hattâ o çağın içinde de
değişebiliyor bu. Siz hangi telâkkiyi, hangi kalıpları kabûl ederseniz, hangi
temel esaslardan hareketle yürürseniz ona göre bir deney/gözlem/bilim
anlayışına varırsınız” der.
Bilim, zamânın telâkkisine göre şekillenir. Big-Bang,
“zamânın telâkkisi”dir.
PSİKOLOJİK ETKİ
"Doğru yol, yalnız
Allah'ın gösterdiği yoldur"
İnsan, yaptığı her-şey için mâkûl
bir açıklama tarzı geliştirebilir. Hattâ buna kendisini bile inandırabilir. Bu
açıklamaların her zaman mâkûl şeyler olması da şart değildir, o-an için tek
istenilen, açıklamalarla karşı tarafı -ya da kendisini- ikna etmektir. Başka
bir anlatımla, inanmak istediği şeye inanır ve onu savunmak için mantıklar
geliştirir. Yaptığı açıklamalar da bu mantığa dayanmaktadır. Belki de bu
nedenle Allah'ın varlığını dâhi inkâr edebilmek için ortaya sürdüğü deliller,
kendince geçerli olmuş ve bunlara dayanarak geçmiş hayâtında inananlara karşı
kararlı bir mücâdele yürütmüştür. Ama bu açıklamaların ve te’villerin hiçbiri
hesap gününde geçerli değildir.
Gün geçtikçe mal/kapitâl bakımından azdan
çoğa doğru evrilenler; zâten kâinâtın da bu şekilde evrildiğini zannederek
düşüncelerinin doğru olduğu kanısına varıyorlar.
Bilim çok hızlı değişiyor (gelişme değil
değişme). Kimsenin daha yürürlükte olanı bile anlamadan diğer bir şey çıkıyor
ortaya. Aslında amaçlanan şey; insanların bir şey anlayamamaları ve hattâ bu
işleri çok karışık ve zor zannederek bilimi ve bilim-adamlarını gözlerinde
büyütmeleridir. Böylece iktidarları devâm edecek.
Milan Kundera “yavaşlık” adlı romanında:
“Her-şey çok hızlı gerçekleştiğinde kimse hiç-bir şeyden
emin olamaz, hattâ kendinden bile” der.. Bilim ise hızı ilâhlaştırdığından
dolayı hem kendisinin hem de insanların beynini dumura uğratıyor ve hem yanlış
yargılara varıyor hem de yanlışlarını halkın anlayamamasını sağlıyor.
Big-Bang Teorisi’ni gerçek zannedip kabûl
edenlerin çoğu teoriyi bildiklerinden değil, teorinin “meşhur” olması nedeniyle
gerçek zannedip kabûl ediyorlar. Ancak bir şeyin “meşhur” olması, o şeyin
“doğru” olduğunu göstermez. Eğer bu teori meşhur olduğundan dolayı kabûl edilecekse,
lânetli şeytanın şöhreti bundan daha büyüktür. Ama şeytanın şöhretinin büyük
olması, onun doğruluğunu ispatlamaz.
Yine; zamânın Bel’am’larının desteklemesi
de bu teorinin geçerli olduğunu göstermez.
Bu teorinin çıkmasıyla sanki herkesin
artık tam bir kâmil îmâna ulaştığı zehabına kapılınıyor. Big-Bang Teorisi
evrenin bir başlangıcı olduğunu ispât ederek materyâlist-ateist felsefeyi
yıktığını iddia eder. Gerçektende Big-Bang Teorisi “kendine has” iç-dinamiğiyle
o felsefeleri adeta süpürüp atmıştır. Kadim “ezeli olan nedir?” sorununu “Ezeli
olan Allah’tır” sonucuyla neticelendirmiştir. Fakat esas sorun insanların
matematiksel zanlarının yıkılması değil, iç-alemlerindeki şeytanın ber-taraf
edilmesidir. Bunu Big-Bang de dâhil hiç-bir teori başaramaz. Bu daha çok din,
ideoloji ve siyâsetin işidir.
Big-Bang’i kabûl eden dindar
bilim-adamları materyâlistleri eleştiriyor fakat, kendileri tersinden insanları
maddeye kilitliyor. Çünkü Big-Bang süreci materyâlist bir süreçtir.
Tek-tanrılı dinler ve inananları bu
Big-Bang Teorisi’nin sâdece evreni değil, her türlü kötülüğü, zulmü,
ahlâksızlığı, ekonomik dengesizlikleri hattâ şirki bile ber-taraf edebildiğini
direkt yada dolaylı yönden söyleyebilmektedirler. Sanki sihirli bir değnek,
okunduğu yerde sorun bırakmıyor. Bunu söylemekle aslında bu teori bozuntusunun Kur’ân’dan
bile daha üstün ve etkili olduğunu söyleyerek farklı bir şirke düşmüş
oluyorlar. Ne de olsa bilim mutlak bir sonuca ulaşamamış bir bilimdir. Fakat Kur’ân
evrenseldir. Her çağa, her duruma, herkese hitâp eder. Kur’ân ile inşâ olmuş birinin
düzgün bir hayat sürmesi için başka şeylere ihtiyâcı yoktur.
Caner Taslaman:
“Bilimsel çaba, Tanrı’dan uzaklaşmanın değil,
Tanrı’ya yakınlaşmanın aracıdır. Sorun bilimsel yaklaşımda değil, bilimi
tanrılaştırmaya kalkmaktadır” der.
Bu 10.000 teorisi hakkında şöyle
bir itiraz gelebilir: Big-Bang
Teorisi’nin bize ne zararı var?
Şöyle ki: Big-Bang
Teorisi başka sapık teorilere zemin hazırlıyor. Çünkü; Big-Bang Teorisi’nde her
şeyin kendi-kendine var olabileceği düşüncesi açığa çıkıyor, böylece Allah,
Din, Vahiy ve Peygamberler hâşâ bir kenara atılıyor ve unutuluyor. Her şey
kendi-kendine oluyor düşüncesi hâkim oluyor ve Darwin gibi sapık zihniyetler
türüyor. Bu kişiler bu kendi-kendine oluşma düşüncesini insan üzerine de
uyguluyorlar (sosyâl yön) ve sonuçta insanlar her şeyin kendi-kendine olduğuna
inandıkları için kimseye karşı sorumlu olmadıklarını düşünmeye başlıyorlar.
Kimseye karşı sorumlu olmadıklarını düşünen insanlarsa, menfaatleri için hem
kendilerini hem de bütün insanlığı felaketlere sürükleyebiliyorlar. Bu sapık
zihniyetler, böyle uzun bir zaman diliminden bahseden bu teoriyi başları
üzerinde tutuyorlar ve sâhip çıkıyorlar. Bu fikirleri her fırsatta empoze
ederek insanlara aşılıyorlar. İnsanların böyle düşünmeye başlaması da onların
işine geliyor. Çünkü bu düşünceye sâhip olan insanlar yiyip-içip tüketmekten
başka bir şey düşünemeyen hayvanlara dönüşüyor. Köşe-başlarını tutmuş kişilerse
insanların bu durumlarından çıkar elde ediyorlar. Sonunda mâneviyattan kopuk bu
insanlar bir sömürü hâline geliyorlar. Bu köşe-başını tutmuş kişiler de bu
insanları istedikleri gibi kullanıyorlar. Bacon'ın dediği gibi; “bilim gerçeğin peşinde idi, ama şimdi güç
sâhibi olmak hevesinde”. Sonuç… kişiliğini
yitirmiş insanlık..
“Kuşa
bak kuşa bak” diyerek insanların başını göğe kaldırması ve gaflete düşmesiyle
önündeki köfteyi (şaka yollu) çalan insanlar gibi; modern insanı da sürekli
başını-aklını uzaya çevirerek, aşağıda götüreceklerini götürüyorlar.
Mustafa Çelik:
“Bilim-perestlik”, Batı’nın put-perestlik
maskesidir. Batı’da bilim, hristiyanlığı yendi. Hristiyanlığı yenen bilim,
hristiyanlığı aratacak şekilde kendi “seküler engizisyonunu” oluşturdu. Yâni
“bilim-devlet” birliği, “kilise-devlet” birliğini teslim aldı. Böylece
Üniversiteler “Bilim Kilisesi”ne, Bilim-adamları da Kutsal Râhiplere dönüştü.
İslâm topraklarında Allah’ın indirdiği din ile mukayyed olmayan üniversitelerin
çoğalması, kiliselerin çoğalmasıdır. Kendilerini Allah’ın dîninin fevkinde
gören öğretim-üyeleri de “Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipleri” hükmündedirler.
Acı da olsa gerçek budur. “Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipleri”ne âlim
muamelesi yapılamaz. Şâyet yapılırsa ilmin nâmusuna tecâvüz edilmiş olur.
İlmin/Bilimin kaynağı Allah’ın dîni değilse veya
İlim/Bilim insanı hayat-kaynağı olarak Allah’ın dînine götürmüyorsa, insanlığa
ihânet ediyor demektir. İnsanlığa ihânet eden bir şey, ilim/bilim olamaz.
Allah’ın indirdiği vahye rağmen bilim’in “tek
doğru”, “tek mürşit” iddiasında bulunması, şahısları Rableştirmenin bir
sonucudur. Bir memlekette bilgi-üretim mekânizmaları faydasız ilimler
üretiyorlarsa, o memlekette üniversiteler kiliseleşmiş, öğretim-üyeleri de
hahamlaşmış ve ruhbanlaşmışlar demektir. ‘Din ruhâni alanla, akıl ve bilim de
dünyevi alanla ilgilensin’ diyerek aklı ve bilimi ilâhlaştıranlar, aramızda
dolaşan “Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipleri”dir.
Allah’ın mülkünde Allah’ın verdiği nimetlerle
hayatlarını devam ettirdikleri hâlde, kendilerini asla ve kat’a Allah’ın
diniyle mukayyed görmeyenlerin sâhip oldukları unvanların Dr. Doç. Prof. olması
“Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipler”i olduklarına engel teşkil etmez. Batı
âlemi, İslâm âlemini “Bilim Kilisesi”nin bu “Kutsal Râhipleri” eliyle idâre
etmek istiyor. Televizyon ekranlarında Allah’ın âyetlerini eleştirip kendi
şahsî görüşlerine âyet kıymetinde değer verip eleştirilmesine tahammül etmeyen
ilâhiyatçı öğretim üyeleri, bizlere mâhiyeti îzah edilen bu “Bilim Kilisesi”nin
“Kutsal Râhipleri”ni hatırlatmaktadırlar.
Lâ-dini rejimlerin irâdesiyle kurulan
üniversiteler, bilim-kiliseler hükmündedirler. Buralarda görev yapan
öğretim-üyelerinin Allah’ın muhâfaza ettiklerinin dışında kalanların tamâmı
kilise-papazları, havra-râhipleri gibi davranarak helâl ve haram kılma
yetkisini kendilerinde görmektedirler. Bunların en büyük hedefleri bilim eliyle
insanlığa yeni âmentüler yazdırmak ve Allah’ın dini yerine geçecek
beşer-kaynaklı yeni bir din uydurmaktır.
Bilim-kilisesinin kutsal râhipleri dediğimiz
öğretim-üyeleri tarafından Allah’ın diniyle çelişen ve çatışan yanlış bilgi
virüsleri, “bilimsel bilgi” şırıngasıyla bilinç ve bağışıklık sistemimize
aşılandıkları günden bu-yana zulme ve zâlimlere karşı direnmeyi unuttuk” der.
Ivan Illich:
“Günümüzde sâdece insanın gerçekleştirdiği planlama Dünyâ’nın
vâr-oluşu için bir sebep olarak sunulmaktadır. İnsanoğlu bilim-adamlarının,
mühendislerin ve planlamacıların oyuncağı hâline gelmiştir” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Modern-bilimin geldiği nokta, gezegeni mahvetmenin
yollarını bulmak olmuştur” der.
Heidegger:
“Her işin, her zihinsel edimin, her bilimsel düşüncenin yada
her sanatsal ve edebî yaratının veya her maddî ve teknolojik üretimin veya her
toplumsal ve siyâsal eylemin ardında insan kurban edilmiştir.” Yâni uygarlık,
insanların öz-bilinçlerinin değerli ve son-derece yoğun anlarının fedâ edilmesi
pahasına gerçekleşmiştir. Çünkü uygarlık, insanların çalışmalarından, mânevî ve
maddî üretimlerinden oluşan bir dizgedir. İnsanlar ise bu ürünleri, bu maddî ve
mânevî nesneleri yaratırken öz-bilinç taşımamaktadırlar. Bir kişi, bir işe
girdiğinde artık kendisi değildir, çalışma ve hedeftir” der.
İnsanlar ne ile tatmin oluyorsa, ne ile
teselli buluyorlarsa, teselli buldukları şey onların
ideolojisi/teorisi/dîni/imânı hattâ ilâhıdır.
Rousseau
“İlimlerimiz ve sanatlarımız tekâmüle doğru
gittikçe ruhlarımız bozulmuştur” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Her-tür değerden bağımsız materyâlist akılcılık, bu-günün
Dünyâ’sında insanlığı
sayılabilir/yönlendirilebilir/denetlenebilir/gözetlenebilir hâle getiren bir
düzen oluşturdu. Bu düzen, bizler farkına varmadan, zihinlerimizi de kontrôl
edebiliyor. Bu düzen “farklı”ya hayat-hakkı tanımayan, “farklı”yı bir şekilde
cezâlandıran şovenist bir düzendir. Modern-seküler insan, yalnızca ölçülebilir
ve sayılabilir değerlerle ilgileniyor. “Farklı”ya hayat-hakkı tanımayan
şovenist düzen, batılı olmayan değer-sistemlerini, hayat-tarzlarını târihin ve
hayâtın dışına sürgün edebiliyor. Araçsallaştırılan, sömürgeleştirilen,
nesneleştirilen, yönlendirilen insan, her durumda “büyük sürü”nün hiç fark
edilmeyen bir parçası hâline gelir; olayları analiz etmek yerine olayların
arkasında sürüklenir. Koşullar içerisinde eriyip giden, bir direniş
sergileyemeyen insanın kişiliğinden, özgürlüğünden, erdeminden söz edilemez.
Her şeyin teknolojileştirildiği bir Dünyâ’da, mekânik yaklaşımlar temelinde
Dünyâyı doğru anlayamayız. Derinlikten yoksun teknik/mekânik akıl, insanın
mânevi/rûhi/hikemî yanını yok sayar. Günümüzde insanlık teknolojik
aşırılıkların, teknik aklın ağır baskısı altında bulunuyor. Teknoloji yaklaşımı
kendi-kendisini amaç hâline getiriyor. Hayâtın her alanı bu nedenle
hesaplanabilir hâle getiriliyor. Hayâtımız, rasyonel kalıplar içerisine
sıkıştırılıyor. Modern-rasyonel-seküler-kapitâlist örgütlenme biçimleri insâni
temellere, ilâhi temellere ihtiyaç duymuyor. Buradan hareketle, günümüzde
özellikle müslümanların, araçsal aklın tahakkümü altında bulunan bir Dünyâ’da
ilâhi vahye dayalı bir düşünme sistemini, bir hayat sistemini, bir siyâset
sistemini gündeme almaya cesâret etmeleri gerekiyor. Egemen sistem günümüzde,
insanın ihtiyaçlarına değil, kapitâlizmin ihtiyaçlarına cevap vermeye
çalışıyor. Günümüz dünyâ’sında dolaşımda bulunan bütün kavramlar,
modern-seküler-liberal düzene hizmet etmeleri için yapılandırılan kavramlardır.
Küresel Dünyâ hepimizi küresel ölçekte düşünmeye, üretmeye, davranmaya, hareket
etmeye, anlamaya mecbur ediyor. Büyük bir barbarlığa dönüşen ilerleme
ideolojisi, büyük bir vahşete dönüşen endüstriyel modernite bütün insanlık
değerlerini, insanlık ahlâkını ve vicdânını bütünüyle imhâ etti/ediyor.
Bu-gün gerçeklik çığırından çıkmış bir
gerçekliktir. Bütün modern kavramlar ancak ideolojik bir destekle, propaganda
desteğiyle yaşatılabiliyor. Modern tarih ve modern uygarlık kendi-kendisini
eskitiyor, kirletiyor, mahvediyor. Sanâyileşmeden oluşan uygarlık kirlenmeleri,
uygarlık hastalıklarını çoğaltıyor. Bilimsel bağnazlık ve bilimsel cehâlet
sebebiyle hayâtın içerisinde hepimiz, bütün bir yer-yüzünde her şey bilimin
yan-etkilerine mâruz kalıyoruz. Neleri bilmediğimizi bilmiyoruz, bildiğimizi
sanıyoruz. Herkes kendisini, tarzını çok önemli buluyor, yanlış yapmayacağını
düşünüyor. Kendi tarzını putlaştıranlarla ilişki kurulamıyor. Gerektiğinde
kendimizi, tarzımızı, tercihlerimizi yeniden gözden geçirme ihtiyâcı
duymuyoruz. Öz-eleştiri yapmak gibi bir geleneğimiz yok. Ortak-akla ihtiyaç
duymuyoruz. Bilinçli olmanın önemini kavrayamıyoruz. Modern bilim sorunlara
çözüm bulma yeteneğinden çok, sorunların nedenidir. Artık bilimsel bağlayıcılık
iddiaları da işlevini yitiriyor, Bilim yoluyla hakîkate ulaşma iddiaları önemini
kaybediyor. Sanâyileşme ve endüstrileşme bütün bir yer-yüzünü yaşanamaz hâle
getiriyor, sanâyileşme süreçleri, toprağın, havanın, suyun, gıda-maddelerinin
niteliğini bozduğu gibi, pek-çok canlı ve bitki türünü de yok ediyor. Muktedir
muhterisler ekonomik çıkarları için ekolojik tahribâta göz yumuyor” der.
Ali Şeriati de:
“İnsanı
bilimin kollarına terk ettiler. Bilimi de dînin hizmetinden çıkarıp, sonunda
insanlığı kuşkuya, karamsarlığa ve boşluğa ittiler. Ve tüm ümitlerini,
değerlerini ve îmanını alarak, yolun yarısında bitkin ve perişan bir hâlde
kendi başına terk ettiler. İnsan paranın hizmetine girdi (amaç yine bilim) ve
yansızlığını ilân ederek (agnostisizm) amaçsız, halkın dertlerinden habersiz ve
sorumsuz bir yaratık oldu çıktı.
Sömürgeciliğin gücü, kapitâlizmin kötülükleri, burjuvazinin
çirkinlikleri, aydınların dayanılmayacak noktalara varan çelişkileri,
yoksulluk, tüketim sistemi, paranın egemenliği, emeğin karşılıksız kalması,
teknolojinin ve lüksün insanî değerlerin yerini alması ve kuvvetin gerçeğe,
maddî çıkarların güzelliğe ve cinsel duyguların aşk ve sevgiye tercih edilmesi;
Tüm XIX. ve XX. yüzyılın ilk-yarısı,
teknolojinin, sömürü ve kapitâlizmin tüm Dünyâ’da zirveye ulaşmasına ve
burjuvazinin va'd ettiği cennetin -Allah'a ve dine gereksinim duymadan, aklın
ve bilimin önderliğinde teknolojinin yardımıyla kurulan cennet- kurulma
çalışmalarına tanık oldu. Sonra, yoksul halk-kitlelerinin çektiği dertlerin ve
acıların, sorumlu aydınların gönüllerinde tutuşturduğu uyanış ve özgürlük ateşi
düştüğü yeri kor gibi yakıp, gerçeğe varma aşkıyla sömürgeciliğin temellerini
sarsan bir lâv seli hâline gelmeye başladı” der.
Caner Taslaman:
“Bilim-felsefe-din ilişkisi, özellikle modern
dönem din-felsefesinin en önemli ilgi alanlarından birisidir. Modern dönemde
dünyâ-görüşlerini şekillendiren en önemli unsurların başında bilimsel başarılar
gelmiştir, bilimin artan otoritesi karşısında dinsel dünyâ-görüşlerinin nasıl
değerlendirilmesi gerektiği önemli felsefî başlıklar olarak karşımıza
çıkmıştır”.
Big-Bang süreci şuursuz bir süreçten
bahseder. Kâinât, Big-Bang Teorisinin bahsettiği gibi kendi-kendine meydana
gelmemiştir. Yâni yaratılış şuursuz bir yaratılış değildir. Bunun delîli;
şu-anki oluşların, şuurlu bir varlık olan insanın da katkılarıyla olan oluşlar
olmasıdır. Şuurlu bir şekilde başlamış ve şuurlu bir şekilde devam ediyor.
Big-Bang Teorisi zımnen; kâinâtın bir
yaratıcısının olmadığını, her şeyin kendi-kendine olduğunu alttan-alta yaymaya
çalışır. Varlığın yaratılışını Allah’a isnat etmek istemez. Böylece tüm
kâinâtın şuursuz bir yapı olduğunu, şuursuzca hareket ettiğini ve insanların da
şuursuzca hareket etmelerinin çok doğal olduğunu psikolojik olarak telkin eder.
Çünkü “sömürgen”ler için şuursuz insanlar kendilerinin en büyük müşterileridir.
Bu “müşteri”leri kaybetmemek ve çoğaltmak için, şuursuzlaştırma operasyonları
sürekli yeni yollarla ve kandırmacalarla devâm etmelidir. Yazar Mehmed Alagaş
bu konuda şunları söylüyor:
“Meseleye küfrî bir ön-yargıyla yaklaşan
çağdaş-bilim, büyük-patlama teorisini ileri sürüyor. Sizce şuursuz bir
patlamadan, canlı ve şuurlu bir nizam meydana gelebilir mi?”
Meselâ on tane askerin birbiriyle uyumlu hareketlerini gördüğün
zaman, bu hareketleri tesâdüfen birbirine benzeyen başı-boş hareketler olarak
mı tanımlarsın? Yoksa, bu hareketlerdeki âhengi, bu hareketlerdeki uyumu ortak
bir emirden, şuurlu bir emir sâhibinden mi bilirsin?”
On tane askerin uyumlu hareketi şuurlu bir emir sâhibine
muhtaç ise, milyarlarca yıldızdan, gezegenlerden meydana gelen bu kâinâttaki
âhenkli nizâmın da şuurlu bir emire, bir Emir-Sâhibine muhtaç olduğu
kaçınılmazdır.
Şuursuz bir patlamadan, şuurlu bir tabiat,
şuurlu bir nizam nasıl meydana gelebilir?
Büyük patlama teorisi, çağdaş bilimin şişirdiği teorik
balonun patlatılmasından başka bir şey değildir. Şu gördüğün varlığın ve
varoluşun sırrı, varlık âleminin milyarlarca yıllık târihinde değil, bu târihin
ilk sayfasında, ilk sayfanın ilk satırında, ilk satırın ilk harfindedir.
Harfleri okumaya Z'den başlayan ve Z'den önce hangi harfin olduğunu araştıran
çağdaş bilime, A harfi sorulmalı. Büyük patlama diyorlar!. Bu fantazi görüşü
tartışmaya gerek duymadan sorulmalı onlara “Neyin büyük patlaması?” Patlayan
bir şey var ise, bu şey nasıl varolmuş? Kendiliğinden varolması mümkün olmayan
bu şeyi vâr-eden, bu şeyi yaratan ne? İşte Allah (c.c.) “Böyle bir güç ve kudret sâhibi olan sâdece Benim. Bu kâinâtı Ben
yarattım, bu kâinâtı Ben yarattım?” buyuruyor. Aynı vasıflara sâhip
başka bir iddia sâhibi var mı?”
Fındık-kabuğunun içinden çıkmadan, fındık ağacının varlığına
ilişkin teoriler üreten modern bilim, meseleye Z harfinden başlıyor. Varlık aleminin geldiği son nokta olan görünür Z harfini
dikkate alıyor ve Z'den önce hangi harfin bulunduğu araştırılıyor. Oysa Z'den
önce Y'nin, Y'den önce V'nin olması hiç önemli değildi. Bütün bunlar varlık
alemindeki değişimleri gösterebilecek merhâlelerdi.
Önemli olan A harfidir.
Önemli olan A harfinin varlığıdır.
V'nin değişimiyle Y, Y'nin değişimiyle Z
meydana gelebilir.
Fakat A, A nasıl meydana gelmiştir? Kendinden
önce hiç-bir harf, hiç-bir şey bulunmayan A nasıl varolmuştur?
Modern bilimin târifi, mahkemece kabûl
edilip belirlenmiş ve onaylanmış olandır.
Aslında yapılmak istenen
şey, bilim sâyesinde insanları refaha ulaştırmak vs. değildi. Tek yapmak
istedikleri şey; bilimi dînin yerine geçirip ilâhlaştırmaktı. Böylece
“birileri” bu “yeni din” ile sömürülerini daha çok ve daha kolay bir şekilde
yapacaklardı. İnsanların ellerinden dini alarak, çeşitli reklamlarla, filmlerle
vs. şişirilmiş ve abartılmış, reklamı çok fazla yapılmış ve din gibi
gösterilmiş bilimi sundular. İnsanları matematiğe kitlediler. Çocukların bile
matematiksel-kafaya sâhip olanları makbûl olarak kabûl edildi/ediliyor. Hâlbuki
insanların çoğu matematikten anlamıyorlardı. Matematikten anlamayınca bilimden
de anlamıyorlardı doğal olarak. Anladıkları sâdece gerçek-dışı reklamlardı.
(Hz. Ali: “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulü’nün
yalanlanmasını ister misiniz?” der). Bu, zamanla öyle bir hâl aldı ki, bilimden
şüphe etmek suç sayılır oldu. İnsanlar anlamasa da bilime laf edemez oldular.
Tabî ki de bilimin bâzı buluşları ve ürünleri olacaktı. Zâten bu hep vardı.
Belki biraz hız kazandı. Hâlbuki bir şeyin hızlı gelişmesi her zaman iyi-sonuç
getirmeyebilir. Zamanla insanların heyecanlarını tükettiler bu sâyede.
Başta Big-Bang Teorisi olmak üzere ortaya
atılan teoriler bilimle ilgilenmeyen kişiler için faso-fisodan ibârettir.
Anlamadıkları bir şeyi kabûl ediyormuş gibi gözükmelerinin nedeni medyanın
etkisidir. Bir teorinin, her kesimin kolayca anlayabileceği bir açıklaması
olması gerekir. Fakat bilim-adamları bile bu teoriyi tam açıklayamıyorken
normal vatandaşın anlamasını beklemek çok zordur. Kendilerine bir “teori”
yapmışlar, kendi aralarında oyalanıyorlar. Almışlar ellerine bir emzik,
emiyorlar. Modern kâhinler ha-bire atıp-tutuyorlar işte. Normal vatandaş için
Big-Bang Teorisi “ha var, ha yok” ne fark eder?
Lord Rutherford:
“Bilim, bilim adamlarının yaptığı şeydir” der.
“De
ki: 'Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber
verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var?
Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge
üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını
vâdetmiyorlar” (Fâtır
40). Bilim-adamları kendi aralarında kurmuşlar bir düzen, birbirlerini
aldatmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Peki bunları düşünen ve yapanlar
kimlerdir? Tabî ki de her pis işin altından çıkan Yahudilerdir. Tek dertleri,
insanları maddeye kilitlemek ve maddenin esîri etmek. Bilimi de insanları
madde-perest yapmak için kullandılar/kullanıyorlar. Bunu daha çabuk ve etkili
yapmanın yolu ise bir değer öçlüsü olan dini bloke etmekten geçiyordu. Bakın
bir Yahudi protokolü bu gerçeği nasıl yansıtıyor:
“Allah fikrini, yahudilerden başkalarının zihinlerinden
silmemiz, bunların yerine de matematiksel teoriler veya maddiyat düşüncesini
koymamız gerekmektedir”. Demek ki bu ideoloji/teori en temelinde
Yahudiliğin ideolojisidir.
Evet; bu protokollerin sonucu olarak
dinsiz kuramlar geliştirdiler. Evrim Teorisi ve onun uzantısı olan Big-Bang
Teorisi bunlardan en meşhur olanlarıdır. Bu teorileri onca çıkmazlarına rağmen
hâlen tartışmasız doğru gibi gösteriyorlar değişik kanallarla. Aslında
kendileri bu teorilerin tutarsız olduğunu çok iyi biliyorlar. Maksat başka
birileri bilmesin. Çünkü insanlar bu tuzakları fark ederlerse bütün plânları
suya düşecek. Bu yüzden bilimi dînin düşmanı gibi göstermeye devam ediyorlar.
Hâlbuki dînin içinde bilim de vardır. Fakat tağutların sundukları bilimin
içinde din yok. İşte bu durum “birilerinden/bir şeylerden” şüphelenmek için
yeter.
Big-Bang ve evrim teorileri -ki
birbirlerinin sebep-sonucudur- bilimi bir dogma, bir din hâline getirdi. Öyle
ki insanlar artık bunları sorgulayamıyorlar. Onlara karşı bir düşünce
üretemiyorlar. Dindarlar bu bilimlerle cedelleşmek istemiyorlar.
Evet; bilim bir dogma hâline gelmiştir.
Bu dogmaların başını da Evrim ve Big-Bang teorileri çeker.
Çağın kapitalist-emperyalist zihniyeti
yahudi ortağı İngiltere, 1900’lü yılların başında, oyalayacak ve oynayacak
çeşitli şeyler ortaya çıkardı ve sundu insanlığa. Spor, müzik, televizyon gibi.
Bilim alanında ise, Evrim ve Big-Bang Teorilerini sundu ki, insanlar bu oyun ve
oyalama nedeniyle yaptıkları sömürüyü-talanı göremesinler ve fark edemesinler.
Böylece mutlu-azınlık mevcut hayâtiyetini rahatça sürdürsün.
Bana bilim-adamlarını kimin finanse
ettiğini söyleyin, size ortaya atılan teorinin ne olduğunu söyleyeyim.
Mehmet Bahadır:
“Bilime şu-anki olağan-üstü mevkiini verenler, dîni inkâr
veya kasten göz-ardı eden bilim-adamlarıyla, onlarla ittifak eden bir-takım
sermâye ve güç-merkezleri olmuştur” der.
En nihâyetinde bu teoriden zulüm çıkar.
Çünkü bu teoriyi zâlimler finanse ediyor, zulüm finanse ediyor.
Psikolojik bir baskı vardır. Bilimin ilâh
kabûl edilmesi için yapılan bir baskı. Bilim gibi bir ilâh hayâtımızın
hiç-bir şeyine karışmayacağı için “istediğimiz gibi” yaşanabilecektir.
Böyle
bir teorinin psikolojik arka-planı nedir? Çünkü bu teoriyi ortaya atan
uygarlığın! aklı sürekli büyük patlamalar (Big-Bang) yapıyor. Dünyâ’nın her
yerinde zâten sürekli “patlamalar” gerçekleştirdikleri için, zihinleri de
patlamaya ayarlanmış/uyarlanmış. Bu teori de bu zihnin bir sonucu. Patlatmadıkları
yer kalmadı. Buna gelen îtirazları def-etmek ve yaptıklarını meşrûlaştırmak
için evrenin de patlamayla oluştuğunu söylüyorlar. Böylece insanlara olan
şeylerin doğal bir iş olduğunu düşündürtüyorlar. Bunu popüler bilim-alanı olan
gök-bilim ile yapıyorlar.
ReklÂm
FAKTÖRÜ
Kâinâtın sâdece %4’ü tespit
edilebilmiştir. Yâni araştırılabilen kısmı sâdece %4’tür. Geri kalan %96’sı
hakkında ise bir şey bilinmiyor. Fakat buna rağmen sanki kâinâtın tüm alanı
taranmış, sırları çözülmüş ve kâinâta hakim olunmuş havası estiriliyor.
Özellikle Higgs bozonunun bulunmasından
sonra -ki aslında bulunan somut bir şey yoktur, bu sâdece bilimsel bir
magazindir- bu görüş ve inanış arttı. Her şeyin bilindiği iddiası. Oysa meselâ
gravitasyonun ne olduğu bilinmiyor ve bilinemez de. Çünkü gravitasyonu çözmek
için şu-an aldığımız nefes de dâhil kâinâtın tüm enerjisine ihtiyaç vardır ve
bunun için gravitasyonu ve dolayısıyla evreni tam anlamıyla açıklamak
imkânsızdır.
Sanki
bilim-adamları her şeyi çözmüş gibi bir hava estiriliyor. Hâlbuki evrene bir
belirsizlik hâkimdir. Bir şeyi tam olarak bilmek neredeyse imkânsızdır. Bırakın
koca evren materyâllerini, bir parçacığın yeri-hızı aynı-anda bilinemez. Werner
Hisenberg belirsizlik prensibine göre bir parçacığın hareketi sırasında hem
yeri ve hem hızı aynı-anda bilinemez, sâdece biri bilinebilir, dalga ve
parçacık görüntüler hiçbir zaman bir-arada olamaz. Bir parçacık uzayda her
yerde olabilir ve ne zaman nerede olacağı bilinemez. Bu, uzay sistemleri için
de aynıdır. Uzayda görülen hiç bir şeyin yeri aslında “orası” değildir, “orası”
olmadığı için hesaplar tutmaz, yanlış çıkar. İşte bu yüzden evrenin yaratılışı
konusunda son sözü ancak Kur’ân söyleyebilir. Bilim, kâinât hakkında son sözü söyleyemez, çünkü söylenen
şeyler değişme ve çürütülme olasılığı olan şeylerdir. O yüzden mutlak-doğru
olarak kabûl etmek yanlış olur.
Şâir Ahmet Arif:
“Düşün, uzay çağında bir ayağımız/Ham çarık, kıl çorapta
olsa da biri/Düşün, olasılık, atom fiziği”… der şiirinde. Niceleri var ki
mağaralarda yaşıyor; ağaç kabuğu yiyor; bir-içimlik berrak suya hasret
kimileri.. Diğerleriyse evrenin (güya) en uzak mesafelerini seyre dalıyor,
neler-neler keşfediyorlar. Neye yarar??...
Daha önce de nice toplumlar aynı şekilde
bilime/bilgiye güvenerek küstahlaşmışlardı.
“Resûlleri
kendilerine apaçık belgeler getirdiği zaman, yanlarındaki bilgi dolayısıyla
sevinip-böbürlendiler de, kendisini alay-konusu edindikleri şey, onları
sarıp-kuşatıverdi” (Mü’min 83).
Evreni o kadar da karıştırmaya/incelemeye
gerek yok. Çok daha önemli meseleler var. İnsanlar evren-bilimden daha çok,
toplum-bilime, târih felsefesine, iktisâda ve târihe gereksinim duyar.
Kapitâlizmin kuramsal temeli olan klâsik
(liberâl) iktisat kuramında, doğal düzenin ahlâki niteliklerden sıyrılmış
olduğu ve yasalarının adâlet, akıl veya insan refahıyla ilgisi bulunmadığı
inancı vardır.
Bir teorinin manşetten verilmesi, onun
sloganlarla tekrarlanması onu meşru ve geçerli kılmaz. Doğruluğun ölçütü bu
değildir.
Bülent Akyürek:
“Bir millet en kolay, bilim ve filimle
değiştirilebilir” der.
Bu teorinin medya ve bilim-câmiâsı
tarafından bu kadar dikte edilmesinin nedenlerinden biri de, bu teoriden
beslenenlerin baskısıdır. Zâten Big-Bang zamanla “Big-Bank”a dönüşmüştür.
Üzerinden kazanan-kazanana..
Muhammed Nur Denek:
“Bilim, para getiriyorsa değerli, ama insana,
adâlete, eşitliğe hizmet ediyorsa değersiz ve gereksiz görülmeye başlandı” der.
Zâten “modern evren
araştırmaları”nı Allah’a karşı kazanacakları, dolayısı ile palazlanmalarıyla
sonuçlanacak bir zafer olarak yapıyorlar.
Eren Erdem:
“Yaygın medya araçlarının bu denli taraflı kullanımı;
analitik ve entelektüel kültürün ciddî mânâda gerilemesine neden olmuştur.
Bundan ötürüdür ki, bir nefeslik TEZ’ler, mûteber hâle gelmiş, bir nefesle
yıkılacak kaleler, neredeyse “en güvenilir sığınak” sanılır olmuştur” der.
FELSEFÎ
ANALİZLER
Big-Bang Teorisi’ne göre evrenin hiçbir
noktası aynı yaşta olamaz. Helyum ve Hidrojen, patlamanın 3. milyon yılında
ortaya çıkmıştır meselâ. Çünkü patlama bir yere doğru açılım yapmıştır ve sözde
açılma yaşanırken parçacıklar her noktada ayrı bir zamanda oluşup ayrı bir
zamâna muhâtap olmuşlardır. Biraz ilerideki maddenin/enerjinin az-öncekine göre
yaşı daha genç olacaktır. Çünkü az-önceki bulunduğu yere daha-önce gelmiştir.
Arada milyon yıl farklar vardır. Bu nedenle tek bir “yaş”tan bahsedilemez.
Kâinâttaki her varlık orijinâldir.
Kendine-has varlıkları vardır. Hiçbir şey başka bir şeyden oluşmamıştır ve
türememiştir. Orijinâl olarak yaratılmıştır. Yıldız-gillerin bir ortak-atası
yoktur; kedi-gillerin bir ortak-atası yoktur; turunç-gillerin bir ortak-atası
yoktur. Hepsi tek-tek orijinâl varlıklardır ve mevcut şekillerinde
yaratılmışlardır.
Bir de çok fazla üzerinde durmak
istemediğimiz şöyle bir düşüncemiz var: Şu-anda okuduğunuz yazının mutlak bir
gerçekliği olmadığı gibi, kâinatın da mutlak bir gerçekliği yoktur. Kendine-has
bir gerçekliği vardır tabî ki de. Ama bu gerçeklik mutlak bir gerçeklik
değildir. Çünkü Allah’tan başka mutlak bir gerçeklik yoktur. (Lokman 30) Bir
yazı insanda nasıl bir etki bırakırsa, kâinat da insanda öyle bir etki bırakır.
Burada aslolan nokta, mutlak bir varlığı olmasa da o şeyin bıraktığı etkidir.
Bu etki öylesine yoğundur ki, biz o şeyi “mutlak gerçek” zannederiz. Gerçek
olan şey, “ol” ve “öl” emirleridir. Ve biz de diyoruz ki; bu iki emrin arasında
geçecek olan zaman ortalama 10.000 sene olacaktır. Evet; kâinatın mutlak bir
gerçekliği yoktur. Mutlak gerçekliği olmayan şeyler için ise, ânında “ol”ma ve
ânında “öl”me vardır. Aynen televizyonda olduğu gibi; açarsınız; kapatırsınız.
Televizyonu açtığınızda “kün”-“ol”, kapattığınızda “hün”-“öl” emri vermiş
olursunuz. Evet; kâinat sâdece bir imajdır. Demek istediğimiz şu ki: Kâinat
“hak”tır ama “el hak” değildir.
Tek Mutlak-Gerçek olan Allah, kâinatta
Zâtı ile yoktur, yasaları ile vardır. Aksi-hâlde kâinat fâni olduğu için, Allah
da fâni olurdu. Kâinat yok olacağı için Allah da yok olurdu ki böyle bir
nitelendirme hâşâ yapılamaz. Bu yüzden kâinatta mutlak-gerçeklik yoktur/olamaz.
Mutlak-gerçekliğin olmadığı yerde de doğal olarak mutlak-doğrulara ulaşılamaz.
Mutlak-varlığı olmayan şeyin mutlak-bilgisi de olamaz. Olsa bile bunu mutlak
olmayanlar bilemez. Ancak “Mutlak Olan” bilebilir ve bildirebilir. Fakat
bildirdiği de “size az bir bilgi verildi” âyeti mûcîbince “mutlak” olamaz.
“Mutlak” olsa bile biz bunu mutlak” olarak değerlendiremeyiz ve bilemeyiz.
Ancak Allah’ın izin verdiği ölçüde.
Gorgias genel olarak varlık hakkında
bilginin olanaksızlığını ileri sürer. Ona göre hiç-bir şeyin varlığı kesin değildir.
Varlık olsaydı bile onu bilmek olanaksızdır. Bir şekilde varlığı bilseydik bile
bunu başkalarına bildiremezdik.
Descartes’e göre yalnızca doğuştan gelen
bilgiler doğruluğu açık ve seçik olan bilgilerdir. Descartes'e göre duyularımız
ve anlama yetimiz bizi yanıltabilirler.
Bir şeyi “anlamak” için onu “aşmak”
gerekir. Aşılması mümkün olmayan şeyin tam olarak anlaşılması mümkün değildir
çünkü.
Neden kâinâtı araştırırken onu yaratan
Allah’ın sözleri/Kur’ân hesaba katılmıyor? Oysa Allah, Kur’ân’ında diyor ki..
“İşte
bunlar, Allah'ın âyetleridir; sana bunları hak olmak üzere okuyoruz. Öyleyse
onlar, Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze îman edecekler”
(Câsiye 6).
"Gökleri
ve yeri Hakk'a dayalı olarak gerektiği gibi yaratmıştır” (Teğâbün 3).
Hakka dayalı olarak yaratmak ne demektir?
Her şeyin hakkını vererek yaratmak demektir. Her şeyin hakkını vermek; her şeyi
belli bir düzende yaratmak demektir. Hak, bunu gerektirir. Belli bir ölçüye
göre, belli bir biçimde, belli bir hızda, yönde, mesâfede vs. gibi. En ideâl
seviyesine gelmemiş olan bir yapı ise, hakkını almamış demektir. Hak ilkesi
her-şeyi en ideâl şekliyle yaratmayı gerektirir. Allah, kâinâtı hak ilkesiyle
en ideâl şeklinde yaratmıştır. Kâinâtın hakkını vermiştir. Kâinâtta haksızlık hiç
yapılmamış, hiçbir şey en ideâl hâlinden bir önceki hâlde hiç bulunmamıştır.
Çünkü hak sonradan ortaya çıkmamıştır. Hakkın ezeli olması bunu gerektirir.
Kâinât hakka dayanır. Hak ise her şeyin hakkı ne ise vermeyi gerektirir. Hiçbir
haksızlık yapılmaz.
Allah her şeyi hiçbir doğa-yasasının
olmadığı bir zamanda yaratmıştır. Bu yüzden bir ihlâlden bahsedilemez. Mûzice
olması ise, şu-anda “ilk-yaratılış”ı anlamlandıramayışımız ile ilgilidir.
Evrimdeki sözde ara-geçiş aşamasındaki
varlık ideâl hâlde olmadığından işlevini tam yerine getiremeyeceği için o halde
bir-süre bulunamaz. Evren materyâlleri de ideâl hâllerinden bir-önceki
durumlarında bilinçli/düzgün hareketler sergileyemeyecekleri için o
durumlarında bir-süre bulunamazlar. “Hak” ile yaratmak, yaratılıştaki
anlamlılığa ve amaçlılığa delâlet eder. Peki, mükemmel hâle gelmemiş ve yarım
olan bir yapı işlevini nasıl gerçekleştirecektir? İşlevini yapamayan bir yapıya
nasıl “anlamlı bir yapıdır” diyebileceğiz? Çünkü mükemmel hâle gelmediği zaman
işlevini tam yapamayacağı için o yapı anlamsız bir yapı olacaktır. Bu Allah’ın
“hak” ile yaratmak amacına terstir.
Çünkü onların o durumda bir kaderi/ölçüsü
yoktur. Bir yasaları yoktur. Boştadırlar. Tamamlanamadıkları için her-hangi bir
yasaya da dâhil değildirler. Bir yasaya tâbi olmayan şey ise aslında Allah’a
tâbi değil demektir ki pozitivist bilim de zâten bu düşünceyi yerleştirmeye
çalışıyor. Kendi-kendine, rast-gele, gelişi-güzel bir yaratılmanın olduğunu
söylüyor. Allah gelişi-güzel bir yaratma yapmaktan münezzehtir.
Allah’tan “mutlak olan” tahakkuk eder
ancak. Tahakkuk eden mutlak olandır. Mutlak olanda eksiklik olmaz. Mutlak olan,
kusursuz olan ve mükemmel olandır.
Allah Hâkimdir. Hâkim, her-şeyi kusursuz
şekilde yapmak-yaratmak demektir. Allah kusursuz yaratmıştır. Şimdi; bu
kusursuz yaratılma aşama-aşama mı olmuştu, yoksa bir-anda mı? “Kusursuz”un bir-önceki
aşaması “kusurlu” olduğuna göre ve o da
bir “yaratma durumu” olduğuna göre ve Allah kusursuz bir şey yaratmayacağına
göre, bu kusursuz yaratılış bir-anda olmuş olmalıdır. Âlimül hakim, her-şeyi
hakkıyla bildiği için, “her-şeyi yerli-yerince, tam hakkıyla yapan” demektir.
Allah’ın yarattığında isâbetsiz bir yaratış
yapmaz. İlk attığında tam 12’den vurur. Hedefe aşama-aşama gelmek Allah’ın şânına
yakışmaz.
Kâinât yoktan bir-anda yaratılmıştır.
Her-hangi bir “şey”den yaratılmamıştır. “Yok”ken bir-anda “var” olmuştur. Her
şey aslına dönücüdür/dönecektir. Kâinât da aslına dönecek, yani ilk-başta
olduğu gibi “yok” olacaktır.
Gerçek olan budur ve hakîkat kendini
her zaman olanca sesiyle haykırır.
Bir şey yanlışsa yanlıştır. Çoğu kişinin
o yanlışı doğru kabûl etmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Mustafa İslamoğlu’nun
dediği gibi:
“Yanlış yargıların toplumsal bir mutâbakata
dönüşmüş olması onu yanlış olmaktan çıkarmaz”.
Peki bilim-adamları neden yanlış
sonuçlara varıyorlar? Yanlış sonuçlara varmaları çok doğal; çünkü çıkış
noktaları yanlış. Çıkış noktaları “din-merkezli” olmadığı için başlangıçta
yaptıkları küçük bir hatâ, ileride büyük hatâlara ulaşılmasına yol açıyor.
Tasavvurları da bozuk. Yaratan üzerinden değil de, yaratılan üzerinden yola
çıkmalarının sonucunda bu yanlış tasavvurlara varıyorlar. “Tasavvurda
mili-metrik sapma, eylemde kilometrelerce büyüklüğünde bir sapmaya yol açar”
sözü tezâhür etmiş oluyor. Doğru sonuca ulaşmanın kaçınılmaz yolu olan,
“Allah-Din-Âhiret” merkezli düşünce sistemine girmedikçe doğru yol kendilerine
açılmayacaktır. Üstad Seyyid Kutub da bu konuda şunları söylüyor:,
“Âhiretteki hesaplaşmayı (din-gününü) yalanlayan kimse ise,
olayları kısa ve sınırlı dünyâ-hayâtındaki görünümleri ile hesaplar.
Yer-yüzünün ve insan ömrünün daracık sınırları içinde hareket eder. Bu-yüzden
hesâbı değişir, ölçülerinin sonuçları farklı olur. Zaman ve mekânın dar
kalıpları içine hapsolmasının yanı-sıra yanlış sonuçlar elde eder. Sürekli
düşüncesini, hesâbını ve değerlendirmesini sınırlandırdığı bu dünyâ-hayâtında
olup-bitenler tatmin etmez kendisini, hiçbir zaman rahat yüzü göremez, çünkü
elde edilen sonuçlar âdil ve mâkûl değildir. Hiç kuşkusuz bunun nedeni olayları
hesaplarken daha büyük ve daha uzun olan öteki yönünü hesaba katmamasıdır…
Yaptıkları şuna benzer: Ressamın biri
sürrealist bir resim yapıyor ve onu bir müzeye asıyor. Müzeyi ziyârete gelen
sözde “resimden anlayanlar”, resim üzerinde değişik yorumlar yapıyorlar.
Ressamın anlatmak istediği şeyi farklı bir şekilde anlıyorlar. Hayâllerine
gelen şeyleri resmin anlatmak istediği şey zannediyorlar. Tabî ki yanılıyorlar.
Hâlbuki kendi keyfi vargılarına ulaşmadan önce resmi yapan ressama danışsalardı
vardıkları sonuçların hiç de öyle olmadığını görürlerdi. Evet; yapmaları
gereken tek şey “Ressama” danışmaktı.
Bütün âlemin yaratıcısı
olan Allah’ı bilmeyen biri, O’nun yarattığı âlemin detaylarını ve inceliklerini
tam-mânâsıyla nasıl bilebilir? Ressamı tanımadan resim hakkında ne kadar doğru
yorum yapılabilir? Ressamı tanımadan resim üzerinden konuşanlar câhildir. Bakın
Üstad Mevdûdi bu konuda ne diyor:
“Küfür bir nevi cehâlet; hem de tam mânâsıyla cehâlettir.
Kâinâtın sâhibi ve kurucusu olan Allah-u Teala’yı bilememekten daha büyük
cehâlet olur mu? Bir kimse tabiatın geniş manzarasını; ara vermeden işleyen
hârika mekanizmayı; kâinâtın her köşe ve bucağında kendini gösteren şahâne
modeli müşâhede eder. Bu geniş teşkilâtı müşâhede etmesine rağmen onu meydana
getiren ve idâre edenin kim olduğunu bilmez. En mükemmel sûrette işleyen ve
şâyan-ı gayret bir organizma olan kendi vücuduna bakar. Fakat bu varlığı
meydana getiren kudret; kalsiyum, sodyum vs. gibi cansız maddelerden eşsiz
hayâtı yaratanın kim olduğunu anlayamaz. Kâinâttaki kusursuz plâna şâhit olur.
Fakat o plânı hazırlayanı göremez. İşlemesindeki ahenk ve letâfeti görür. Fakat
yaradanını asla. Tabiatın akla hayret veren modelini müşâhede eder, fakat o
modeli çizeni bilemez. Kâinâtın içinde olup, kendi çevresinde bulunan her türlü
ilim ve hikmet, riyâziye, mühendislik, plân ve hizmetle alâkalı hünerlerin
tezâhürlerini müşâhede eder. Fakat bu uçsuz-bucaksız kâinâtı halk-eden varlığa
karşı gözlerini yummaktadır. Bu muazzam ve mânâlı hakîkate karşı gözlerini
yuman kimsenin hakîki bilgi görüşüne yaklaşmasına imkân var mıdır? Böyle bir
kimseye hakîkat ve bilgi manzarası açık kalabilir mi? O hakîkatin izini
bulamayacaktır. Doğru yol onun için kapalı kalacaktır. Fen ve sanattaki
gayretleri ne olursa-olsun, hakîkat ve bilgi-ışığı ona asla ulaşamayacaktır. O
karanlıkta yürüyecek ve cehâlet kasvetinin içinde yuvarlanacaktır. Bu isyan ve
hakîkati inkârın kaçınılmaz netîcesi, hayat tasavvurlarında hüsrâna uğramak
olacaktır. Böyle bir âsi, hakîki bilgi ve ilhamın yolunu asla bulamayacaktır; Çünkü
kendi yaratanını keşfedemeyen bilgi, hakîkati keşfedemez. Böyle bir adamın
muhâkeme ve idrâkı fesat yoluna sapmış olur; çünkü yaratanını bilmemek günahını
işleyen mantık, hayat yolunu aydınlatamaz”.
Böyle bir
adam hayâtındaki bütün işlerde başarısızlıkla karşılaşacaktır. Ahlâki, medeni
ve sosyâl hayâtı ile siyâsi ve âile hayâtı dâhi berbât olacaktır. Bu Dünyâ’da
fesat ve huzursuzluğu yayacaktır. Kan akıtacak, başkalarının hakkını ihlâl
edecek, başkalarına zulüm edecektir. Sapık fikirleri ve ihtirâsı, bulanık
görüşü ve değerleri yanlış ölçen terâzisi ve kötü faaliyetleri onu ve
çevresindekilerin hayâtını tatsız hâle sokar. Böyle bir adam Dünyâdaki
denge ve istikrarı bozar.
Eğer onlar, Allah’ın âfak ve enfüsteki âyetlerine ve
hikmetlerinin sırlarına, bâsiretlerini akıl ve gözlerine yardımcı yaparak
baksalar onun takdirlerinde ve hesaplarında kendilerinden daha mükemmel olduğunu
görecekler.
Küfrün bedbaht âkıbeti budur, hem bu Dünyâ’da,
hem de âhirette insanları mutlak sûrette başarısızlık ve çıkmaza sürükleyecektir.
Gerçeklerin sosyolojik/doğal sonuçları
topluma/kişiye maddi-mânevi her-hangi bir zarar vermez. Fakat pratikte sonuç
olarak toplumda bozulma sürekli artıyorsa, o topluma yön-veren her konudaki
teori yanlış ya da eksik olduğundan dolayı hatâlıdır.
Caner Taslaman:
“Bilimin içinde çözülmemiş daha bir-çok sorun
var. Örneğin şu-anda fiziğin içinde kuantum teorisi ile izâfiyet teoremi (genel
rölativite) uzlaştırılamıyor. Bu fizik açısından büyük bir sorun. Mikroyu çok
iyi açıklayan bir teorimiz var. Makroyu da çok iyi açıklayan bir teorimiz var.
Doğal beklenti bu ikisinin birbiriyle son derece uyumlu olması ama aralarında
uyumsuzluk var. Fizikte, fizikçilere saç-baş yolduran ve hâlen devam eden bir
sorun bu.
Aslında “zamânın doğası nedir”, “uzayın doğası
nedir” gibi sorular da hâlen fizikte tartışılıyor. Fiziğin içinde çözülemeyen
ancak çözülmesi umulan sorular bunlar. Siz, fizikteki bütün bu soruları
çözseniz de, karşımızda bir evren duruyor. “Bu evrenin varlığının açıklaması
nedir” gibi daha bir sürü felsefeyi ilgilendiren soru var. Bunlara bizim
fizik-alanından değil de felsefe ve teolojinin alanına geçerek verebileceğimiz
cevaplar var. Sonuçta fiziğin bize verdiği açıklamalar, bu evrenin nasıl
işlediğiyle alâkalı açıklamalar. Diyelim ki iki tane cisim çarpışıyor,
bunlar hangi hızda çarpışırsa nasıl ayrılırlar, Mars ile Jüpiter’in yörüngesi
nedir, karıncalar nasıl haberleşir, beynimizdeki nöronlar nasıl irtibat kurar
gibi sorular… Fakat bu soruların hiç-biri, bu bilim-yasalarının hiç-biri; “ne
oluyor da bu bilim-yasaları vardır” sorusunun cevâbı değildir. Bilim, var olan
düzenleri bulmaya çalışıyor; “karınca nasıl haberleşiyor”, “ay yörüngesinde
nasıl duruyor”, “su hangi derecede hangi basınç altında donuyor ve-yahut
kaynıyor gibi…” şeklinde sorulara bilim cevap verirken; “ne oluyor da bu donma
yasası” var, “ne oluyor da madde hâl değiştiriyor” şeklinde, “var olan
fizik-yasalarının varlık sebebi nedir,” sorusunu sorduğunuz andan îtibaren
mesele fiziğin konusu olmaktan çıkıyor, felsefenin alanına geçiyor.
Fiziğin üzerine konuşmak gerektiği zaman bile
mesele fiziği aşıyor. Bakın basit bir örnek vereyim; bir-çok kimse, “fizik
nedir,” diye sorduğunuzda hemen, ”deneyle gözlemle yapılan bir şeydir” diyor. O
zaman ben de şu soruyu soruyorum;” fizîkî bilgi deney ve gözlemle yapılır”
cümlesinin kendisi deney ve gözlem sonucu meydana gelmiş bir cümle midir? İlk
adımda sarf ettiğiniz cümlenin kendisi bile fiziğin dışında! Bir-çok
fizikçi bu ayrımları ne yazık ki yapamıyorlar, daha kurdukları ilk cümlenin
bile fizikle alâkası olmadığının farkında değiller.
İşin doğrusu şu: Bizim birinci şahıs olarak
içimizde gözlemlediğimiz hiçbir şey fiziğin konusu olamaz. Buraya çok dikkat
etmek lâzım. Genellikle gözden kaçıyor çünkü. Nedir bunlar: Bizim arzularımız,
korku, mutluluk, ondan sonra istek veya mantık kurallarının kendisi. Dikkat
ettiyseniz bunların hiçbirisi herkese açık deney ve gözlemin erişim alanında
değil. Biz, birinci şahıs olarak kendi içimizde, içe-bakışla bunları fark ediyor,
biliyoruz. Bir deneyim burada var ama bu farklı bir şey. Biz, içe-bakışla bunu
idrâk ediyoruz. Korkunun ne olduğunu, arzunun ne olduğunu her ferd kendi içinde
idrak ediyor. Klasik doğa-bilimindeki gözlemden son derece farklı bir şey bu”
der.
Bilim-adamlarının attıkları ok
her-hangi bir yere saplanmışken; daha sonra okun vurduğu yerin etrafına hedef
çizip; ne kadar da keskin nişancı olduklarını savunuyorlar. Bilim-adamlarının
ön-görülerinin çoğu buna benzer.
Allah zamandan ve mekandan münezzeh olduğuna
göre, kâinâtın aşama-aşama oluştuğunu söylemek, kâinâtı yaratan Allah’ı (hâşa)
zaman ve mekana bağımlı kılmak değil midir?
Felsefî bir kaynaktan aktararak bilime
yapılan eleştirileri görelim:
Bilimsel ilerleme devam ettikçe
gerçekliğin daha “doğru” tespit edildiğine dâir delil yok. Dış-Dünyâ hakkında
tek doğrunun bilimsel bilgi ile anlatıldığının ölçütü de yoktur.
Bilimsel-bilgi bir dil ve ideoloji hâline
gelmiştir. Kendi dışındaki tüm bilgileri yok etmek istemektedir. Bilim-adamları
yönetimi elinde tutanlarla iş-birliği yaparak egemenliklerini
sürdürmektedirler. Orta-çağda dînin yaptığı gibi, evrendeki her şeyi en doğru
kendisinin açıkladığını, ilerleme ve kurtuluşun ancak onu izlemekle elde
edilebileceğini iddia etmektedir.
Bilimin sanat, edebiyat, din v.s. gibi
diğer bilgi türlerini ya görmezlikten gelip ya da reddetmesi; sâdece kendini
üstün görmesi de kabûl edilemez. İnsanın düzenlediği her türlü bilgiye yaşama
ve yarışma şansı vermelidir.
Pozitif-bilim, dış-dünyâ’daki olguları
(nesneleri ve ilişkileri) gerçekten temsil edebilecek ifâdelere ulaşmış mıdır?
Dilin mantıksal çözümlenmesi üzerinde yapılan çalışmalar genellikle
başarısızlığa uğramıştır. Bilim olgular üzerine mi kurulacaktır, olguları
yansıtan kavramlar ve önermeler üzerine mi? Gözlem ve deneylerle olguları
sistematik hâle getiren mantıksal çerçevede kesin bir tercih yapılamamıştır.
Pozitif-bilimin dayandığı, doğada
gözlemlenen düzenli nedensel ilişkilerin ilerde de geçerli olacağı (yâni
geleceğin aşağı-yukarı tahmin edilebileceği) ilkesinin dayandığı tüme-varım
ilkesi, mantıksal ve psikolojik bir yanılsamadır. Tüme-varımsal genellemeler
geçerli değildir, çünkü eldeki kanıtların ötesine geçememektedir. Tüme-varım
bilime temel olamaz. Buna karşı ileri sürülen matematiksel olasılık (probabilite)
kavramı bile bilimsel-bilgiyi doğrulamaz.
Deneysel bilimin, tüme-varımcı bilgi
yönteminin kurucusu Francis Bacon, deneye baş-vurmadığı, salt düşünsel bir
uslamlama olduğu için tümden-gelimi yadsımıştır. Buna karşıt Hegel, tersine,
ancak tümden-gelenin gerçek olduğunu, bireyselden yola çıkılarak tüme
varılamayacağını savunmuştur. Ona göre ideâlizm için tek geçerli yöntem,
tümden-gelim yöntemidir.
Kâinât tüme-varım yönteminden ziyâde,
tümden-gelim yöntemine uygundur. Hipo-tezsiz/teorisiz bir tümden-gelim.
Tüme-varım yönteminde süreçler muntazaman doğru bir şekilde tâkip edilemez.
Özel-yargılardan genel-yargılara mutlak-doğru bir şekilde ulaşılamaz.
Genel-yargılardan özel-yargılar çıkarmak hem daha doğru hem de daha sağlamdır.
Tümden-gelimin doğruluk değeri kesindir. Çünkü bütün doğru ise parça da doğru
olmak zorundadır. Aksi durumda “yoldan sapma” kaçınılmazdır. Çünkü “eksik” olan
parça, “tam” olan bütünü açıklayamaz. Mâlik bin Nebi de:
“Her türlü tüme-varımsal sonuç hatâlı pozitivist
bakış-açısıyla kavramsallaştırılmıştır” der.
Gestalt kuramına göre de; bütün, parçaların toplamından
farklı bir anlam ifâde eder
ve birey, bütünü parçalarına ayrıştırarak değil, bütünlük içinde algılar.
Aristo da tümden-gelimin sağlam bilgi olduğunu
söyler. Aristoteles’e göre bilime konu olan, zorunlu olmalı ve sıkça
değişmemelidir.
Kâinâtta aşağıdan-yukarı bir açıklama
yapılamaz. Yukarıdan-aşağı açıklama yapmak bir referansa sâhip olunacağından
dolayı hem daha doğru, hem de daha yararlıdır.
Popper’a göre önemli olan,
bilim-insanının ortaya koyduğu hipotez veya teorinin sınanmaya açık olması,
yanlışlanma imkânının bulunmasıdır; bilimselliğin gerçek ölçütü budur. Popper’a
göre nihâi olarak doğrulama (tüme-varım sorunu nedeniyle) mümkün değildir.
Big-Bang Teorisi “resmî” bir teoridir. Bu
“resmîyet”, “gayrı-resmî olanlar”ı sindirmiştir/sindiriyor. Onlara imkân
tanımıyor. İnsanlar popüler olmayan gerçekleri kabûl etmek istemiyorlar. Çünkü
kitleler doğruya değil, popüler olana inanmaya daha yakın ve yatkındır. “Aksi”
düşünüldüğünde de farklı düşünceler olduğu kabûl edilmek istenmiyor.
Yeni bir teknolojik ürünün popüler hâle
getirilmesi ve insanların ona rağbet etmesiyle, yeni bir teorinin ortaya
atılarak popüler hâle getirilmesi ve insanların ona rağbet etmesi arasında fark
yoktur.
“Bu teorinin
yanlış olduğuna bu kadar inanıyorsan yanlışlayabilmen gerekmez mi?” sorusuna: “Hiç-bir
masal yanlışlanamaz” cevâbını veriyorum. Ali Şeriati de: “Yanlış bir anlayışı kanıtlamaya veya inkâr
etmeye çalışmak boşunadır” der.
Bu teori
“göreceli” bir teoridir. “Birilerine göre” olan bir teori. İşte o birileri,
gördüklerinin mutlak-gerçek olduğunu zannediyorlar ve bu “zan”ı çeşitli
yollarla dayatıyorlar. Erich Rothacker:
“Bir stiller (üsluplar) çokluğu vardır. Her somut stil ve bu stili dışa
vuran dogmatik, zorunlu olarak “perspektifsel”dir.
Bu demektir ki, her dogmatik kendi perspektifi doğrultusunda “görsel”dir, yâni ancak bu perspektif
doğrultusunda nesnesiyle ilişki kurar. Dolayısıyla hiç şüphe yok ki, her stil
kendi gücünü, nesnesini gördüğü kendi görü-tarzında bulabilir. Bu stil, sanki
bir doğrudan algıymış gibi “özne”ye nesneyi nasıl görmesi gerektiğini dikte
eder. Her stil kendi nesnesi üstüne kendi açısından konuşur. Her stil, bu açı
doğrultusunda kendi yolunda mantıksal çelişkisizliğini kazanır. Ama apaçıktır
ki, her biri mantıksal çelişkisizliğe sâhip olan bu stiller, birbirlerini yok
sayamazlar. Her biri nesneleri üstüne kuşatıcı, hattâ evrensel bir
kapsayıcılıkla konuşur; perspektifsel olduğunun farkında olmayarak, işte stiller,
dogmatikler, yalnız ve yalnız bu anlamda nesneleriyle “doğrudan” bir ilişki
içindedirler. Bu, kendisini evrensel sanan, ama aslında perspektifsel ve
dolayısıyla göreli bir ilişkidir. Stillerin, sistemlerin nesnelerini
açıklamaları, işte bu anlamdadır.
Örneğin her bilimsel veya felsefi sistem, nesnesi hakkında genel
açıklamalar veren, ama nesnesiyle ilişkisi hep perspektifsel ve göreli kılan
bir sistemdir. Çünkü sistemi belirleyen “stil” ve “tutum”, görü-tarzını da belirler. Bu anlamda
“görüsellik” ile “perspektivite” eş-anlamlıdırlar. Dolayısıyla “nesnelere
doğrudan-doğruya yönelme, “nesnelerin kendisine yönelme” denen şey, yâni
filozofların intentio recta dedikleri
şey, aslında bir perspektiviteye baştan bağlıdır. Bu demektir ki,
kendilerini keşfettiren, genişleten, değiştiren şeyler asla “nesnelerin
kendileri” değildir. Genişleyen ve değişen, bizim nesneler üstüne
edimsel-yaratımsal, yâni perspektiflere
bağlı olarak geliştirdiğimiz bilme stillerdir. Bir stil, yalnız ve
yalnız, kendi görüşünden, yâni kendi perspektifinden hareketle kendi olumlu
etkinliğine sâhip olabilir. Dünyâ bize yalnızca görü, yalnızca perspektif
içinde bir Dünyâ tablosu olarak açıktır. Bu tablo, bir resim olmak zorundadır;
çünkü o, biz onu hangi stilden hareketle yapmışsak, bize o stil altında
resmedilmiş olarak görünecektir. Kendi stilimizi evrensel saydığımız sürece, o
tablo bizim için biricik olacaktır. İşte, yaşama, böyle çok sayıda “biricik”
tablolar üretir” der.
Hegel:
“Dünyâ Tininin oluşması için öne çıkan bireyler
farklı karaktere sâhip insanlardır ve bu yüzden de birbirinden farklı sonuçlar
ve yasalar ortaya çıkmaktadır” der.
Meta-fizik, felsefe ve teoloji olmadan
evren hakkında konuşmak mecbûren eksik kalacaktır. Çünkü bu dili kulllanmadan
zâten bilim bile olmaz. Bu konuda Caner Taslaman şunları söyler:
“Leibniz’in ünlü sorusu olan “neden hiç-bir şey yerine bir
şeyler var”, ayrıca buna ilâve edebileceğimiz “neden kaos yerine doğa-yasaları
var” veya “neden doğa-yasaları, evrende gözlenen tasarımları ve tüm çeşitliliği
ile canlıların oluşumunu olanaklı kılacak şekildedir” tipindeki sorular
cevaplanmış olmaz. Bu tip soruları cevaplamaya kalktığımızda felsefe ve teoloji
alanlarına geçmiş oluruz. Felsefe ve teoloji bu soruları cevaplarken, bilimin
sunduğu verilerden faydalanabilir (doğal felsefe ve doğal teolojide olduğu
gibi), fakat bu durumda bile bu soruların cevâbı felsefe ve teoloji gibi
alanlara geçilerek verilmektedir. Ayrıca genelde bilimin ve fiziğin metodunun
ne olması gerektiği tipindeki sorunlar bile felsefenin alanındadır. “Bilimin
metodu deney ve gözlemdir” şeklindeki bir cümle bile deneyin ve gözlemin konusu
olamamaktadır. Çok ünlü bâzı fizikçiler bile fiziğin sınırları ve bu temel
sorulara felsefenin alanına geçmeden cevap verilemeyeceğinden habersiz gibidirler.
..Burada, bir kez daha, fizikçilerin, fizikteki konularla ilgili olanlar dâhil,
her açıklamalarının bilimsel olmadığını; birçok-zaman felsefe ve teoloji
alanlarına geçiş yaptıklarını ama bu açıklamalarını bilimsel bir açıklama gibi
sunduklarıyla ilgili hususa dikkat çekmek istiyoruz”.
Deneylerin, kişinin içinde oluşan
izlenimlerden daha doğru ve gerçekçi olduğunu deneyimleyecek bir mekânizma var
mıdır? O hâlde, bunun gibi kozmik-çapta bir yapı için, deneyi iç-görüye neden
önceleyelim?
Caner Taslaman:
“Son bir-kaç yüzyılda bilimin, felsefenin ve dinlerin
arasına kalın duvarlar örüldü. Bilim-adamlarının çoğu, evrenin “nasıl” oluştuğu
ve yapısının “ne” olduğu konularına o kadar odaklandılar ki, elde ettikleri
bilimsel verilerin, felsefe ve ilâhiyat alanı açısından sonuçlarıyla
ilgilenmediler. Felsefecilerin çoğu, bilimin verilerini tâkip etmeyi gerektiren
bir uğraştan uzak durdular ve pozitivist dil-felsefesi geleneği gibi, felsefeyi
dillerin çözümlenmesine indirgeyen sınırlayıcı yeni geleneklerin etkisi altında
kaldılar. İlâhiyatçıların çoğu da, bilimsel araştırmaya girişmekten uzak
durarak bilim, felsefe ve dinler arasında örülen bu duvarları kabûllendiler.
Bilimin farklı, felsefenin farklı, dînin farklı hakîkatleri olamaz; fakat,
yanlış bilim, yanlış felsefe ve yanlış din olabilir. Anlaşılıyor ki, bu
duvarların içinde kalan tüm bu faaliyetlerin yanlışlıklarına müdâhale
edilememesi ve her alanın kendi otoritesini muhâfaza edebilmesi için bu
duvarlar örülmüştür. Bu ise, bilimin verilerinden gerekli sonuçların
çıkarılamamasına, felsefelerin kısır şüphelere boğulup kalmalarına ve din
alanına sayısız hurâfelerin sokulmasına sebep olmuştur” der.
Platon; araştırmanın her
türlüsünün beyhude olduğunu dile getirmiştir. Bunu da şu şekilde îzah etmiştir:
“Aradığım her-hangi bir şeyi ya önceden
biliyorumdur, (bu durumda araştırmama gerek kalmaz) ya da araştırdığım şey
hakkında hiç bir şey bilmiyorumdur. Bu durumda da her-hangi bir şey öğrenmeme
imkân yoktur. Çünkü araştırmayı nasıl yapmam gerektiğini bilemem. Demek ki
bilimin değeri olmadığı gibi başarıya ulaşma şansı da yoktur.
Kant, bilgi hakkında;
“İnsanoğlu somut sezgi tarafından ortaya konulan
bilginin dışında her-hangi çeşitten başka bir şey elde edemez”.
Doğru tektir. İki veya daha fazla doğru
olduğunda doğrulardan biri “daha az doğru” olmak zorunda kalır. “Daha az doğru”
ise “daha çok doğrunun” yanında doğru olmaktan çıkıp yanlış olma konumuna
düşer. Çünkü doğrunun doğru olabilmesi için “mutlak-doğru” olması gerekir.
Mutlak-doğru değişmez, hattâ doğruluğundan bir şey bile kaybetmez.
Mutlak-doğruyu ise ancak Mutlak Olan söyleyebilir. Bu yüzden doğru olduğu
düşünülen bir düşüncenin veya bir teorinin Mutlak Olan’a dayanması gerekir.
Aksi takdirde bir zaman sonra o düşüncenin değişmesi yada çöpe atılması kaçınılmaz
olur. Mutlak Olan’a dayanmayan her düşünce-teori mutlak-doğru olmadığı için
kendini yenilemeye mecburdur. Çünkü doğru zannedilip sâhip çıkılan her
düşünce-teori kendini ayakta tutabilmesi için yenilemesi gerekir ve bu yüzden
de değişmesi kaçınılmazdır. Hattâ öyle teoriler vardır ki, zamanla ona bir-çok
ilâveler yapılmış ve o teorinin ana-düşüncesi değişmiş ve ortaya başka teoriler
çıkmıştır. İşte Big-Bang Teorisi de bu süreci yaşayan bir “hipotez”dir. Bu
sözde “teori” de artık yeni düşünceler-sorular karşısında çâresiz kalmaya
başlayınca teorinin özüne ters şeyler söylenmeye başlanmıştır. Meselâ artık
Big-Bang’in sâdece tek bir noktada değil, iki yada daha fazla noktada, hattâ
sonsuz noktada patladığını savunmaya başladılar. Hâlbuki bu sözler teori için
ilk söylenen sözlerle birebir çelişir. Mutlak Olan’a dayanmayan hiç bir düşünce
ve teoriye yenilikler ve ilâveler yetmez. Şeytan da bu sapık
düşüncelere-teorilere malzeme tedârik etmekten ve telkin yapmaktan zevk duyar.
Zâten onun işi budur. Bu sürecin sonunun ne olacağı şimdiden belli oluyor; yeni
şeyler eklene-eklene mâlûm teori özünden sapacak ve yeni bir “teori” ortaya
çıkacaktır. Evet; Allah’a dayanmayan her düşünce kendini yenilemeye, değişmeye
ve en sonunda çürümeye mahkumdur. Bu durum Allah’sız (sapık) düşünce ve
teorilerin kaderidir.
Pozitivist Dünyâ, ideolojisini, bilimini,
sosyolojisini, teknolojisini, dilini, dînini ve teorilerini “modern
insana” göre düzenler. Doğal olarak sürekli değişim hâlinde olan insan sürekli
değişim ister. İşte modernizm de bu ihtiyâca cevap vererek kazancını sağlar ve
Dünyâ’yı elinde tutar. Teoriler, insanı ele geçirmek ve elde tutmak için
kurgulanmış oyunlardır. Big-Bang Teorisi ise bu oyunun gök-bilim ile ilgili
yönüdür. Modernizm, değişemediğinde yıkılışa geçer. İşte Big-Bang Teorisi de,
son asrın popüler bilim teorilerinden/oyunlarından biridir. Zamânı geldiğinde
değişmeye mahkûmdur.
Kâinâtı bir makine gibi görenler, onun
için söyledikleri şeyleri de mutlak-doğru olarak kabûl ediyor. Hâlbuki kendini
değiştirerek sürekli olarak hareket eden bir sistem makine olamaz.
Allah’ın “ilk hareketi” verip bir kenara
çekildiğini söyleyen “deizm” insanlara bu şekilde dikte edilmiştir. Fakat şu
unutulmamalıdır ki, Allah “mod-ern” değildir. Çünkü modernlikte bir “mod-a mod”
vardır ki hep aynı olan anlamındadır. Allah ise sürekli bir “şeen” dedir.
Her-an yeni bir iştedir. Allah’ın yarattığı varlıklar da sürekli hareketli
oldukları için her-an yeni bir durumdadır.
“Tıpa
çekilmiş ve oluşum başlamış”. Şişme bot mu lan bu?. Müslümanlar da tohumdan
örnek veriyor: “Tohum nasıl açılıp koca ağaç oluyorsa, kâinat da bir tohum
gibiyken açılıp koca bir evren olmuştur” diyorlar. İyi de, tohum nasıl olmuş?
Otomatik-mekanik bir sistemin bir dokunma ile açılması gibi; Allah, deizm
felsefesinde-inancında olduğu gibi, o meçhul şeye “ol” demiş, ya da bir
dokunmuş, hareket ettirmiş, başlamış o şey açılmaya. Descartes, kâinâtı
yaratılmış otomat makineler hâlinde düşünmekteydi. Tanrı’nın her şeye “kurmalı
makine” özelliği verdiği kanısındaydı. Gerçi bâzıları “açılma değil, oluşma”
diyorlar ama bunun bir açıklaması yok tabi. İşte biz de diyoruz ki: Allah ol
demiş ve her şey bir-anda olmuştur. Yokken nâgehan olmuştur.
Akıl erdirilemeyecek olan şeyler için
tekrar akla dönmek ahmaklıktır. Yapılacak şey “Akıl-üstü” olana dönmek
olmalıdır.
Şirk’in
en büyük tezâhürlerinden olan putlara tapmada; insanların kendi yaptıkları
taştan-tahtadan vs. nesnelere büyük bir tutkuyla bağlanmaları görülür. Bu
putlara olan tutku öylesine güçlüdür ki, bu nesnelere kul olanlar taptıkları
putları kendilerinin yaptıklarını unuturlar. Bu putlara olmadık özellikler
yüklerler. Onların olağan-üstü olduklarına inanmaya başlarlar. Bu öyle bir
duruma gelir ki, taptıkları bu putlara laf ettirmezler, edenleri de çeşitli
şekillerde suçlarlar ve onları toplumun câhilleri, gericileri, ayıpları vs.
sayarlar. Çünkü artık yeni bir din türemiştir.
Meselâ
Bâbil böyle bir inancı yaşarken ve birer ilâh olarak gördüğü yıldızların
hareketlerini yüksek kulelerden gözlem altına alırken, bu inanca karşı çıkan
Hz. İbrâhim'i yakarak öldürme cezasına çarptırmış ve bunu başaramayınca da onu
bölgeyi terke mecbûr etmiştir. Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Hz. İbrâhim'in
kendisi de bir insan olarak gökleri merak etmiş ve uzayı gözlemiştir. Fakat
yüce Allah ona Bâbil kulelerinden görülemeyen gerçekleri göstermiştir.
İşte, bâzı bilim-adamlarının, yaratılışa
alternatif bir yol aramaları sonucu masa-başında oluşturdukları (kâinâtın
sınırlarını göremedikleri için başka türlü oluşturamazlar), sonra da süsleyip
piyasaya sürdükleri Big-Bang Teorisi de bir nevi putçuluktur. Kendi ürettikleri
bir “tez”e çeşitli sıfatlar takıp onun insanların gözlerinde büyümesine sebep
olmuşlardır. En sonunda onu “tek teori” hâline getirmişlerdir. Öyle ki ona laf
ettirmezler, laf edenleri de yukarıda saydığımız gibi suçlarlar. Aslında
yaptıkları hayâl kurmaktan başka bir şey değildir. John Dewey bunu şöyle ifâde
eder:
“Bilimde tüm büyük
atılımlar insanın hayâl-gücünden kaynaklanmıştır”.
Pierre-Paul Grassé:
“Hayâl kurmayı yasaklayan bir kânun yoktur, ama
bilim bu işin içine dâhil edilmemelidir" der.
Bir yalanı yüksek sesle ve defâlarca
tekrarlarsanız insanlar artık ona inanmaya başlar.
“Sürekli değişiklik” kapitâlizmin/neo-liberâlizmin
âmentüsüdür. Kapitâlizm ancak bu felsefeyle hayatta kalabilir. İşte Big-Bang
Teorisi’ni finanse eden kapitâlizm, aynı felsefeyi kullanarak evrenin nasıl
oluştuğunu “yeni” bir teoriyle anlatıp bu konuda da değişimi gerçekleştirmiştir
ve bundan sonra da sürekli değiştirecektir. Çünkü “yalan” hakîkat gibi
değildir. Çok çabuk eskir. O yüzden sürekli yeni yalanlara ihtiyaç duyar. Bu
yüzden her-şeyin tanımının sürekli değiştiği bu “kahpe” Dünyâ’da, evrenin
yaratılışının nasıl olduğu tanımı da değişmek zorunda.
Ey bilim-adamları!; Bu kâinât sizin
babanızın malı mı ki istediğiniz gibi atıp-tutuyorsunuz?
Aynı
şekilde bu masanın başında başka hayâller de kurarlar. İşte size bir âyet ve
Seyyid Kutub yorumu:
"Yoksa
insanın her hayâl ettiği şey gerçekleşir mi sanıyorsunuz?" (Necm 24).
“Her-hangi bir iş, kişisel arzuya ve ihtiraslara gelip
dayanınca çığırından çıkar, doğru yolu bulma imkânı ortadan kalkar. Çünkü böylesine
durumlarda yanılgının sebebi gerçeğin gizliliği yada delil yetersizliği
değildir. Asıl sebep, istediğini ille de yaptırmak isteyen kişisel arzudur. Bu
kişisel arzu önce istediğini yaptırıyor, sonra yaptığına gerekçe ve kılıf
arıyor. Bu durum insan nefsinin yakalanabileceği en kötü hastalıktır. Böylesine
hastalıklı bir ruha, ne gerçeğe ilişkin bilgi yararlı olabilir ne de ona
her-hangi bir delil inandırıcı gelebilir.
Yanlış yoldan başlayıp yanlış yola
gidenler!; gittiğiniz yolda gördüğünüz hayâlleri gerçek zannediyorsunuz.
Furkân
Sûresinin 45. âyetinde: “Rabbini
görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatıvermiştir? Eğer dilemiş olsaydı onu durgun
kılardı. Sonra biz Güneşi ona bir delil kılmışızdır” denir. Burada da ilk
önce gölgenin yaratıldığı, daha sonra da gölgenin sebebinin Güneş olduğu
söylenir. Demek ki Allah’ın sisteminde, neden-sonuç değil, sonuç-neden ilkesi
geçerlidir. Sonuç-neden ilkesinde ise, aşamadan bahsedilemez. Kuantum
mekaniğinin kânunları deterministik olmaktan çok olasılıkçıdır. Sonuç-sebep süreci
gözlemlenemez ve bu nedenle de bilinemez. Ali Şeriati: “Sonuçtan sebebe olan yol kapalıdır” der.
İş bilimsel
açıklamaya gelince “neden-sonuç” oluyor, yoksa normâl hayatta insanlar “sonuç-neden”e
göre hareket ediyorlar. Neden-sonuç, amaçsız-gâyesiz bir açıklama biçimidir.
Nedensellikle amaçlılık farklı şeylerdir.
Allah kâinâtı ilk başta, yâni nedensellikten önce amaçlılık için yarattı.
Allah’ı kâle almayanlar işin bu tarafını hiç düşünmedikleri için evren hakkında
sürekli yanlış sonuçlara varıyorlar. Oysa Kâinât salt nedenselliğe
indirgenemez. İndirgenirse yanlış sonuçlara varılarak yanlış kazanımlar
edinilir ve bu da Dünyâ’nın kaosa girmesine neden olabilir/oluyor.
“Bu 10.000 teorisi bilimsel değil”
diyenler; Kâinâtın sınırını mı gördünüz? Sınırı görülemeyen şey hangi alanın
konusudur? Elbette bilimin değil. Çünkü bilim, sınırını gördüğü şey üzerinde
çalışır. Bilim ancak; bizim deneyimlediğimiz ve gözlemleyebildiğimiz şeyleri
açıklamaya çalışır. Kâinâtın bütününü anlamak bilimin değil
felsefenin/meta-fiziğin konusudur; Test edilemeyen şey ancak meta-fizik bir
önerme olabilir. Bilimin konusu, kâinâtın içindeki materyâlleri incelemektir.
Sonra, araştırılacak olan şeyin
bulunduğu yerin de bilinmesi gerekir. Meselâ elektronun yeri Heisenberg’in
belirsizlik ilkesine göre bilinemez. Bilinemediği için de isâbetli bir yorum
yapılamaz. Söylenecek her şey tutarsız olur.
Bu, bütün kâinât için de aynıdır. Çünkü ölçülemeyen
değerlendirilemez. Evet; tüm kâinât hareket hâlindedir ve hareket eden bir şey
hakkında mutlak bilgi edinilemez. Bu yüzden kâinât; meta-fiziğin, felsefenin,
mantığın ve tabî ki de din-merkezli tefekkürün konusudur. Her şeyin cevabını kâinâtın
içinde aramak yanlıştır. Einstein, en anlaşılmaz şeyin evrenin anlaşılması
olduğunu söylemiştir.
Bâzı çıkarımlar yapılabilirse de, “tamâmı
görülmeyen” şey, “görülmeyen” şey gibidir yada görülmeyen şeye benzer.
“Görülmeyen şeye” mutlak bir anlam verilemediği gibi, “tamâmı görülmeyen şeye”
de mutlak bir anlam verilemez. Bu dediğimize göre kâinât, gayb-şehâdet arası
bir konudur. Bu ise bir tür ikicilik ya da ikilik değil, insana ve onun
bilgiyle olan ilişkisine oranla göreli bir bölümlemedir. Hangi pencereden
bakıldığıyla alakalıdır. Dolayısıyla gayb ve şehâdet şeklinde yapılan bir
bölümleme, gerçekte kozmolojik (evren-bilimsel) değil epistemolojik bir
konudur.
Fuat Sezgin:
“Müslümanlar, nazariye (teori-kuram) ile tecrübe (deney)
arasındaki ilişkiyi ifâde eden bir kavram ortaya koydular. Buna
"Mizan" adını verdiler. Daha sonra İslâm-bilginlerinden Farâbi
geliyor ve diyor ki: “tecrübe (deney) ile nazariye (kuram) de yeterli değil,
algılama (muhayyile) de önemlidir” diyor. Önce algılayacaksınız, bir-çok şeyi
düşünüp-geliştireceksiniz. Daha sonra da nazariyeyi (teoriyi) kuracaksınız.
Böylece teori, sizi deneye sevkedecektir” der.
Pozitif
bilim-felsefesi, sâdece gözlenebilir olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler
dışında hiç-bir şeyin bilgisine sâhip olamayacağımız, olguların altında yatan
yapılar veya mekânizmalar hakkında bilgi sâhibi olamayacağımız var-sayımına
dayanır.
Kant:
“Bilimin başarılı olma sebebi zaman ve mekânla
sınırlı alanlarda çalışmasıdır. Bu alanlar ölçülebilir alanlardır. Deney ve gözleme müsâde
ederler. Ancak bu alanların dışında kalan konularda bilim ve bilimsel
akıl-yürütme fena hâlde çuvallar” der.
Caner Taslaman:
“Bilginin tek-kaynağı bilim, bilimin tek-kaynağı gözlem ve
deneydir” diyenler, bu iddiâlarının bile gözlem ve deneye dayanmadığını
göremeyecek kadar felsefe fukarasıdırlar” der.
“Doğru” ile “Hakîkat” arasında fark
vardır. Bilim-adamları bâzı doğruları ifâde etse de, bunlar hakîkat değildir.
Abdurrahman Arslan:
“Hakîkat ve gerçeklik farklıdır. Bizim gerçeklik dediğimiz,
toplumun yaşarken kendi hakîkat anlayışına göre inşâ ettiği sosyal-dünyâdır.
Yâni hayat dediğimiz, sosyal ilişkilerimizin aracılığıyla yeniden inşâ
ettiğimiz sosyal-dünyâmızı temsil eder. Bu nedenle dedik ki akıl bize gerçeklik
hakkında bir şeyler söyleyebilir; ama doğruyu söylemeyebilir. Böyle sapkın
zamanlarda ise, yâni hakîkat ve gerçek arasındaki örtüşmenin ortadan kalktığı
zamanlarda, akıl nefsin arzularını rasyonelleştirerek, meşrûlaştırarak insana
kabûl ettirmekte zorluk çekmez. Burada akıl nefsin kılavuzluğunu yaptığından,
ortadaki yanlışlığı görmek kolay olmaz. Diğer bir ifâdeyle akıl, bütün bunların
şüphe edilmeyecek gerçeklikler olduğunu söyleyerek kabûlünü meşrûlaştırır;
bunların her-hangi bir mahzurunun olmadığını söyler. Oysaki birileri de
bunların mahzurlu olduğundan, kirlenmiş olduğundan bahsetmektedir. Akıl insana
böyle bir uyarıda bulunamaz; eğer dışsal bir referansa sâhip değilse.
Sizin paradigmanız açısından normal olmayan bir şey, bu
sosyo-kültürel ortamda kendini inşâ etmiş akıl tarafından normalleştirilebilir.
Dolayısıyla onun size değil de sizin ona uyumunuzu sağlar. Böyle bir durumda da
siz normal olmayan bir şeyin normal olmadığını fark etmezsiniz” der.
Gözlemlenemeyen bir süreç için
istediğinizi söyleyebilirsiniz.
Tespit, sabitlemek demektir. Yâni tesbit,
sabit olana yapılır. Sabit olmayana mutlak-tesbit yapmak mümkün değildir.
Telkinlerden ve dayatmalardan bağımsız
olan zihinler evrene ilk baktıklarında yâni “tabula rasa” (insan
beyninin başlangıçta "boş bir levha" olduğunu öneren felsefî görüş)
bir gözle deneyimleyecekleri ilk şey evrenin çok genç olduğudur.
John Searle:
“Çağdaş zihin felsefesinde, târihsel gelenek, yanlışlığı çok
açık olan hipotezleri kabûl edilebilir gösteren bir yöntem ve bir kelime
hazînesi sunarak deneyimlerimizin apaçık olgularına karşı bizi kör ediyor” der.
Evren algılanabilecek bir yapıdır. Fakat
oluşamamış bir yapı algılanamaz. O hâlde evren hiç-bir zaman algılanamayacak
bir durumda olmamıştır. Çünkü Allah algılanamayacak/değerlendirilemeyecek bir
şey yaratmamıştır.
“Felsefe yapıyorsun” suçlamasına;
“bilim-adamlarının yaptığı şey de zâten aynısıdır; “senarik felsefe” (bilimin
%90’ı senaryodur) cevâbını veriyorum. Bilgi, felsefe/fikirdir zâten. Bilimin
özü felsefedir zâten . Gözlemlerine felsefi yorumlar yaparak sâdece “tez” öne
sürmektir yaptıkları. Fakat bilim-adamları iyi felsefe yapamıyorlar. Bu yüzden
de devrimsel nitelikte bilimsel buluşlar yapılamıyor. Ivır-zıvır işlerle
uğraşıyorlar. Kâinât ile ilgili tasavvurları yanlış olduğu için teorileri de
yanlıştır. Kuantum boyutundan bakıldığında ise zâten kâinât herkesin
tasavvurundaki gibidir.
Yine sakın kimse “dini yorumlar
yapıyorsun, din bilime karışmaz” demesin. Dinin/Kur’ân’ın karışmadığı hiç-bir
alan yoktur.
Hâki Demir:
“Kâinât o kadar girift bir yapıya sâhiptir ki,
fizik-biliminin “takdim”inde şunu yazması gerekir. “Kâinâtta, belirli şartlarda
doğrulanmayacak hiç-bir fikir veya teori olmadığı gibi, belirli şartlarda
tekzip edilmeyecek teori de yoktur”. Gerçekten kâinât o kadar engindir ki,
deli-saçması zannedilen bir fikrin, kuralın, teorinin dâhi kâinâtın her-hangi
bir yerinde ve her-hangi bir zamanda geçerli olduğu ispatlanabilir. Tasavvur ve
tahayyül edilebilecek her türlü fikir, kâinâtta bir-an ya da bir noktasında
gerçekleşebilir. Bu düşünce, küçücük bir kuraldan kapsayıcı teorilere kadar tüm
zihni üretimler için câridir. (Mevcut bilim-anlayışına göre ne dersen doğrudur
yâni.. H.G.)
Fizik-biliminin zemini uzay-tasavvurudur. Teoriler ve
kânunlar, uzay-tasavvuru üzerinde kurulurlar ve fizikteki her açıklama
uzay-tasavvuru denilen çerçeveyi kullanır. Temelde uzay-tasavvurunun yanlış
olması, tüm teorilerin ve kânunların yanlış olabileceği anlamına gelir. Ne var
ki, yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, her uzay-tasavvuru bir-çok açıklama ve
teoriyi besleyebilir. Yanlış olduğunun anlaşılması için, tasavvura sığmayacak
kadar ileri derecede keşifler yapılmış olmalıdır.
Gözle görülecek, elle tutulacak kadar gerçek ve yakın olan
varlığın, kendini ele vermemek konusundaki bu ısrarı çok ilginçtir. Madde, her
uzay-tasavvurunda özellik değiştirmekte veya maddenin yeni bir özelliği
keşfedildiğinde uzay-tasavvuru değişmektedir. Problem kaynağı tabî ki,
uzay-tasavvurudur. Netîcede madde ile ilgili tasavvurlar dâhi tasavvur edilen
uzayın özelliklerine göre şekillenmektedir.
Bilimin, fikrin arkasından geldiği ve onu takip ettiği
doğrudur. Tasavvur (ya da teori) fikirdir ve bilim bunun ispâtını yapar veya
içini doldurur. Tasavvurun mevcut bilimin verilerini kullanması onun fikir
olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu-anlamda bilim batıda felsefenin açtığı yoldan
ilerleyebilmiştir. Batıda felsefenin bitmesinden sonra bilimdeki ilerlemenin de
durduğu gözden kaçmaktadır. Gerçekten bu-günkü fizik-biliminin temel teorileri
yirminci asrın en fazla ortalarına kadar geliştirilebilmiş ve o zamandan
bu-yana yeni bir teori geliştirilememiştir. Yeni bir teori geliştirememek,
bilimdeki gelişmelerin de durduğu anlamına gelir. Zîra ciddi keşifler olsaydı
yeni teoriler ortaya çıkacaktı. Son yarım asırdır uzaydaki yıldızları saymak ve
onlara isim vermekle meşgul olan fizik-biliminin, filozof ya da “filozof
bilim-adamları” kalmadığı için ilerlemediği de anlaşılamamaktadır.
Uzay tasavvurlarının yanlışlığı bir tarafa, yeni bir
tasavvur geliştirilemediği için bilimin ilerlemesinin durması ayrı bir
problemdir. Eksik de olsa yeni bir tasavvur, yeni hamleler ve yeni keşifler
demektir. Fizik-biliminin her zamankinden daha fazla bilgi, malzeme ve imkâna
sâhip olmasına rağmen yeni tasavvurların (teorilerin) geliştirilememesi,
bilimin değil felsefenin zâfiyetindendir” der.
Kâinâtı anlamak bilimden çok felsefenin
konusudur. Bu yüzden daha iyi bilim yapan değil, daha iyi felsefe yapan kâinâtı
daha iyi anlar. Bilim, çağımızda bu kadar popüler diye her şeyi ille de bilimle
mi açıklamak zorundayız. Başka bir yol yok mu? 150-200 yıl öncesine kadar
insanlar hiç mi bir şey gözlemlemediler ve anlayamadılar?
Kâinâtın bilimle açıklanması evrenin gizemini
ortadan kaldırır ve sonunda Yaratıcı’ya olan inanç-güven de kaybolur.
Yaratıcı’sına güvenini kaybeden artık sonsuz tağutî düzenlere güvenmek zorunda
kalacaktır. Yapılmak istenen budur.
Big-Bang’e dâir elde edilen deliller;
önce teorik temelde, matematiksel hesaplamalarla ortaya konmuştur. Aslında daha
da önce felsefî düşünceler yapılmıştır. Yâni en öncesinde felsefe var bu
teorinin. Daha sonra yapılan gözlemlerle teoriye destek aramış ve bulmuşlardır.
Hiç-bir şey mutlak olarak açıklanamaz; ne
kâinât ne insan ne de Kur’ân. Mutlak açıklamayı sâdece Allah yapabilir. Mutlak
açıklama yapmaya çalışmak Allah’laşmaya çalışmak demektir. İnsanın (sosyoloji),
kâinâtın (gök-bilim) ve Kur’ân’ın (teoloji) mutlak açıklaması ancak Allah
tarafından bilinebilir/yapılabilir.
“Açıklanamaz”
derken, “mutlak bir açıklaması yapılamaz” demek istiyoruz. Aksi hâlde evreni
tesâdüften başka bir şeyle açıklayamayız. Bizim îtirâzımız, evrenin mutlak
açıklamasının yapıldığı ve bilim-adamlarının, söylediklerinin “mutlak doğrular
olduğunu söylemeleri”nedir.
İnsanın
kâinâtı tam olarak mutlak bir şekilde anlayabilmesi demek, insan aklı ile, kusursuz
bir yaratılışa sâhip kâinâtı yaratan Allah’ın “mutlak-aklı” ile aynılaşması demektir
ki bu, hâşâ insanın ilahlaşması demektir. Çünkü kâinâtı mutlak olarak
anlamak demek, Allah’ın yüce aklını/kudretini anlamak demek olacağından,
Allah ile insan arasında bir fark kalmayacaktır. Hattâ, “Allah’ın aklı,
yaratması demek” olacağından, -sümme hâşâ- o akla ulaşmış olan insan, kâinâtı
kendisinin yarattığını ve Allah’ın da bizzat kendisi olduğunu söylemeye
başlayacaktır. O hâlde söylenmesi gereken şudur: “İnsan, cüz-i aklıyla
doğrulara ulaşabilir, fakat Allah’a âit mutlak aklı kesbederek, mutlak
doğrulara ulaşamaz”.
Bir
şeyin doğruluğunun delîli ancak Mutlak Varlık olursa anlamlılaşır. Ancak Allah’ın
onayı ile bir şeyin doğru olduğundan emin olabiliriz. Caner Taslaman:
“Teizmin düşünce târihindeki en önemli alternatifi, maddî doğa
dışında başka hiç-bir varlık kabûl etmeyen natüralizmdir ve günümüzün etkili
yeni-ateistleri (new-atheists) de natüralisttir. Burada şu soruyu sormak
önemlidir; bir natüralist zihninin doğruya ulaşabileceğini düşünmekte rasyonel
bir zemine sâhip midir? Burada bahsedilen sorunu daha önce fark eden önemli
bilim-insanları olmuştur (hem teist hem ateist). Darwin bunlardan birisidir;
Darwin, daha aşağı hayvanlardan evrimleşen insan zihninin kanaatlerine
güvenilip-güvenilmeyeceğine dâir “korkunç şüphenin” (horrible doubt) kendisinde
sıkça göründüğünü ifâde etmiştir. Ünlü natüralist evrimci biyolog J. B. S.
Haldane, şu sözleriyle natüralist paradigma içerisinde zihne güven duymanın zorluklarını
îtirâf etmektedir: “Eğer zihinsel süreçlerim tamâmen beynimdeki atomların
hareketleri tarafından belirleniyorsa, inançlarımın doğru olduğunu varsaymam
için hiç-bir gerekçe yoktur… ve dolayısıyla beynimin atomlardan oluştuğunu
varsaymak için de hiç-bir gerekçem yoktur” der.
“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu
nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiç bir çatlağı yok”
(Kâf 6) âyeti, kâinâtı araştırmaya sevkediyor ama araştırmanın nasıl bir
ön-kabûl ile yapılacağını da söylüyor. Kur’ân bizden, araştırmayı şu ön-kabûl
ile yapmamızı istiyor: “Hiç-bir çatlağı yok haa… ona göre.. Çatlak bulmaya
çalışma, çatlak bulmamaya çalış. Herhangi bir eksiklik bulmaya çalışmadan
araştırma yap”. Tabi buradan meselâ şu sonuç da çıkar: “Bir çatlak-yarık-delik-çukur
olmadığına göre, bir karadelikten de söz edilemez. Karadelik diye
bir şey yoktur”.
Evreni (mutlak anlamda olmayan bir
anlamda) idrâk etmek için “ciddî ve samîmi” bir bakış yeter. “Evreni aşırı
anlama” çalışmaları anlamayı zorlaştırır ve bir-zaman sonra da
imkânsızlaştırır.
Abdurrahman
Arslan:
“Aklı başında bir
adam, batıda artık bilimin mutlak anlamda bize doğruyu söylediği iddiâsında
bulunmuyor” der.
Pozitivist
bilim tek bir hakîkati dayatıyor ki o hakîkat değildir. Pozitivist bilim, kendi
zannını hakîkat diye herkese dayatıyor. Pozitivist bilim, sadece kendi çizdiği
sınırlar üzerinden bilim yapıyor ve insanların bu sınırların dışına çıkmasını
istemiyor. Bu sınırları zorlayanları bile yadırgayarak komik, zavallı
gösteriyor.
“Göklerin ve yerin
yaratılışında da, kendi nefislerinin yaratılışında da Ben onları şahid
tutmadım. Ben, saptırıcıları yardımcı-güç de edinmedim” (Kehf Süresi 51).
“Ey insan! Sana hiç kimse, her-şeyden haberdar
olan Allah’ın verdiği gibi doğru haber veremez” (Fâtır 14).
Mustafa İslamoğlu bu âyete: “Ne deney, ne tecrübe,
ne keşif, ne cin, ne melek; hiç kimse ve hiç-bir şey” diye not düşmüştür.
Gök-bilimcilerin kâinâtı
araştırma metotları yanlıştır. Çünkü ters taraftan başlıyorlar. Doğru sonuca
varmak için, sondan başa doğru gelmek gerekir. Aksi hâlde tutarsızlık
kaçınılmazdır.
Caner Taslaman:
“Kâinâtın bu-günkü durumu mecbûri değildir. Yâni evrenin
başlangıcına gitsek ve Big-Bang patlamasını yüzde-yüz aynı şekilde
gerçekleştirsek, muhtemelen evren bu-günkü gibi olmayacaktır ve biz de burada
olmayacağızdır. Fakat determinist evren modeline göre yeniden bu patlama olsa
yine aynı konumda aynı şartlar içinde olacakmış mecbûriyetinden bahsediliyor.
Çünkü gelecek belli değildir. Big-Bang de ise bir determinist yapı mevcuttur.
Bir şeyin mümkün olması, onun mutlaka bu şekilde olduğu anlamına gelmez” der.
Gerçek
değişmez, duyularla sağladığın bütün bilgiler durmadan değiştiği için gerçek
değildir. Aslında kâinâtın bile mutlak bir gerçekliği yoktur. Çünkü mutlak
gerçek olan yalnızca Allah’tır.
Evren hakkında en doğru yorumu ancak,
bilgiyi içselleştirmiş olanlar yapabilir. Yâni, karnından konuşanlar değil,
yüreğinden konuşanlar/konuşabilenler yapabilir.
“Bu
(hükümler), elbette ilk sâhifelerde de vardı: İbrâhim'in ve Mûsa'nın
sâhifelerinde” (A’la
18-19). İlk sayfalar denilen zamanlar Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsa’nın zamanlarıymış
demek ki. Bundan da, zamânın çok da gerilere gitmediği anlaşılıyor. Çünkü adı
geçen peygamberlerin ne zaman yaşadıkları biliniyor.
Big-Bang’in bir felsefesi vardır.
Uydurulmuş bir felsefe. Bir masal anlatırlar. Aslında burada yapmak istedikleri
evrenin gerçek anlamını ortaya çıkarmak değil, Dünyâ’daki toplumsal bütünlüğü
parçalama felsefesidir. Her yönden parçalama felsefesidir. Çünkü parçalarla
uğraşıyorlar. Ve parçalamaya alışmışlar. Parçalamayı seviyorlar. Çünkü “parça”
olan daha kolay bir şekilde sömürülür ve yutulur. Evrendeki parçacılığın
Dünyâ’daki iz-düşümü ferdiyetçiliktir ki, en iyi tüketim bu şekilde sağlanır.
İşte bu yüzden Big-Bang’teki felsefe, bütünlüğü-birliği parçalama felsefesidir.
Sosyâl sonuçları, parçalanma doğurur.
Big-Bang’in
kökeni pagan felsefedir. Bu felsefe Plotinus’un “sudur felsefesi”dir. Bu
felsefe İslâm-dünyâsına da sudur-feyz teorisi olarak geçmiştir. Bu felsefenin
ana-teması; âlemin Tanrı’dan suduru, akışı, tanrısal hayâtın derece-derece
yayılması ve varlığın son gâyesi de, onun Tanrı’da yeniden erimesi olan,
sudurcu panteizmdir. Tabi Big-Bang, Allah’sız materyâlist bir sudur teorisidir.
Sudur teorisi “bir” denilen mutlak varlıktan yayılırken; Big-Bang Teorisi
“tek”illik denilen yoğun enerjiden yayılmıştır. İşte o tekillik, materyâlist
anlamda ilahtır. O ilah her-şeye hulûl etmemiştir. Sudur teorisinde de “Bir”
her-şeye hulûl etmiştir.
Bir
tekillikten oluşan bir evrenden bahsetmek, ezelî bir evrenden bahsetmek
demektir. Zîrâ evren o yoğun enerji-maddeden oluşmuştur teoriye göre,
yokluktan-yoktan-yokken değil.
Bir
yazıda şöyle denir:
“Plotinus meta-fiziği
Pagan Gnostizm’inden gelen Kutsal Üçlemeyle başlar. Bunlar Bir, Akıl/Nous ve
Nefs/Ruh‘tur. Onlar, Hristiyan Üçlemesinin kişileri gibi bir-birine eşit
değillerdir. Bir’e; bâzen Tanrı, bâzen İyi adı da verilir. Lâkin bu kelimelerle
bir şahsiyet kastedilmez. O, sâdece “Dünyâ’nın biricik kaynağı” anlamında
Tanrı’dır. Ona yüklemler yüklemekten kaçınmalı, sâdece “vardır”? demeliyiz.
Tanrı, kendinden türeyenlere gereksinim duymaz ve dolayısıyla yaratılmış
Dünyâ’yı da bilmez. (Tekillikte olduğu gibi). Tanrı‘nın dışında hiç-bir şey
olamaz. Onun dışında mekân da yoktur, madde de. Her-şey Tanrı’dandır. Tanrı’nın
kâinâtı yaratması varlıkların ondan derece-derece uzaklaşması şeklinde olmakla
birlikte, varlığın gâyesi bu inişi geriye doğru kat ederek kaynağa dönmektir.
Her-şey Tanrı’ya döner”.
Sudûr (feyz,
emanation), terim olarak, “çıkmak”, “fışkırmak”, “meydana gelmek”, ”taşmak”,
gibi anlamlara gelmektedir. İslâm düşüncesinde feyz terimiyle de karşılanan
sudûr; bütün varlıkların -kâinâtın yoktan ve hiçten yaratma (halk) inancından
farklı olarak- bir düzen içinde Bir’den çıkması, taşıp yayılması anlamında
kullanılmaktadır. Tıpkı güneşten ışığın, kardan soğuğun çıkması gibi, Tanrı’dan
taşma (feyz) ve sudûr yoluyla kesretin, âlemin meydana gelmesidir.
Bu teoriyi kabûl eden
filozoflar her ne kadar sudûrun zaman-dışı olduğunu söylüyorsa da sudûr bir
olgu ve eylem olduğuna göre, belli bir süreçte gerçekleşmesi gerekir. Oysa
onlar yaratma fiilinde zaman problemini çözemedikleri için bu teoriyi
benimsemişlerdi. Bu bir kısır-döngüdür. Bu teoriyle filozof ezelî ve kadim
olanla sonradan olanı, değişmeyenle değişikliğe uğrayanı, bir başka deyişle bir
ve mutlak olanla çok ve mümkün olan varlıklar arasında olan ilişkiyi belirtmek,
böylece en ulvîsinden en süflîsine kadar bütün kâinatı bir sıra düzeni içinde
yorumlamak istemiştir. Sistem âdeta yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya inip
çıkan bir dönme-dolap gibi takdim edildiğinden, burada mânevî ve maddî
varlıkların yeri, mâhiyet ve fonksiyonları belirlenmiş olduğundan, aynı-zamanda
determinist bir sistemdir. Sudur süreci baştan sona gayr-i iradîdir. Tanrı
evreni yaratmayı bile dileyemeden, o kendiliğinden ezelde zorunlu olarak sudur
edivermiştir”.
Modern bilimin otomatik bir şekilde,
Tanrı’nın müdâhalesi olmaksızın işleyen evreni, kapitâlistlerin kendilerine
epey uygun bulacakları bir evren modeli ortaya koyacak ve aşağı yukarı 18.yy.da
belirmeye başlayan ekonomik liberâlizm, kapitâlistlerin artık devlete gerek
duymadıkları bir durumda, devletin müdâhalesi olmaksızın -evrensel iktisat
yasaları ile- görünmez el ile kendiliğinden düzene ulaşan bir piyasa ve evren
tasarımını açıkça dile getirecektir. Daha başka bir deyişle, modern bilimin
sekülerleşmiş (din-dışı) evreni, klâsik liberâlizmin anarşik evreni ile uyumlu
bir hâle gelerek ortak bir evren oluşturacaktır: Modernite.
Mehmet Bahadır:
“Evet, pozitivistler
her-şeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşkı, korkuyu, sevinci
hormonâl “fenomenler” sanıyorlar. Hakîkat’in tezâhürü yok onlar için, sâdece
tezâhür var. Sebebi? Eşya. Eşyânın sebebi? O da eşya. Biz buna “pozitivist
îman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik
değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Semâvî dinlere alternatif
bir ilâhiyat ürettiler” der.
Teori, karmaşık ifâdelerle anlattıkları
sözlerden oluşur. Açık-seçik bir ifâde/kavramlarla ile
anlatmazlar/anlatamazlar. Descartes, “kavramlarda açıklık ile seçiklik şarttır”
der.
Michael Rivero:
“İnsanlığın gelişimi
bilimin eriştiği noktalarla değil, bâtıl inancının sınırları ile ölçülmelidir.
Gerçek bilinir, fakat gerçek her zaman popüler değildir” der.
Felsefelerinin temelini çatışma oluşturan
batı düşüncesi, evrenin de çatışmalardan/çarpışmalardan olduğunu söylüyor.
Big-Bang’e ve bâzı yanlış düşüncelere göre kâinât oluşumunu
henüz tamamlamamıştır. Bu durumda hiç-bir zaman da tamamlayamayacaktır. Çünkü
döngü hiç-bir zaman bitmeyecektir. Bu nedenle de tamamlanmamış bir yapı
eksik-ilkel kalacağından, ilkellikten hiç-bir zaman kurtulamayacağız demektir.
Big-Bang Teorisi’ne göre kâinât, evrimini
daha tamamlamamıştır. Yâni oluşum devam etmektedir. Tamamlanmamış bir yapı için
doğru yargılarda bulunulamaz. O yüzden evrene yorum yapmak için henüz erkendir.
Hareket varsa o şeyin oluşumu devam ediyordur çünkü. Yorum ancak oluşumun
son-anında yapılabilir fakat o zaman da anında çökme olacağı için bu da
imkansızlaşır. Yâni evrene hiç-bir zaman sağlıklı bir yorum yapılamaz. Değişip
duran bir yapıya yapılacak yorumlar her zaman eksik ve dolayısıyla yanlış
olacaktır.
Evren
için bir açıklamanın yapılabilmesi için bir-anda yaratılmış olması gerekir. Çünkü
açıklama, tamamlanmış bir şeye yapılabilir. Süreç-aşamada ise henüz
tamamlanmamış yapılar vardır ki onların ne olduğu bile belli değilken onlar
için ne denebilir ki? Bir şeye benzemeyen şeyler için bir açıklama
yapılamaz. Biçimsiz bir şeyin biçiminden bahsedilemez. Anlamsız bir şey
için anlamlı bir şey söylenemez.
Allah
insanlar gibi bir plân yapıp, sonra onu aşama-aşama hayâta geçirmez. “O’nun
tasarımı, yapmasıdır” zâten. Tasarımı ve yaratmayı ayrı-ayrı yapmaz. Tasarım ve
yaratılış “ol” sözünün içinde aynı-anda bulunur ve aynı-anda “ol”ur. Kâinâtın
bu mükemmel tasarımı, varlığın aşama-aşama olamayacağını gösteriyor. Tasarımın
bizzat kendisi, yaratılışın bir-anda olan bir yaratılıştan başka şekilde
olmasının mümkün olmadığını gösterir.
Gerçeklik ve etkinlik aynı şeyler
değildir. Bir şeyin etkili olması, onun gerçek olması anlamına gelmez. “Somut
doğrular” gerçek doğrular olmaz her zaman.
Mâlik bin Nebi:
“Gerçek bir fikir her zaman geçerli ve etkili olmadığı gibi,
etkili bir fikir de (Big-Bang) her zaman geçerli ve doğru değildir. “Gerçek
fikir” ve “etkili fikir” arasındaki farkın dikkate alınmaması ve
dış-görünüşlerine fazla önem verilmesi karışıklığa ve bu karışıklık da sapık
fikirlerin doğmasına neden olur. Bir fikrin her-hangi bir çağda kutsal bir
görünüş kazanması, o fikrin belli bir ortamda etkili olmasından ileri gelir.
Avrupa sömürgeci sistemi her-şeyden önce gerçeklik ve sağlamlık değerlerinin
karşısına etkililik ve geçerlilik değerlerini ileri sürmekle işe başlar” der.
Evet; etkili bir teori, fakat yanlış bir
teoridir aynı zamanda. Zâten biz bu teorinin etkili olup-olmamasını değil,
yanlış olup-olmadığını tartışıyoruz.
Hayâtın her belirtisi, onun doğru bir
belirtisi değildir.
Bilim, “güzel olan doğrudur” diyor?. Bir
şeyin doğruluğu, kendisinden önce doğruluğu sâbit olana göredir.
Evren fiziğin değil,
metafiziğin/felsefenin konusudur. Genişleyen evrenin bu-günkü boyutuna ulaşabilmesi, daha evvel daha
küçük, ondan evvel daha da küçük olması demekti. Geriye gidilince karşımıza bir
tekillik çıkıyordu. Bu önerme felsefi bir önermedir.
Evrenin dışına çıkmadan evren hakkında
mutlak-doğru olan bir şey söylenemez.
Ey bilim-adamları! İnsanların daha kendi
yaşlarını tam hesaplayamadığı bir dönemde koca kâinâtın yaşını mı hesaplama
çalışıyorsunuz? Belki de annelerinizin/dedelerinizin yaşını
hesaplayamıyorsunuz..
Doğa,
yalnızca olasılıkları hesaplamamıza izin verir.
Vahiy,
her bilgiye değil, doğru bilgiye ilim adını verir.
Her gerçek tutarlıdır ama her tutarlı gibi
gözüken fikirler gerçek olmayabilir.
Kâinât, insan-merkezli bir algılamayla
değil; Allah/vahiy-merkezli bir algılamayla anlaşılabilir ancak.
Kozmoloji, kozmogoniyi açıklayamaz.
Arşimet:
“Bana bir kaldıraç verin, Dünyâ’yı kaldırayım” demiştir.
Ben de; “Bana yeterli zamânı
verin, aklınıza gelen her-şey için bir teori üreteyim” diyorum. Nasıl olsa
“zaman” onu gerçekleştirebilir..
Sürekli hareket hâlinde olan, yâni sürekli değişen bir
mekânda kesin/kalıcı bilgiye ulaşılamaz.
Hiç-bir patlama düzen meydana getirmez.
Aksine, düzensizlik meydana getirmesi kaçınılmazdır. Kaostan düzen çıkmaz. Bir
patlamayla bütün bu mükemmel düzenin oluşması mümkün görünmüyor. Demek ki bu
mükemmelliğin nedeni patlama değil.
“Düzenlilik, düzensizliklerin toplamıdır”
derler. Bu önerme yanlıştır. Çünkü, düzensizliklerden yine düzensizlik doğar.
Entropi Kânununa göre, düzenlilik bile bir-zaman sonra düzensizliğe doğru
giderken; “düzensizlikten düzenlilik doğmuştur” düşüncesi kabûl edilebilecek
mantıkta değildir. Düzenlilik, düzensizliklerin toplamı değildir. Aslolan
düzensizlik değil, düzenliliktir. Bu da kâinâtın ilk-yaratıldığı anda gözüken
durumdur.
Kâinât muazzam bir çeşitliliğe sâhiptir.
Patlamalar da çok parçalara ayırarak çeşitlilik yaparlar. İşte bu durum
bilim-adamlarının bu muazzam çeşitliliğinin bir patlama ile olması gerektiğini
düşündürmüş olabileceğinden teori câzip hâle geliyor.
Kâinâtın nasıl bir şey olduğunun
bilgisini, kâinâtın içindeyken bulamazsınız.
Netîcede insanların dil-çerçevesi/kelime
haznesi, kâinâtın çerçevesi/kapsamı karşısında çok cılız kalır. O yüzden
insanlar kâinâtı kesin olarak açıklayamazlar. Bunu açıklamaya dil de yetmez.
Seyyid Kutub’un dediği gibi...
“İnsanın kavrayış gücü,
yüce Allah'ın zâtını idrâk edemediği müddetçe, Allah'ın işlerinin de nasıl
meydana geldiğine akıl erdiremez. Zîra bir şeyin nasıl olduğunu düşünmek ne
olduğunu düşünmenin ayrıntılı bir uzantısıdır. Yüce Allah'a izâfe edilen
bütün işlerin nasıl olduğunu düşünmeye çalışmadan onların birer realite
olduğunu kabûl etmekten başka çıkar yol yoktur”.
Kâinât müteşâbih değil, muhkem bir âyettir. Muhkem
âyetler topluluğudur. Müteşâbih her zaman şüphe içerir. Şüphe ile müteşâbih
aynı köktendir. Bu şüphe ancak Allah ile olursa “şüphesiz” olabilir. Ancak
Allah ile bakarsak müteşâbih bize açılır.
Bu müteşâbih kâinâtın “modern” teorisi
olan Big-Bang teorisinin “bir şüphelik” canı var.
“Düşünüyorum”.. öyleyse bir-anda
yaratıldım.. (Yarı-düşünme biçiminde olamayacağıma göre).
Gerçek, var olmak için bilinmeye muhtaç
değildir.
Kâinâtın niçin yaratıldığına bilim değil,
din karar verir. Nasıl yaratıldığına ise sâdece Allah..
SosyolojiK
GÖRÜŞ
Dindar kesim, kâinatın bir başlangıcı ve
bir sonu olduğunu -sözde- açıkladığı için Big-Bang Teorisi’ni hemen kabûl
ettiler. Hâlbuki evrenin bir başlangıcının ve bir sonunun olduğunu ispat etmek
için ille de Big-Bang Teorisi’ne gerek yoktur. Termodinamiğin ikinci kanunu
olan entropi yasası bunu zâten daha evvelden yapıyordu. Kâinat
sürekli soğuyor, demek ki soğuk olmayan bir zamânı vardı. Geriye doğru
gidildiğinde bir başlangıca ulaşılır. Bu da kâinâtın bir başlangıcı olduğunun
delîlidir. Başka delillere ihtiyaç yoktur. Kâinâtın bir başlangıcı olduğunu
entropi ve soğuma süreci kanıtlayabiliyor. Bu nedenle -özellikle inançlı
kesimin- mal bulmuş mağribi gibi Big-Bang Teorisi’ne yalakalık yapmalarının
gereği yoktur.
Bilimsel bir bulgunun, varlığı,
dolayısıyla Allah’ı ispat ettiğini söylemek, bilimsel bulgunun hâşâ Allah’tan
daha üstün olduğunu söylemektir. Çünkü açıklayan açıklanandan üstündür. Zâten
imanın deneyi/isbâtı olmaz.
“Hani Rabbin, Adem-oğullarının sırtlarından
zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhidler kılmıştı: Ben
sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti de) onlar: Evet (Rabbimizsin), şâhid
olduk demişlerdi”..(A’raf
172).
Yazar Mehmed Alagaş bu âyeti yorumlarken,
bâtıl teorilerin milyarlarca yıllık bir zamâna ihtiyaç duyduklarını, çünkü
müstekbirlerin asıl amacının başka bir şey olduğunu dile getiriyor:
“Dünya âlemine gelen her insanın özünde bu ilâhi gerçek, bu
fıtri hakîkat bulunmaktadır. Nitekim “hatırlat” emri ile muhatap olan tüm
peygamberler, insanlara bu ilâhi gerçeği hatırlatıyorlar ve insanları bu ilâhi
gerçeğe dâvet ediyorlardı. Duydukları ve gördükleri âyetleri tefekkür ederek bu
ilâhi gerçeği hatırlayacak olan samîmi insanlar, tabî ki bu gerçekler
istikâmetinde yaşayacaklar ve kendileri gibi birer beşer olan müstekbirlerin
şeytâni taleplerine karşı çıkacaklardır.
Tabî ki dünya insanlarını kendi çıkarları istikâmetinde
ezmek ve sömürmek isteyen müstekbirler için oldukça sakıncalı bir îtikaddır bu!.
Bu îtikadı bozmaları ve iğdiş etmeleri ise, insanları Allah'ı inkâra veya eş
koşmaya dâvet etmeleriyle mümkündü.
Ancak, bu insanlara kendilerini ve tüm kâinâtı yaratan Allah
(c.c.)'ı inkâr ettirebilmeleri için, herkesin açıkça müşâhade ettiği bu yaratılışla
ilgili; bir görüş, bir teori ileri sürmeleri gerekiyordu. Çünkü en basit
düşünceli insanlar bile, Allah'ı inkâr etme temâyülündeki bu kimselere;
“Yaratıcı olarak Allah'ı inkâr ettiğinize göre, bütün bu yaratılmışların yaratıcısı
kim?” sorusunu soracaklardı.
İşte dünya emperyalistleri, kendilerine bağlı
bilim-adamlarından bu konuda çalışmalarını ve insanların zihinlerini
bulandıracak bilimsel safsatalar üretmelerini istemişlerdir. Nitekim insanın
yaratılışıyla ilgili olarak bilimsellik adına son yüzyıllarda ileri sürülen
bütün teoriler, gerçeğe veya ciddi bilimsel bulgulara değil, kesinlikle ve
kesinlikle küfre dayanan teorilerdir. Çünkü söz-konusu bilim-adamlarından bu
konudaki gerçeğin araştırılması değil, küfür teorisinin güçlendirilmesi istenmiştir.
Allah'ın varlığına yüzbinlerce âyet, yüzbinlerce işâret ve delil içeren
tabiattan, Darwin gibi sapıkların teorilerine delil arayan bu zavallılar,
kendilerine değişik gelen bir kemik fosiliyle karşılaştıkları zaman, bu fosil
hakkında milyarlarca seneyi içeren ve sâdece hayâllere dayanan bir destan
yazmaktadırlar!. Ellerine aldıkları bir mâdeni inceledikten sonra “bu mâdenin
veya bu bileşimin bir gramının meydana gelebilmesi için şu kadar milyon yıl
gerekir, dolayısıyla dünyânın yaşı şu kadar milyar yıldan fazladır!” şeklinde
görüş beyân eden bu şaşkınlar, Allah (c.c.)'dan gâfil oldukları gibi, şânı yüce
Rabbimizin şu sünnetinden de gafildirler.
“Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına
hükmetti mi, ona yalnızca: Ol der, o da hemen oluverir”
(Mü’min 68).
Yaratıcıya inanmadıklarını söyleyen bu kimseler,
mahluklara-özgü kafaları ile söz-konusu mâdenin “Ol” emri ile hiç beklemeden
nasıl oluvereceğini de anlamayacaklardır. Netice olarak dünyanın yaşını kendi
mahluk anlayışlarına göre milyarlarca ve hattâ trilyonlarca yıl olarak ifâde
edecekler ve küfrî teorilerini, milyarlarca yıllık bir târihi geçmişe nispet
edeceklerdir!.
Peki ama neden?
Bu sapıklar, küfrî teorilerini milyarlarca seneyi içeren,
gözlenmesi, sorgulanması ve tartışılması mümkün olmayan târihi bir boşluğa
neden götürüyorlar? Dünya insanlarına günümüzdeki gözle görülebilir, elle
tutulabilir olaylardan da neden örnek vermiyorlar?
Bilimsel somutluktan anladıkları bu mu?
Yoksa savundukları bu safsatayı, sâdece ve sâdece târihin
bilinmezlik boşluğunda mı koruyabileceklerini zannediyorlar?
Oysa hakkı açıklayan ve insanları hakka dâvet eden Kur’ân-ı
Kerim, insanlara yaşadıkları zaman-diliminden binlerce örnek, binlerce âyet
göstermektedir.
Netice olarak küfrî bir ön-kabûlle başlayan veya daha açık
bir ifâdeyle kalkış noktası sâdece küfür olan bu teorilerin asıl amacı, ortaya
bilimsel bir gerçeklik koymak değil, insanların yaratılışla ilgili
düşüncelerine şüphe katmak ve bu düşüncelerden kaynaklanan temiz inancı
bulandırmaya çalışmaktır. Nitekim bu şeytâni girişimler genel olmasa da bâzı
istisnâi sonuçlar elde etmiştir. Milyarlarca seneye nispet edilen efsâneyi
kabûl ederek, düşünsel olarak milyarlarca senelik bir derinlik kazandıklarını!
zanneden bazı zavallılar, yegâne yaratıcı olarak Allah'a inandıklarını
söylemelerine rağmen, Darwin teorisini de ciddiye alan bâzı şaşkınlar
bulunabilmektedir.
Eğer Big-Bang Teorisi doğruysa, yâni bu
mükemmel düzen kaostan kozmosa, karmaşadan düzene doğru aşama-aşama
gerçekleşebiliyorsa, Evrim Teorisi de belli aşamalardan geçerek müthiş bir
insan düzeni ortaya çıkarabilir. Çünkü insan ve kâinat unsurlarının ikisinde de
dizayn ve dizilim açısı mükemmel olma bakımından aynı ölçüdedir. Bu bakımdan
Büyük Patlama Teorisini kabûl edip de Evrim Teorisini kabûl etmemek saçma olur.
Çünkü ikisi de birbirlerinin neden-sonuçlarıdır. Birinin olma imkânı varsa
diğerinin de olur. Ey Müminler! Evrim Teorisini sorguladığınız gibi Big-Bang
Teorisi’ni de sorguladınız mı hiç?
Uzak-tanrı tasavvuru insana âhireti unutturur.
Âhireti unutmak yeniden dirilişi unutmaktır. Yeniden dirilişi unutmak
tek-dünyâlı olmaktır. Tek-dünyâlı olmak materyâlist olmaktır. Materyâlist olmak
hırçınca yaşamaktır. İşte bütün Allah’sız teoriler gibi Big-Bang Teorisi de,
insanlara hırçınca yaşamanın yolunu gösteriyor.
İnsanlar; “Hubble teleskopunun gönderdiği
veriler”… sihirli ifâdesiyle başlayan her bilgiyi ilâhlaştırıyor. Hubble özne,
kendileri ise bu teleskop karşısında nesne olmuşlar. Aynen câhiliye araplarının
Kâbe’de bulunan putları Hubel karşısında nesneleşmeleri gibi. Câhiliye
araplarının Hubel’i putlaştırdıkları gibi, başta bilim-adamları olmak üzere
insanlar da Hubble teleskopunu putlaştırıyorlar. Bu durumda Hubel ile Hubble
arasında fark kalmıyor. Yoksa bu Hubble, Hubel’in isminden kinâye mi?? J
Seyyid Kutub, bir Müslümanın bilimsel
teorilere nasıl bakması gerektiğini şöyle açıklıyor…
Bir
Müslüman, Allah’ı hesâba katmayanların, toplum, siyâset ve ekonomik
alanlarında ortaya koydukları sözde "bilimsel" ideolojilere, ayrıca
evren, hayat, insan, insan hayâtı ve insanlık târihi hakkında geliştirdikleri
teorilere, en azından insan hayâtının açıklanmasını ve düzenlenmesini
ilgilendiren konularda onların ortaya koyduğu düşüncelere; duyu organları
işlevini yitirmiş, görmekten, duyumsamaktan ve kavramaktan tamâmen yoksun bir
körden kaynaklanan sapmalar olarak bakmalıdır. Bir Müslüman hiçbir konuda
böylesinin görüşüne baş-vuramaz. Bakış-açısını onların düşüncelerine göre
biçimlendirmesi, hayat-sistemlerini bu körlerden alınmış bir teoriye dayandırması
ise olacak iş değildir.
Bu mesele
îman ve inanç meselesidir. Görüş ve düşünce meselesi değildir. Düşüncelerini,
hayat felsefesini, aynı şekilde hayat sistemini ve maddi evrenin hem kendisini,
hem de insanı var-ettiği temeline dayandıran biri, düşünce, hayat felsefesi ve
hayat sistemini temellendirmede büyük bir yanılgıya düşmektedir. Bu yüzden bu
temele dayanan organların, düzenlemelerin ve uygulamaların iyi sonuçlar vermesi
iyilik getirmesi mümkün değildir. Bu düşüncenin ufak bir parçasının müslümanın
hayatına monte olması, onun inancına ve düşüncesine dayanak oluşturması
imkânsızdır. Çünkü bir Müslüman, düzenini ve hayâtını yüce Allah'ın evren
üzerindeki ilâhlığı, yaratıcılığı ve yönlendiriciliği ilkesine dayandırmak
zorundadır.
Yüce
Allah'ın yaptıklarını insanların yaptıkları ile karşılaştıranlar, "Bu
nasıl olur", "Şu nasıl olabilir?" gibi sorular sorarlar. Ama her
iki tabiatın farklılığını, her iki tabiatın baş-vurduğu araçların başkalığını
bilenler, kesinlikle böyle sorular sormazlar, gerek bilimsel, gerek bilimsel
olmayan gerekçeler uydurmaya çalışmazlar. Mesele kesinlikle bu alanla ilgili
değildir. İnsanların kullandıkları ölçülere ve kriterlere göre yüce Allah'ın
yaptıklarını analiz etme, yorumlama ile ilgili değildir. Bu mûcizeleri yüce
Allah'ın sınırsız gücüne bırakmanın dışında bu mûcizeleri yorumlamak amacı ile
baş-vurulan bütün düşünce sistemleri temelden bozuk sistemlerdir. Çünkü yüce
Allah'ın yaptıkları insanların kriterlerine, az ve sınırlı bilgilerine uymaz.
Bu evrenin
planı ve evrene egemen olan birbiriyle uyumlu yasalar sistemi, insan kâlbinin
bu evrenin yaratıcısı ve evrendeki bu ince ve akıllara durgunluk veren düzenin
kurucusu yüce Allah'a doğru yol almasının garantisidir.
Sâdece yüzeysellikle uğraşıp “derin”e
dalmayan bilim-adamları doğal olarak insanların hizmetinde bulunmayı ve
sorumluluk almayı düşünmezler. Bunlar bilim için bilim yapıyorlar. Hâlbuki
yapılan her-şey insan için yapılmalı, insan için olmalıdır.
Ali Şeriati:
“İnsanların hizmetinde bulunmayan bilimi, toplumsal
sorumluluk taşımayan bilgini şiddetle eleştirmişimdir hep. Bilim için bilimden,
sanat için sanattan, güzellik için güzellikten, edebiyat için edebiyattan,
bilimsel tarafsızlıktan, bilgin’in tarafsızlığından ve bilimsel araştırma
özgürlüğünden büyük bir fâcia, insanlık karşıtı bir aldatmaca diye söz
etmişimdir hep. Bilimin tarafsızlığı ve “bilimin ideolojilere ve inançlara
hizmet etmekten kurtulması” sloganını -ki bu-gün şiddetle gündemdedir- Dünyâ’da
gücü ellerinde bulunduranların -ki hep insan-yığınlarını yoksun bırakmakla
bilimi para ve güç için bir araç kılmaya çabalamaktalar- ortaya attıkları bir
slogan olarak görüyorum. Onlar, bu sloganı halk için öyle aldatıcı bir biçimde
boyamışlardır ki saf-inançlı bilginlerin ağızlarından bile bu slogan duyulmaktadır.
Örneğin bilgin ve görüşsüz bir üniversite hocası da kendi kişisel inancı
olarak, bilimin inançla, dinle, din-karşıtlığıyla, ideolojiyle, toplumsal
kuramlarla ve genel olarak eylemle bağlantı içinde olmasını eleştirmekte ve
bilimin tüm bunlardan bağımsız kılınması ve özel bir eylemi gerçekleştirme
yükümlülüğünün bilime ve bilimsel araştırmaya yüklenmemesi gerektiğine
inanmaktadır. Tüm bunları hep söyledim ve söylemekteyim; şiddetle eleştirdim ve
eleştirmekteyim. Fakat şu da var ki bilim, toplumsal yükümlülük almak,
yükümlülüğünü yerine getirme amacıyla uzmanların çerçevesinden çıkmak, genelin
hizmetinde olmak ve herkesin düşünce ve inanç silahı durumuna gelmek
istediğinde zarar görür, avâmileşir ve bilimsel derinlik ve değerini azaltır”
der.
Hiç bir insan, kendisini çevresinde ve
Dünyâ’da olup-bitenlerden soyutlayamaz.
Big-Bang
Teorisi’nin yanlış olduğunu anlayan ve gören bilim-adamları, “kral-çıplak!”
demeye korktukları için bu teorinin
yanlışlığını açıklayamıyorlar.
Enis Doko:
“Bilim-Dünyâsı insanların sandığı kadar âdil değildir” der.
Bir kere bu teorinin ve diğer bâzı
Allah’sız teorilerin ne kadar isâbetli olduğunu sınayacak bir ortam yok.
Bilerek bu ortamı bırakmıyorlar. Ancak, “sistemden” rahatsız olanlar ve
zihinsel devrimler yapanlar farklı bir şeyler söylemeye cesâret edebiliyorlar.
Ali Şeriati:
“Gereken ilke, iki göz, iki bakış, öz-bilinç ve toplumsal
bilinçtir. Öyleyse, insâni
öz-bilinç ve toplumsal bilincin yolunda, bizim için ortaya konmayan her görev,
her söz, her çağrı, her mutluluk, her lezzet, her ilerleme -iyi dikkat ediniz-
her ilerleme, her güç, uygarlık ve kültür, insan olmanın, bağımsız yaşama
düşüncesinin iğfal edilmesi, eşekleştirilmesidir. (İstihmârın ne olduğunu
biliyor musunuz? Yâni insanları eşekleştirmeler.) Bu, târih boyunca, hiç bir
zaman bu-günkü gücüne ulaşmamış olan, en büyük belâ ve en büyük kudretin
eşekleştirilmesinin sebebidir.
Geçmişte eşekleştirilme, yalnızca eşekleştirenlerin dehası,
zevki ve tecrübesiydi. Bu-gün “bilim” kargaşaya düşmüştür. Bütün kitle-iletişim
araçları, radyo, televizyon, eğitim-öğretim, basın, doğu, batı, çeviri,
tiyatro, keşme-keşe kapılmıştır. Bilimsel ruh-bilim, teknik toplum-bilim,
siyâsi ruh-bilim, eğitim ve öğretim ruh-bilimi karışmış, teknik, fennî bir
eşekleştirilmeye dönüşmüş, bilimle donanmıştır! Bu yüzden onu tanımak da o
ölçüde zorlaşmıştır.
İlke; yeniden söylüyorum, öz-bilinç ve toplumsal bilinçtir.
Ortaya koyduğum her mesele, çok büyük bilimsel bir mesele, felsefî bir mesele,
teknik bir mesele, Hattâ toplumun ve hayâtın ilerlemesi meselesi bile olsa,
eğer insanî öz-bilince ve toplumsal öz-bilince sâhip değil idiyse, aldatıcı,
uğursuz, yalancı, sonunda köleliğe ve zillete düşmek olan, eşekleştirilmeye
mâruz bırakan bir tür modern mıknatıs gibi uykuya daldıran bir çağrıdır. Eski
bir köle olmakla, çağdaş bir köle olmak... ne fark-eder? Hiçbir farkı yoktur,
yalnızca sunuluş biçimi farklıdır. O birisi “zâife” diyor, bu birisi “latîfe”,
her ikisi de “insan değilsin” anlamına. Bundan dolayı istihmar, yâni insan
zihnini, bilgi ve bilincini, yönünü tahrip etmek, -ister birey, ister toplum
olarak- öz-bilinçten ve toplumsal bilinçten alıkoymaktır” der.
Bilim-adamlarının ve onların “sâhipleri”nin
istedikleri, ilk önce Big-Bang Teorisi’ni peşinen kabûl edip, sonra da “vay bee!”
demek gerekir.
Belli bir dönemde ve bölgede hâkim olan
felsefî görüşlerin, bilimdeki gelişme ve yeni anlayışların, teolojideki
yaklaşımların, ekonomik koşul ve teorilerin, politik ve sosyolojik ortamın ve
diğer belirleyici unsurların hepsinin bir-arada bilimsel çalışmanın yapılış
şeklini ve kabûlünü nasıl etkilediklerini Evrim Teorisi üzerinden anlatmaya
çalışalım:
Evrim
Teorisi sosyal ortamın bir yansımasıdır. Evrim teorisi ana-fikirlerini aslında
“iktisat teorileri”nden almıştır. Zâten kapitâlin ilâhlaştırılmaya başladığı
1700’lü yıllardan sonra ortaya atılan teorilerin çoğu ana-fikrini “iktisat
teorileri”nden almıştır. Caner Taslaman “Evrim Teorisi Felsefe ve Tanrı” adlı
kitabında:
“1750 yılının İngiltere’sinde doğan her üç çocuktan ikisi
beşinci yaş günlerini görememiştir. Malthus’un teorisi böyle bir ortamda oluştu
ve etkili oldu; onun etkisiyle ise Darwin’in ‘yaşam mücadelesi’ ve ‘doğal
seleksiyon’ kavramlarının zihnî yapısı vücut buldu. Yarışmacı kapitâlizmin
oluştuğu yer ve yıllarda bulunmuş olması da Darwin’i etkilemiş olmalıdır, çünkü
o dönemde kimi şirketler tekniklerini geliştiriyor, büyüyorlar ve etkilerini
artırıyorlardı, kimi şirketler batıyor, eski meslekler ise ölüp gidiyorlardı.
Bu tabloyu saptayan ünlü evrimci biyolog John Maynard Smith, Darwin’in daha
durgun olan bir feodal toplum içinde yaşamış olması hâlinde, doğada var olmak
için ‘yarışma’ ve ‘savaşım’ gibi kavramların pek aklına gelmeyebileceğini
söylemektedir. Robert Young, Darwin’in doğada da İngiliz fabrika sistemine
benzer bir iş-bölümünün geçerli olduğunu keşfettikten sonra, doğru yolda
olduğuna daha çok kanaat getirdiğini belirtir. Bu yüzden dönemin kapitâlist
iş-verenlerinden bir-çoğu, Darwin’in teorisini coşkuyla karşılamışlardır.
Çünkü o dönem, işçilerin rahatsızlıklarının olduğu, çalışma reformu için baskı
yapıldığı, işçi ve iş-veren ilişkisinde gerilimin en üst düzeyde olduğu bir
dönemdi. Burjuvazi, iş-bölümü sürecini makineleştiren bu yeni fabrika
sistemini onaylayacak sağlam bir gerekçeye muhtaçtı. Benzer bir sürecin doğada
da var olduğunu söyleyen Darwin, kapitâlistlere, yönettikleri ve
yararlandıkları bu ekonomik hiyerarşiye karşı işçi sınıfından gelen tehdidi
savuşturmaları için en sağlam gerekçeyi sunuyordu. Adam Smith’in iktisat
teorisinde ‘verimlilik için ayrışma’ kavramını Darwin kullanmıştı ve bu
yaklaşım, o dönemin İngiliz sömürge emperyalizminin işine yaradı. Darwin’in
‘Türlerin Kökeni’ kitabını yazdığı yıllarda (1859), İngiliz İmparatorluğu’nun
üzerinde Güneş’in hiç batmadığı söyleniyordu, İngiltere Dünyâ’daki oluşumların
en önemli aktörüydü. Evrim Teorisi’ni meşrûlaştırmak için sömürü düzeninden
doğaya (sosyo-politik ve iktisâdi düzenden doğaya) analojiler kurulurken,
sömürü düzenini meşrûlaştırmak için tam tersi yönde, doğadan sömürü düzenine
analojiler kuruldu. Bu süreçler bilinçsiz olarak gelişmişse de teorinin
kabûlünde rol oynadı. Adam Smith’e göre bireyler arasındaki yarışa ‘görünmez
bir el’ müdâhale etmekte, ekonomik pazardaki arz ve talep, güvenilir bir tabiat
kânunu tarafından düzenlenmektedir: Tanrı’nın doğayı yaratışı, bu kânunun
güvenilirliğinin garantisidir. Adam Smith iktisat teorisini, böylece teolojik
bir kökenle birleştirmişti. Bu yaklaşıma göre herkesin bireysel menfaatini
korumasıyla üretim ve tüketim arası denge sağlanır. Darwin’in doğanın işleyişi üzerine
görüşleri, ekonomideki ‘görünmez el’ formülüyle benzeşiyordu. Darwin gerek
Smith gerekse Malthus’la, toplumda olduğu gibi doğada da her bireyin kendi
çıkarlarını en üst düzeye yükseltme ve sınırlı kaynaklar içinde diğerleriyle
giriştiği hayat mücâdelesinde ayakta kalma amacını gerçekleştirmeye
çalıştığında hem-fikirdi. Darwin’in temel problemi böyle bir birey eyleminin
nasıl olup da bir bütün işleyiş ağı oluşturduğunu anlamaya çalışmaktı. Smith’in
‘bırakınız-yapsınlar’ merkezli yarışmacı ekonomisi, Malthus’un ‘nüfus analizi’
ile kendisinin ‘doğal seleksiyon’ teorisi arasında kurduğu paralel ilişkiyle
teorisini oluşturdu. Darwin, tıpkı ekonomik alanda arz ve talebi düzenleyip
dengeleyen bir kânunun işlemesi gibi, doğada da dengeleyici benzer bir kânunun
(doğal seleksiyonun) var olduğu sonucuna ulaştı. Darwin, İngiliz
sömürgeciliğine biyolojik bir temel sağlamıştır. O; “Farklı ırklardan iki
insan karşılaşınca tıpkı iki farklı türden hayvan gibi davranırlar. Dövüşürler,
birbirlerini yerler, birbirlerine zarar verirler. Ama ardından en güçlü
bünyenin (yâni insandaki aklın) kazanacağı daha ölümcül bir mücâdele başlar...
Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm-dünyâda alt-ırklar
üst-medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla ber-taraf edileceklerdir” diyordu.
İngilizler, sömürgecilik yaparken doğanın bir gereğini yerine getirdiklerini
düşündükleri için güven tâzeliyorlardı ve tabî ki bu durum teorinin ilk ortaya
konduğu ortamda benimsenmesinin kolay olmasına katkıda bulunmuştur. 19.
yüzyılın İngiltere’si, aynı-zamanda, endüstriyel ilerlemenin, vahşi
kapitâlizmin (Marx komünizme dâir fikirlerini bu dönem İngiltere’sini
gözleyerek geliştirdi), bireysel teşebbüsün serbestliğini savunan liberâl
görüşlerin hâkim olduğu bir yerdi. İşte böyle bir ortamda ‘yaşam mücâdelesi’
içinde ‘en güçlünün yaşaması’ ve ‘güçsüzlerin elenmesi’ne dayalı ‘doğal
seleksiyon’ fikri oluştu. Darwin, Wallace, Spencer gibi ‘doğal seleksiyon’
fikrini ortaya koyanların hepsinin de İngiltere’de aynı dönemde yaşamış olması
ve aynı fikri (birbirlerinden bağımsız geliştirdikleri söylenir) ileri
sürmelerini her-halde tesadüfle açıklamak çok zordur” der.
Diğer bilimlere de etkisi için de:
“Kant-Laplace ile gök-cisimlerinin oluşumunun evrimi ve
Lyell gibi bilim-insanlarıyla yer-kürenin evrimi hakkındaki evrimsel
yaklaşımlar, sosyo-ekonomi ve felsefe alanının dışında bilimde de ‘evrim’
görüşünü yaygınlaştırmıştı. Bu da ‘evrim’ kavramının 19. yüzyılda özellikle
İngiltere’de hâkim bir kavram olmasına yol açtı. Marx ve Engels’in, târihin
evrimine ve sınıf kavgasına dayalı komünist felsefelerini bu yüzyılın
İngiltere’sini (aynı paradigma içinde) gözlemleyerek geliştirmelerini de
tesadüf olarak göremeyiz. Felsefe, fizik, yer-bilimi, sosyoloji, iktisat, târih
gibi alanlarda oluşan ‘evrim’ kavramı, canlıların dünyâsındaki karşılığını
Darwin ve Wallace gibi isimlerin çalışmalarında buldu. Evrimin mekânizması
olarak görülen ‘doğal seleksiyon’ da, daha önce belirtildiği gibi çağın
olayları, iktisat ve sosyolojisi gibi unsurlarla uyumluydu. Evrim Teorisi’nin ortaya
konduğu dönemde, Newton fiziğinin ve felsefe ile bilimde mekânist yaklaşımın
hâkimiyeti vardı. Teologların bir-çoğu evrenin mekânik işleyişini, Tanrı’nın
yaratışında bir araç olarak görerek; Tanrısal yaratma ile gâyeselliği ve
mekânist yaklaşımı uzlaştırmışlardı” der.
Tüm teoriler sosyoloji ile direkt
alâkalıdır.
Duane T. Gish’in, Evrim Teorisi’ne karşı
türlerin birbirlerinden bağımsız yaratılışını kabûl edenlere makâle
yayınlatmada, doktora ve profesörlük derecelerini kazanmakta zorluk
çıkarıldığına; televizyon, radyo gibi medya kuruluşlarında ve National
Geographic, Reader’s Digest, Life gibi etkin popüler dergilerde evrimci
bilim-insanlarının hâkimiyetinin alternatif görüşlere geçit vermediğine dâir
tespitlerini göz-ardı edemeyiz. Çünkü bilim-sosyologlarının ve Kuhn’un
gösterdiği gibi bilimsel faaliyet; sosyolojik ortamdan bağımsız, mutlak olarak
objektif bir uğraş olmadığı için, bilim-cemaatinin ön-kabûl, tavır ve organize
olma şekillerini göz-önünde bulundurmalıyız.
Thomas Kuhn, günümüzdeki şekliyle ders
kitaplarıyla eğitimin 19. yüzyılda ortaya çıktığını, daha önce temel matematik
kitapları dışında, bu tarz hazırlanmış kitaplarla eğitimin olmadığına dikkat
çeker ve bu ders kitaplarının mevcut paradigmanın temel kabûllerini ve problem
çözme kurallarını aktardığını, öğrencilerin ise paradigmayı sorgulama şansına
hiç sâhip olamadıklarını belirtir. Kuhn’un dediği gibi günümüzün paradigmasının
muhafazasında ders kitaplarının yeri çok önemlidir, diğer yandan en-ünlü
evrimci biyologların bile yanlışlığını kabûl ettikleri çizimler hâlâ bu ders
kitaplarında yer alabilmektedir. Paradigmanın muhafazası için çabalar,
paradigmaya uygun çalışmaların ödüllendirilmesi, paradigmaya karşı olanların
dışlanması, paradigmanın bilim-insanlarının ‘nereye’ ve ‘nasıl’ bakmaları
gerektiğini buyurması göz-önüne alınmaz ise; ‘bilim’in ideoloji, sosyolojik
baskı, ödüllendirme mekânizmalarından bağımsız, her zaman için objektifliğini
muhafaza edebilen bir faaliyet olduğunu zannetme hatâsına düşebiliriz. Bu ise
ders kitaplarında aktarılan bilgilerin temel ön-kabûller olarak alınmasına ve
sonraki tüm gözlem ve deneylerin bu dogmatik ön-kabûllerle şekillenmesine
yol-açmaktadır. Din-adına veya ideoloji adına, nasıl dogmatik ön-yargılı
yaklaşımlar veya sahtekârlıklar yapılabiliyorsa, aynı şeyin ‘bilim’ adına da
yapıldığını, ‘bilim’in bâzılarının zannettiği gibi her zaman objektif olan,
ön-yargılardan uzak bir faaliyet olamadığını, söz-konusu örnekler
göstermektedir.
Haeckel, Avustralya yerlileri gibi
ırkların, maymunlar ve köpekler gibi canlı türlerine, medenî Avrupalılardan
daha yakın olduklarını söylemiştir. Ayrıca Darwin’in yapay seleksiyon ile
ilgili anlattıklarının insanlara da uygulanabileceğini, eski çağlarda
Spartonların zayıf ve hasta çocuklarını öldürerek güçlü bir ırk oluşturduklarını
övgü ile anlatmıştır. Wilhelm Bölsche, Haeckel’in fikirleriyle Hitler’i
tanıştırdı ve Nazilerin 200.000 vatandaşını sâdece zihinsel özürlü oldukları
için öldürmelerinde bu fikirler etkili oldu.
Görülüyor ki bu teorilerin sosyal
boyutları vardır ve toplumu genelde olumsuz etkilemektedir. Evrim Teorisinin
sosyal etkileri yukarıda anlatılan ve anlatılmayan bir-çok sosyal etkiye sebep
olmuştur/olmaktadır. Big-Bang Teorisi de Evrim Teorisi’ne, istediği zamânı
vererek ve sûni değerler üreterek destekler ve bir-çok sosyal etki yapar.
Meselâ kapitâlizmi sağlamlaştırıyor.
Kendi-kendime şu soruyu hep sormuşumdur:
Niçin (özellikle dindar olanlardan) Evrim Teorisine sıcak bakanlar (Evrene 15
milyar yıllık bir yaş biçen “dindar”ların hemen hepsi evrim teorisine “sıcak”
bakıyor) ve Big-Bang Teorisi’ni kabûl edenler; bir “yapı” kurarak Dünyâ’daki
zulmün ber-taraf edilmesinden bahsetmezler ve böyle bir yapı kurma hayâline
kapılmazlar? Dindarların kâinâtı Big-Bang teorisiyle/süreciyle açıklamak
istemelerinin nedeni nedir? Kendimce bu soruya verdiğim cevap şudur: Çünkü
Dünyâ’ya “batı”nın paradigması/bakış-açısı hâkimdir. Bakış-açısından başka
niyet de önemli ve belirleyicidir. Bu sebeple “diğerleri”ne
maddi-manevi-bilimsel-psikolojik baskı yapılıyor. Bunun için de ne gerekiyorsa
yapmaktan çekinmiyorlar. Bu “baskı”nın bir yönü de Evrim ve Big-Bang
Teorileridir. İnsanlar/Müslümanlar artık batının sûni-yanlış değerlerine
bakarak böyle bir yapının kurulamayacağını/kurdurulmayacağını düşünmeye
başlıyorlar. Yapısalcılık (mevcut yapıdan yola çıkarak sonuca ulaşma yöntemi, strüktüralizm) bilimin
her dalında kendini gösterir. Batı bu paradigmadan besleniyor. Bu yüzden bu
paradigmayı her-türlü koruyorlar. (Bilimsel teoriler “an” dan beslenirler,
bilim-adamları “şu-an”daki argümanların yıkılacağı korkusunu hep yaşarlar.
Çünkü onlara çok umut bağlamışlardır)
Ali Şeraiti:
“Batı kültürünün ameli mekâniktir ve faydacılığa dönüktür.
Maddî yaşamın gelişmesi ve maddî uygarlığın güçlendirilmesi yönünde kullanılır.
Ama insanın sorunlarını çözmez, dertlerine çâre olamaz ve onu yüce varlık
değişimlerinden geçiremez. Batının sömürü aracıdır bâtıl bilim. Aklı gücün
hizmetine, bilimi teknolojinin, teknolojiyi üretimin ve üretimi de kazancın
hizmetine veren batının.
Realistim diye ortaya çıkan bilimsel düşünürler yalnızca
maddeye, dış tecrübelere, fizik ve biyoloji kânunlarına dayanarak düşünce
üretiyorlar; bilimin temellerini bunlar üstüne kurmuşlar. İnsanın Allah'a
tapmasını bile maddî bir oluş ve doğanın ürünü olarak görüyorlar. Orman kânunu
neden geçerli olmasın böyle bir Dünyâ’da; bilimsel, sosyolojik, biyolojik ve
ideolojik veriler duygulara, mânevî değerlere, inançlara pay mı ayırıyor ki!?
Bu bilim ve bu cebrî kânunlar hayâta egemen olunca,
maddecilikten uzak soyut kavramlara, ideâlist düşüncelere, dîne, fizik-ötesine
ve inanca elbette yer kalmayacak ve bunlar hayâl, ütopya ve duygusal olarak
niteleneceklerdir.
Bilimin, şu yeni uygarlığın egemenliğinde aldığı biçim ve
çekildiği yöne bakın. Yeni burjuvazinin dîne karşı açtığı örgütlü savaş ve onu
hayattan, toplumdan ve insanların kâlbinden silme çabasında bilim önemli bir
rol oynuyor. Burjuvazi, bilimin özgürlüğü, aklın bağımsızlığı, kültürün
insancıllığı, eğitimin ulusallığı, ahlâkın mantıkîliği ve sanatla dinin
zincirlerden kurtulması gibi caf-caflı ve yalancı sloganlarla dîne karşı savaş
veriyor.
Bilim, “sömürücü”lerin sömürülerine meşrûluk
kazandırmak için kullanılıyor. Bu yüzden sürekli yeni “teori”ler ortaya atarak
güncellemeler yapmak zorunda.
Bu-gün ilmin hedefini kapitâlizm veya siyâsetçiler tâyin
ediyor, âlimler değil. Günümüzün âlimi kapitâlizmin elinde bir araç olmuştur.
Misâl olarak kapitâlist "şu kimyasal maddeyi yap!" diyor, âlim de onu
yapıyor. Orta-çağ ile asrımız arasındaki belirgin fark, ilmin kilisenin emrinden
çıkarılıp, fabrikaların emrine girmesidir. Dün sloganı hakîkati keşfetmek idi,
bu-gün ise güç kazanmaktadır.
Arnold
Toynbee:
“Şu-anda
Hıristiyanlığın boşalttığı alanı bilimin doldurmaya başlamasıyla oluşmuş bir
zihin yapısı var” der.
Bilim, kilisenin hizmetinde olan
orta-çağlardan sonra bu-günün iddiasının tersine özgürleşmedi. Kilisenin
kaydından kurtuldu ve burjuvazinin kaydıyla gelişerek bu-günün egemeni durumuna
geldi. Eğer bilim-adına ahlâki değerlere muhâlefet edildiğini görüyorsak, bu
görülen, bilimin muhâlefeti değildir. Bu, bilim-putu içerisinde, altın dana
kıyâfeti içerisinde bağıran kuyumcu burjuvazinin Samiri ilmidir”.
Bir düşüncenin, bir teorinin, bir
önermenin doğru mu yanlış mı olup-olmadığı, sosyal sonuçlarına bakılarak
değerlendirilebilir ancak. Bu fikirler insanlarda fıtratlarıyla uyumlu olarak
iyi işler mi yaptırıyor; yoksa fıtratlarına aykırı olarak kötü işler mi
yaptırıyor. Son 150 yıllık insan davranışlarına ve düşüncelerine baktığımda,
hangi sonucun ortada olduğunu tartışmam bile. Bütün her şeyin sağlaması genel
durumun iyi-kötü sonucuna göre değerlendirilebilir ancak. Aslında bu sonucun
kritik konusu, bu fikirlerin âhirete atıf yapıp-yapmaması ile alâkalıdır.
İnsanların son 150 yılda ortaya attığı fikirlerden sonra insanlar maddi-manevi
olarak güllük-gülistanlık içinde mi yaşıyor; yoksa perişan bir hâlde mi? Evrim
Teorisinin sonucu ortada: “Sosyal Darwinizm”.. Bu vahye aykırıdır. Vahye aykırı
olanın doğru olma şansı yoktur. Tüm Dünyâ’yı ilgilendiren bu fikirlerin
toplumsal sonuçları olmayacak mı? Peki ne oldu? Hiç kimse “doğalcı yanlış”
saçmalığından bahsetmesin. Bilimsel teorilerin sosyal boyutlarının olması
kaçınılmazdır. Çünkü “sosyal-insan” tarafından ortaya atılmıştır.
Yaptığım bâzı tartışmalarda,
söylediklerimin “Yahudi-hristiyan”ların tahrif edilmiş metinlerden bir
etkilenme sonucu dile getirildiği suçlamasına maruz kaldım/kalıyorum. Oysa bu
konuyla ilgili mevcut bilimsel-görüşlerin de çok-çok daha fazla bir şekilde
aynı kültürün çocuklarından etkilenerek söylendiği hiç düşünülmüyor. Hâlbuki
benim görüşlerimde Kur’ân-merkezli bir düşünce hâkimdir. Mevcut bilimlerde ise
laik-seküler-kapitâlist-liberâl-materyâlist-ateist-hazcı-şüpheci ve birilerinin
emeğini çalarak zenginleşmiş Yahudi-hristiyan kültürlerin sözleri vardır.
“Sopa” kimin elindeyse teoriyi de o
yapar. 1.000 sene önce “sopa” Doğu’da olduğu için teorileri Müslümanlar
yapıyordu. Şimdi ise sopa batılıların elinde ve teorileri onlar yapıyorlar.
“Neden her şeyi batılılar yapıyor/buluyor” sorusunun cevabı budur. Fakat batı, teorileri/bilimi
Allah’sız/dinsiz/laik/seküler/kapitâlist/materyâlist bir
paradigmayla/bakış-açısıyla yaptığı için bilim/teorileri az-doğru yada yanlış
yargılara ulaşırken; Allah’lı/dinli bir paradigmayla, bakış-açısıyla
bilim/teori yapan Müslümanlar daha doğru yargılara varmışlardır.
Her kültür kendi gök-yüzüne bakar ve her
kültür kendi gök-yüzünü yaratır.
Düşüncelerine hangi felsefe hâkimse ona
göre bir yorum yaparlar, ona göre araştırma yaparlar. Etkisi altında
bulundukları düşünceye uygun olarak fikirler üretirler.
Seyyid Kutub:
“Her-hangi bir ilim, Allah’a giden yolu göstermiyorsa,
insanın bilmediğini insana öğretenin Allah’ın fazlı ve ihsânı olduğunu idrâk
ettiren bir esâsa dayanmıyorsa, o ilim hem sapıktır hem de saptırıcıdır. Bir
ilim, idrâke kudretini bahşeyleyenin Allah olduğunu, tabiat kânunlarının da
bunun emrine verdiğini anlatmıyorsa, kısaca gösterilen esaslara ve temellere
dayanmıyorsa, o ilim hem sapıktır hem de saptırıcıdır. İşte bu bilim Kur’ân
âyetlerinin amaçladığı ve övdüğü bir bilim değildir. Hâlbuki bâzı kimseler Kur’ân
naslarını/âyetlerini asıl amacından saptırıyorlar, böylece onu uygun olmayan
yerlerde kendileri için delil olarak gösteriyorlar” der.
Bu
teori laik-seküler-kapitâlist-neo-liberâlist bir düşünce sistemine sâhip olan bir
kültür tarafından dile getirildiği için kabûl ediliyor. Eğer aynı teoriyi İslâm
toplumuna mensup biri söyleseydi kabûl edilmediği gibi bir de alay-konusu
olurdu. Batı-düşüncesi karşısında oluşan bir komplekstir bu.
“Big-Bang Teorisi Allah’ın varlığını
gösteriyor” deniyor. Eğer öyle olsaydı herkesin Allah’a inanıyor olması
gerekirdi. Big-Bang’e inandığı hâlde Allah’a inanmayanlar da var. Allah’ın
varlığı için ilk-önce fideist bir yaklaşımla davranmak gerekir. Yâni îman
ön-kabûlüyle. Allah’a “ilk-îman” maddenin konusu değil, îmanın konusudur çünkü.
Melekler madde yokken de Allah’a can-ı gönülden inanıyorlardı. Lâkin, maddenin
hâllerini araştırmak bu îmanı pekiştirebilir, mutmainliği arttırabilir. Fakat
“îman” olmadan sırf maddesel süreçleri incelemekle “gerçek îman”a ulaşılamaz.
Apriori/fıtri olarak bizde bulunan îman-etme potansiyeli her insanda zâten
vardır. Evet; Allah’ın varlığını ispatlamaya kâinâtın tümü yetmez. Aksi hâlde
(hâşa) Allah “madde”nin yanında nesne durumunda kalır. Çünkü açıklayan açıklanandan
üstündür.
Bozuk düzenlerine ilâhi bir kutsallık
vermek istiyorlar. Bunun için de sözde “Allah’ı ispatladığı” (hâşa) söylenen bu
gibi düzmece teoriler kurup onu yaymak sûretiyle şeytânî düzenlerini
meşrulaştırmış oluyorlar. Böylece bu çirkef düzen “câhiller” tarafından “ilâhi
takdir” gibi görülüp benimseniyor. Artık bundan sonra da bilimsel bir
dünyâ-görüşü oluşuyor. Tabi bu durum hakim-sınıf için bal-kaymak oluyor.
“İnananlar”ın ağzına bir parmak bal
çalmaktır bu. Fakat alttan-alta neler alıp götürürler bir zaman sonra. Ali
Şeriati:
“Eğer “insani öz-bilinç” ve “toplumsal öz-bilinç” olmazsa,
teknik ne kadar ilerlerse-ilerlesin; insanın o kadar hızlı ve daha çok yok
olmasına araç olur” der.
Allah’ın varlığının delili bilim değil,
îmandır. Kozmolojik kanıta gerek yok.
Bu teori ve benzer
teoriler zihinleri Allah’sızlaştırıyor. Caner Taslaman bu konuda şöyle
diyor:
“Meselâ
karıncaların hayâtını ateist ve dindar bilim-adamlarının aynı-anda
incelemesinde sorun çıkmaz ama siz bütün bu süreçlerden bahsederken Allah’ı hiç
anmadığınız, Allah ile ilgili en küçük bir atıf yapmadığınız takdirde, zaman
içinde zihinler evrendeki oluşum süreçleriyle Allah arasındaki irtibâtı kuramaz
hâle geliyor. Yâni zihnin sekülerleşmesi söz-konusu oluyor. “tarafsızlık“ adı altında
seküler (burada siyâsetle ilgili bir anlamda kullanmıyorum bu kavramı) zihinler
inşâ ediliyor. Bir-çok insan günlük hayatta işini yaparken, evlenirken yahut
laboratuarda hücreyi incelerken Allah’ı düşünemiyorsa, bunda, pozitivist
felsefeyi benimseyenlerce oluşturulmuş eğitim sistemiyle inşâ edilen zihinlere
sâhip olunmasının mesûliyeti var. Allah sâdece Ramazan geldiğinde, bayram
namazında, câmiye gidildiğinde hatırlanır, onun dışında sanki seküler bir alana
çıkılır gibi Kur’ân’ın inşâ ettiği inanç sistemiyle alâkasız bir anlayış
yaygın. Oysa Kur’ân’ın inşâ ettiği zihinler için Allah hayâtın her alanında
vardır. Kur’ân öyle bir zihin inşâ ediyor ki, gözünüzü çevirdiğiniz her şeyde,
gökle yer arasındaki her varlıkta Allah’ın varlığıyla ilgili delilleri görüyor,
hissediyor, takdir ediyor, şükrediyorsunuz. Kur’ân var olan her şeyde Allah’ın
sanat ve kudretini görebilen bir zihni inşâ ederek, nerede olursanız-olun
Allah’ın varlığını hissetmenizi ve O’nu hayâtınızın her ânına dâhil etmenizi
sağlıyor. Dîne inansa da hayâtının bir-çok alanında dindar olamayan, ticârete
hile karıştıran, yoksula duyarsız kalan, dînin yönelttiği duygu inceliğinden
mahrum bulunan insanların böyle olmalarının önemli bir sebebinin, zihinlerin Kur’ânî
bir biçimde şekillenmemesi olduğu kanaatindeyim.
M.Zeki Kirmâni:
“Batıda boy veren disiplinler, Batının sömürgeci
etkilerinden ayrı düşünülemez” der.
“Onların,
Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş
yapmakta sanıyorlar” (Kehf 104).
Bâzıları iyi şeyler yaptıkların
sanıyorlar ama yaptıkları şeyler insanlara dert-tasa oluyor.
MANTIK
Lao-Tzu:
“Mantığı dayalı bilim, varlığın birliğini yok eder ve göreli kavramlara mutlak
değerler vererek kafa-karışıklığına yol açar” der
Bilimin
ilerlemesi sünnetullaha terstir. Çünkü Allah’ın yasası/kânunları olan
sünnetullahta değişiklik olmaz. “Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik
bulamazsın” (Ahzab 62). O
yasayı bir kere keşfettiğinizde, o yasa artık ebedî olur, hiç değişmez. O
yasaya göre ölçme/değerlendirme yapılır artık.
Arthur
Eddington, evren
hakkındaki bir teorinin, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış
bâzı deneylerle uyumsuz olsa bile doğru olma şansının bulunabileceğini; ama
entropi yasası ile çelişiyorsa hiçbir şansının olmadığını söyler. Big-Bang ise entropiyle aykırı olarak
ve çelişerek, bozulma göstermesi gerekirken düzelme göstermiştir.
Caner Taslaman:
“Bir teori belki diğer tüm teorilerle hattâ yasalarla bile
çelişebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla (entropi) asla çelişemez. Entropi
ile çelişen hiçbir teori kabûl edilemez” der.
Entropinin nedeni protonun yarılanma
ömrüdür. Entropiye göre protonun bu kadar zamandır (13,7 milyar yıldır)
bozunmuş olması gerekirdi.
Araştırmacı yansız olmalıdır derler.
İnsan nasıl mutlak-nötr olabilir ki? O yüzden mutlaka bir tarafa bağlı olmak
zorundadır insan. Fakat fıtratla/evrenle/insanla uyumlu olan Allah-merkezli
anlayış en doğrusudur ve en doğruya ulaştırır. Bu yüzden de düşünce-iş-eylem bu
merkezde olursa en doğruyu bulur.
“Hep felsefe ile zihin ile konuşuyorsun,
matematikten bahsetmiyorsun” deniyor. İyi de, bir-anda yaratılma matematik ile
açıklanamaz ki.
Caner Taslaman:
“Dinin içinde aklı aşan unsurlar vardır ama akla aykırı unsurlar
yoktur. Dinde bizim aklımızı aşan şeyler var, fakat aklımızı aşan hiçbir
noktada dîne îtiraz getirilemez. Dindeki aklı aşan hususlarda îtiraz
getirilebilmesi için dînin söylediği modelden daha tutarlı, daha rasyonel bir
model ileri sürülmesi lazım. Bu yapılamıyor” der.
Peygamberimiz çıksa gelse; dese ki “ne
kadar yanlış düşünüyorsunuz.. Bu konudaki (Evrim-Big-Bang) bilimsel
yargılarınız yanlıştır”, hemen “dindar”lar daha farklı bilimsel düşünceler
üretme yoluna girerler ve de üretirler. Ürettikleri de gâyet bilimsel olurdu.
Seyyid Kutub:
“Mü’min kâinât-varlık olgusunu anlama ve buna ilişkin
düşünce açısından da başkalarından üstündür, zîra İslâmiyetin ön-gördüğü
tek-Allah inancı bu büyük hakîkati kavramanın en kâmil biçimidir” der.
Bilimin gücü
madde ile sınırlıdır. Madde ise zâten sınırlıdır. O hâlde sınırlı bir alandır
bilim alanı. Maddenin bittiği yerde biter. Bu yüzden sâdece “nasıl” ile
ilgilenebilir. “Niçin”e giremez. Fakat, “niçin” bilinmeden, “nasıl” da doğru
olarak kavranamaz. Evreni “idrâk etmek” ve doğru
sonuçlara varabilmek için “nasıl” sorusunundan sonra “neden-niçin” sorularını
da sormak gerekir.
Caner Taslaman:
“Metodolojik natürâlizm, felsefî natürâlizmi kesin olarak
doğru kabûl ederek doğa-dışının var-olmadığı iddiasında bulunmasa da metot
olarak felsefî natürâlizmi doğruymuş gibi kabûl eder. Günümüzde bilime hâkim
olan paradigmanın metodunun bu olduğu söylenebilir; bu yüzden fizik ve biyoloji
kitaplarında Tanrı’ya atıf yapılmaz. Newton’un yazdığı bir kitabı, günümüzde
bir fizik öğretmeni ders kitabı olarak yazmış olsaydı; bu kitabın ders kitabı
olması her-halde yasaklanırdı. Hattâ Darwin’in en meşhur eseri olan ‘Türlerin
Kökeni’ni, bu-gün bir biyoloji öğretmeni yazmış olsaydı; her-halde bu kitaptaki
Yaratıcı’ya atıflar çıkartılmadan, bu kitap ders kitabı olarak okutulamazdı”
der.
Toplumun genel kabûlü bir bilginin sahih/doğru olduğu
anlamına gelmez. “İnsanların çoğunluğuna uyarsanız sizi yanlışa götürürler”
diyen Kur’ân’a göre belki de “herkesçe kabûl edilmiş” olması yanlış olduğunun
ispatıdır. Bu konuda Caner Taslaman şöyle der: “Her bilimsel çalışma bir
toplumda yapılır. Bu yüzden sosyolojik ortamdan bağımsız bir bilimsel çalışma
olamaz. Bilimsel çalışma yapılırken belirlenen ilkelerde de toplumun rolü
vardır. Çalışmaların kabûl edilip toplumsallaşmasında ise toplumun değerleri ve
menfaatleri ile toplumu yönlendiren siyâset gibi kurumların etkisi vardır. Tüm
bu unsurlar objektif bilgiye ulaşmak arzusunda olan bilimin önünde ciddî
engellerdir. Objektif bilgi; menfaatlere, mevcut siyâsete, kültüre veya peşînen
kabûl edilmiş ilkelere aykırı olabilir. Toplumdan soyutlanmış bilgi olamayacağı
için, elde edilen bilginin objektifliğini belirlemekte bir-çok defa önemli
zorluklar olmaktadır. Çünkü bu bilgiyi değerlendiren ‘biz’ de toplumun bir
parçası olarak; kabûl edilmiş ilkeler, toplumsal kurumlar ve kültürle
kuşatılmış bulunmaktayız. Tüm bunlar, objektif bilimsel bilgiye ulaşmanın
imkânsız olduğu anlamına gelmez. Paradigmanın, bilgiye ulaşma ve bilginin
kabûlünde zorlaştırıcı veya kolaylaştırıcı etkisi olduğunu, ele aldığımız bilginin
kabûl veya reddinin, bilginin doğruluk veya yanlışlığından bağımsız olarak
paradigmaya bağlı olabileceğini göz-önünde bulundurmalıyız. Bu ise bizi, bir
bilgiyi (veya teoriyi) değerlendirmek için, o bilginin ortaya konduğu
paradigmayı bilmemiz gerektiği sonucuna götürür.
Kâinâtın ancak sezgilerle
kavranabileceğini söylemekle berâber, modern bilimin bâzı değerlendirmelerine
katılmadan da edemeyiz. Seyyid Kutub’tan bir alıntı yaparak bu konuda şunları
söyleyebiliriz:
“İnsan kâinâtı ancak sezgileri ile doğru olarak
kavrayabilir. Çünkü insan-fıtratının kendisi de her zerresi bir plana göre
yaratılmış olan şu evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.
Öte-yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer-kürede
egemen olan uyumu, yüce Allah'ın plânı uyarınca bu gezegeni belirli bir
"hayat" türüne elverişli kılan şartlar arasındaki âhengi de
keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki oranlardan her-hangi birinin
bozulduğunu farz edelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer yada daha
baştan ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu yer-yuvarlağının hacmini, kütlesini,
Güneş’ten uzaklığını, Güneş’in ısı derecesini, Dünyâ ile ekseni arasındaki
eğimin açısal değerini, Dünyâ’nın kendi çevresindeki ve Güneş etrafındaki dönüş
hızını; ayın Dünyâ’dan uzaklığını, hacmini, kütlesini, Dünyâ üzerindeki
denizlerin ve karaların dağılımını bir-arada düşünelim. Bunlara burada
sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün bu olgular ve şartlar arasında ince
bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır. Eğer bu oranlardan bir teki
bile bozulsa bütün dengeler alt-üst olur ve bu dengesizlik, yer-yüzünde süren
"hayat" olayının sona ermesini kaçınılmaz kılar.
Yine modern bilim, hayâtı düzenleyen çok-sayıdaki faktörler
arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar arasında ve bu şartların kendileri
arasında vâr-olan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki, bu bilgiler, insanoğluna
yukarıdaki kısa âyetin vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir ölçüde kavrama
imkânı sağlamıştır”.
Tamamlanmamış bir yapı sınırlı bir
yapıdır. Sınırsızın sınırlı bir yaratılış yapması düşünülemez.
Evren simbiyotik evrendir. Diğeri olmadan
yapamaz. Kaos başlar.
BİLİM-ADAMLARINDAN
ve FİLOFOZLARDAN SÖZLER
Copleston:
“Olguların bireysel açıklamaları evreni anlamak için yeterli
değildir. Yeterli bir açıklama her şeyi bütünüyle kapsayan, kendine daha fazla
bir şey eklenemeyen açıklamadır. Öyle bir açıklamayı bilimden değil, “teoloji”
dediğimiz dinsel meta-fizikten bekleyebiliriz ancak. Bilimler, tek-tek ya da
topluca alınsın, gerçekliğin özelliklerini belli yönlerden incelemenin ötesine
geçemez. Bilimsel yöntemin etkinlik alanı sınırlıdır; “gerçeklik”e ilişkin kimi
yaşamsal sorunlar bu alanın dışındadır. Örneğin insana ilişkin bilimleri
alalım; Psikoloji, davranışlarımızı, “ruhsal” denen süreçleri inceler. Anatomi,
fizyoloji, biyo-kimya, vb. çalışmaların konusu organizmanın yapı ve işleyişine
ilişkindir. Antropoloji, sosyoloji ve sosyâl-psikoloji insanî inançları, töre,
gelenek ve alışkanlıkları; yaşam ve uğraş biçimleriyle ele alır. Bu çalışmaları
birlikte alsak bile, insanı “gerçek niteliği”ne inerek tüketici bir
çözümlemeden geçirdiğimizi söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz, çünkü insanın
bilimsel yöntemle erişilemeyen bir öz-niteliği, bir varlık ve anlam sorunu
kalmaktadır. İşte bu özde saklı kalan şeye ancak Tanrı kavramına baş-vurarak
açıklık getirilebilir. Bizim Dünyâ dediğimiz varlığın, Tanrı ile ilişkisi
kurulmadıkça, kendi içinde ne anlamı, ne de anlaşılır niteliği vardır.” der
Feyerabend,
“Bilim de tüm diğer arayışlar gibi gelişi-güzel, üstün-körü
ve temelde irrasyoneldir; ne dayandığı varsayım veya ilkeler, ne de ulaştığı
sonuçlar bakımından ona üstünlük ya da ayrıcalık sağlayan bir özelliği yoktur.
Özellikle kuramsal düzeyde bilim, mistik düşünce ölçüsünde özneldir;
ideolojiler gibi bağnaz, onlar ölçüsünde totaliter olmaya yöneliktir. Kilisenin
Orta-çağdaki baskı ve egemenliğini çağımızda bilim kurmuştur.” der.
Teoman Duralı:
“Bilim çok aldatıcı bir durumdadır. Dışarıdan bakan
insanlar, doğrudan-doğruya bilimin içinde olmayanlar, bilimin her şeye cevap
getirebileceğine inanmaktadırlar; bir çeşit ilâhî, mûcizevî bir hâdise gibi.
Hâlbuki bilimde deneme ve yanılmanın sonucunda bir-takım sonuçlara ulaşılır ve
deneme-yanılmayla sonuçlara ulaştığınızda iş işden geçmiş olur” diyor.
Karl Jaspers:
“İnsanı kendine yabancılaştıran bilim dışlanmalıdır”.
Don Page:
“Şu-ana kadar bilinen hiçbir mekanizma evrenin tesâdüfi
bir olayla başlamasına ve şu-anki yüksek düzeyine gelmesine izin vermez”.
Georges Politzer:
“Evren
yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı
tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan varedilmiş olması
gerekirdi”.
Hoimar Von Ditfurth:
“Bu noktadan önce ve onun başlangıcında neyin bulunduğunu
bilmemiz olanaksız. Bu alan bilime kapalı. Niçin bir başlangıç olmuş olduğu
sorusu da yanıtı verilemez bir soru. (Dinsiz verilemez. H.G.) Ayrıca bu
başlangıç maddesinin ilk yapısının nereden kaynaklandığı, nasıl bir özellik
gösterdiği, hidrojen dediğimiz bu ilk maddenin neyin ürünü olduğu türünden sorular
da, bu sırlar-alanının içinde kalmaktadır. Eğer doğanın derinliklerinde
gerçekleşen işlerin kompleksliği, Dünyâ’nın en zeki beyinleri tarafından bile
zor anlaşılıyorsa, bu işlerin sâdece birer kazâ, birer kör tesâdüf eseri
olduğunu nasıl düşünebiliriz?
Thomas S. Kuhn;
“Bilimsel bilgi, onu üreten kişilerin inanç ve
tercihlerinden soyutlanamaz. Bilimsel bilginin ilerlemesinde ve bilimsel
buluşlarda evrensel ve akılcı bir mantık aramak yersizdir; bilimin ilerlemesi,
bilim yapanların psikolojik ve sosyolojik tercihlerine bağlıdır. Bir-dönemdeki
bilimsel faaliyet; inançları, kuralları, değerleri, kavramsal ve deneysel
araçları ile bir çevre, bir yaklaşım (paradigma) oluşturur. Sosyâl-psikolojik
süreçte ortaya çıkan bu paradigma, sistemini tamamladığı zaman dogmatik ve
baskıcı olur. Her problemi kendi zihniyet ve yöntemine göre çözmek ister.
(bu-gün pozitif bilim paradigmasının yaptığı gibi). Ancak çözemediği problemler
artar, aykırılıklar çok çetin ve derin olunca, yeni kuram arayışları başlar.
Bilimin ilerlemesi, paradigmalar ve yenilikler arasındaki diyalektik sürtüşme
ve çatışmalarla olur”.
Caner Taslaman:
“Bilimsel fikirleri ortaya atanlar toplumdan yalıtılmış
bireyler değildir, bilimsel aktiviteler de toplumun dışında yapılmazlar. Demek
ki bilimin sosyolojik ortamla bir etkileşimi vardır; bu etkileşimin bilimin
objektif olma ideâline zarar verebilecek olması ihtimâli bu gerçekliği
değiştirmez”.
Bernal:
“19. yüzyılda
geliştirilen bilimsel yöntemler sâdece hakîkati gizlemeye hizmet etmişlerdir”
der.
Max
Planck:
“Şu günlerde kimse
tarafından yadsınmamış bir bilimsel belit bulmak güç. Aynı-zamanda, bilim adına
öne sürülebilecek her-hangi bir saçma-sapan teorinin şurada ya da burada
inananlar ya da taraftarlar bulacağı kesin gibidir”.
Michael Rivero:
“Tabî ki Big-Bang'in meydana gelemeyeceği
türündeki fikirler, “Dünyâ’nın her-şeyin merkezi olmadığı” fikrinin
karşılaştığı tepki ile karşılaştı. Temel kabûlün sorgulanması yerine, çabalar,
mevcut teorinin yeni verileri açıklamasını sağlayacak şekilde geliştirilmesi
yönünde harcandı. Zamânın ilk bir-kaç mili-sâniyesinde temel
fizik-prensiplerinin neden farklı davrandığını açıklamaya yönelik karmaşık bir
kozmoloji teorisi ortaya çıktı. Teorinin matematiği gerçekten etkileyici idi,
fakat aslında sâdece “kurallara uyulmasını istemediğimiz yerde kurallara
uyulmadı” ifâdesinin kibar şeklinden ibâretti”.
Roger Lewin:
“Kuramsal ön-yargıların, kanıtların
yorumlanışına tüm bilim-dallarında gölge düşürebilir, buna özellikle
paleoantropoloji alanında sıklıkla tanık oluyoruz.
Ronald Brady:
“Açıklamamızı, açıklanması gerekli durumun tanımına
dönüştürdüğümüzde, bilimsel bir hipotezden ziyâde bir inancı ifâde etmiş
oluruz. Açıklamamızın doğruluğuna o kadar kanaat getirmişizdir ki, tanımımızı,
açıklanması gerekli durumdan ayırmaya gerek bile görmeyiz. Bu tarzdaki dogmatik
yaklaşımlar bilim alanından uzaklaştırılmalıdır”.
Wittgenstein;
“Her söylem bir yaşam-biçimidir. Dil bir duyum ortaklığına
ihtiyaç duyar. Dil-ortaklığı sâdece duyum düzeyinde değil, kullanma düzeyinde
de vardır. Farklı zaman ve çevre şartlarında bu ortaklık değişince, dil ve onun
mantık yapısı da değişir. Bunlar değişince kişinin çevreye bakması,
değerlendirmesi ve bilimsel faaliyetleri de değişir”.
Aziz İrenaeus,
“Tanrı Dünyâyı gnostiklerin (Anaksogoras, Empodekles,
Aristo, Eflatun’dan hareketle) iddia ettikleri gibi ezeli olan maddeye şekil
vermekle değil, yoktan yaratmıştır. Kaderi-mutlak olan tanrı her şeyi kendi
kelâmıyla hiçlikten çıkarmıştır. İnsan bir şeyi meydana getireceği zaman mevcut
maddeyi kullanır, tanrıysa önceden varolmayan maddeyi yaratır”.
Gosse:
“Tanrı evreni yarattığında her şeyi sanki çok eskiymiş
gibi düzenlemiştir”. Allah
yaratamanın her türünü bilir. Eşyanın sanki eskiymiş gibi yaratılması, o
şeylerin insanlığın hizmetine uygun duruma sokulmasının bir gereğidir. Bu
“eski”liğe biraz da Nuh-Tûfânı sebep olmuştur. Suyun oksidizesi yüzünden.
Georges Cuvier gibi ünlü bilim-insanları,
fosil ve yer-bilim incelemelerinin sonucunda yer-yüzünün âni-yıkımlar
(catastrophe) geçirdiğini savunmaya başladılar. Cuvier, fosillerdeki büyük
kesintilerin sel gibi büyük afetlerle açıklanabileceğini düşündü. Kitabı
Mukaddes’in bu şekilde yorumuna, uzun zaman-diliminde yaratılışı kabûl eden
Cuvier’in muhâlifi Lyell’in de bir îtirazı yoktu, Darwin de bu yorumun aynısını
‘Beagle Yolculuğunda’ adlı kitabında savundu.
Karl Popper:
“Bilimde doğruluğun ölçütü, her-hangi bir önermenin
yanlışlanamaz olmasıdır. Bir hipotez yanlışlanamadığı sürece doğrudur. Sınama
ve deney doğrulama üzerine değil yanlışlama üzerine kurulur”.
Enis Doko:
“Bilim târihinde testlere tâbi tutulduktan sonra
yanlışlanmış bir-çok iddia vardır”.
Parmenides:
“Var olan her şey orijinâl varlıktır. Başka bir
şeyden dönüşmemiştir”.
Steven Weinberg:
“İnsan yaşamı, ilk üç dakikaya kadar geri giden bir
rastlantılar zincirinin az-çok saçma bir sonucu olamaz; ancak, şöyle ya da
böyle, daha başlangıçtan işin içine konulmuşuzdur”.
Kant:
“İnsan zihni kendi kategorilerini dış Dünyâ’ya
dayatır. Uzay ve zaman sezgileri deneyden değil, akıldan gelir”.
Pisagor:
“Evren sayıların uyumudur”.
Jean Staune:
“Kuantum teorisiyle ortaya çıkan tablo, bilimin
tek-başına bizi gerçekliğe ulaştıramayacağını gösterdi”.
Thomas Kuhn;
“Fiziğin ve diğer doğa-bilimlerinin belirli bir paradigma içinde
üretildiğini ve belirli bir paradigma içinde üretilen bilgilerin ancak o
paradigma içinde değerlendirilebileceğini, dolayısıyla bilimsel bir bilginin
evrensel bir gerçekliği olduğunun iddia edilemeyeceğini ifâde etmiştir. Yâni
bilimsel bilgilerin çok büyük bir kısmı evrensel değildir. Hakîkat tektir,
bireye, kültüre veya paradigmaya göre değişmez. Belki gerçekler birden fazla
olabilir ama hakîkat tektir.
Caner Taslaman:
“Bizce, bilimsel teorilerimiz “kendi içinde
evren” hakkında bilgiler sunarlar, ama bu sunum eksiktir ve her zamanda eksik
kalmaya mahkûmdur”.
Blaise Pascal:
“Matematiğin de içinden çıkamayacağı sorunlar
vardır, bunlar ancak içsel olarak çözülebilir” .
Einstein:
“Matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği
yansıttığında kesin değildir. Matematikçiler, Görelilik Kuramı’na el attıktan
sonra, ben kendi kuramımı tanıyamaz hâle geldim” der.
Einstein:
“Uzay insanoğlu için çok karmaşıktır. Uzayda insan kocaman
bir kütüphânedeki minicik bir çocuğa benzer, çocuk oradaki kitapların yazıldığı
bin-bir çeşit dili anlamaz, nasıl yazıldığını da anlamaz, dikkatini çeken şey o
kitapların karmaşık dizilişindeki âhenktir ve insan-oğlu da uzayın âhengini
çözmeye çalışabilir ancak” der.
Nazzam; “kümûn” ve “burûz” dediği bir
kuram geliştirmiştir. Buna göre; doğada meydana gelen her şey gizil olanın
ortaya çıkmasıdır; ki o gizil olanda, olmuş ve olacak olan her-şey mevcuttur.
Gizil olandan açığa çıkmaktadır her şey. Buna göre her-şeyin meydana gelişi de
bir-anda ve birden-bire olmuştur. Olaylar, meydana gelen şeyler bu birden-bire
meydana gelmiş olanın perdelerinin kalkmasıdır.
Ünlü zihin felsefecisi Searle, maddeci
geleneğin (bir-çok açıdan Searle’ün kendisi de bu geleneğin içinde olmasına
rağmen) ‘bilim’ ile özdeşleştirilmesinin yol açtığı hatâlardan yakınarak şöyle
demektedir:
“Çağdaş zihin felsefesinde, târihsel gelenek, yanlışlığı
çok açık olan hipotezleri kabûl edilebilir gösteren bir yöntem ve bir kelime
hazinesi sunarak deneyimlerimizin apaçık olgularına karşı bizi kör ediyor”.
Bilimsel realizmi savunan bir-çok kişi de
bilimsel teorilerin hatâlı bir şekilde tasarlanabileceğini kabûl
etmişlerdir.
Peki siz hiç Büyük Patlama Teorisi’ne
yanlışlanabilir diyeni duydunuz mu? Tabî ki bir zaman gelir, “yanlıştır” diyen
de çıkar.
Yunus
Çengel:
“Parçacık fiziği
teorileri, evrenin ilk oluşum aşamalarında madde ve karşı-maddenin aynı
miktarda olmasını gerektirir. Ama bugün karşı-madde yok denecek kadar azdır ve
bu madde-karşı-madde dengesizliği bir muamma olmaya devam etmektedir.
Evrendeki tüm maddenin
%80’i karanlık maddedir ve karanlık maddenin en muhtemel temel yapı-taşı adayı
evreni dolduran gölgemsi madde parçacığı olan nötrinodur. Yâni içinde
yaşadığımız evrenin büyük kısmı fizîken değil “ilmen” mevcuttur. Ayrıca, zaman
ve mekân madde yüzünden vardır. Yoksa madde, zaman ve mekânda var olan bir şey
değildir.
İlmin önemli bir kaynağı
da kâlbe doğan ilhamdır. Ön-sezi, 6. his, ve iç-güdü ilmin akıl yerine kâlbe
yansımalarıdır. Bir şeyi anlamak, ancak onun maddesiyle berâber mânâsını da
anlamakla mümkündür. Günümüz bilim-Dünyâsının da ciddî bir saplantısı, her-şeyin
kaynağının madde veya onun eş-değeri enerji olduğu ön-kabulüdür. Bu da bilimde
tıkanmalara ve çıkmazlara yol açmaktadır.
Bilim Dünyâsı, bu tür
yaklaşımlara alışkanlıkların getirdiği ön-yargı ile değil, açık yüreklilikle ve
objektif olarak bakmalıdır. Unutulmamalıdır ki bilim târihinde en büyük
açılımlar, en “uçuk” fikirlerden çıkmıştır. Bilim târihine bakıldığında,
bilim-dünyâsındaki en büyük açılımların “alışılmışın dışında” yaklaşımların
sonunda gerçekleştiğini görürüz. Einstein’in bir asır evvel klâsik mekaniğin
katı kurallarından sıyrılıp izâfiyet teorisini kurması gibi” der.
Levi-Strauss:
“Herkesin bir şeyi doğru kabûl etmesi, onu doğru
yapmaz. Dünyâ’da dâima karşıt fikirlere ihtiyaç vardır”.
C. D. Darlington:
“Bize insanoğlunun sanatı kademe-kademe geliştirdiği ve
sonunda târihin ışığında ortaya çıktığı anlatıldı. Bu "YAVAŞ-YAVAŞ"
ve "ADIM-ADIM" gibi insanın beynini uyuşturmak için kullanılan
kelimeler sürekli olarak tekrarlandılar. Amaç büyük bir bilgisizliği örtmekti.
Biri şu soruyu sormalıydı: Hangi kademeler? Ancak bu soruyu soran kişi de
verilen yavan cevaplarla uyuşturuldu ve vaz-geçti. Çünkü hiç kimse medeniyetin
bir-anda oluştuğunu düşünmek bile istemiyordu”.
Caner Taslaman:
“Doğa yasaları, ‘kendi içinde evreni’ kısmen
temsil ederler; doğa yasaları gerçeğe bir yakınlaşmadır, ama tam olarak
gerçeğin resmini vermezler”.
Niels Bohr:
“Bu-günün bilimi yarının mitosudur” der.
Yanlışlama (falsification) metodunu
felsefesinin temeli yapmış olan düşünür Karl R. Popper’dir. Buna göre,
bilimlerin önermelerinin sağlamlığı “doğrulama” metodu ile değil, “yanlışlama”
metodu ile bulunabilir. Tüm önermeler yanlışlamaya tabi-tutulmalı,
yanlışlanabilen önermeler elenmeli, yanlışlanamayan bilimsel önermeler kabûl
edilmelidir. Bilimsel bilgi, doğruların biriktirilmesi ile değil, yanlışların
ayıklanması ile ilerleyebilir. Yoksa tüme-varımcı bir yaklaşımla ortaya atılan
ve dâima çürütülebilir olan bir-takım hipotezler zamanla bilim olur çıkar.
ÂLİMLER NE DİYOR
İbn-i
Teymiye:
“Duyu organları ve
tecrübelerle öğrenilen bilgiler “külli”-“gene” olamazlar” der.
Şehit Seyyid Kutub,
Fizilâl-il Kur’ân’da, ilim ve mâhiyeti hakkında bakın nasıl bilgiler veriyor ve
yorumlar yapıyor:
“Amerikalı çağdaş bir bilgin, "bilim"in ulaştığı
"gerçek"lerden, özetle şöyle söz etmektedir:
"Bilimler
deneyle saptanmış gerçeklerdir. Bununla berâber; değerlendirmesinde,
nitelendirme ve sonuçlandırmasında titizlikten uzak olduğu oranda insanın hayâl
ve kuruntularından etkilenir. Bilimsel sonuçlar bu sınırlar içinde kabûl
görmektedir. Oysa bu hâliyle nitelendirme ve bilgi açısından sayıların alanıyla
sınırlanmış oluyor. İhtimâllerle başlayıp, ihtimâllerle sonuçlanıyor. Hiç-bir
zaman kesinlik ifâde etmemiş oluyor. Dolayısıyla bilimsel sonuçlar yaklaşık
sonuçlardır. Her-zaman için ölçü ve yaklaşımlarda bir çabanın ürünü sonuçlar
da, olabilen muhtemel yanlışlıklara açıktır. Ekleme ya da çıkarma şeklinde
değişime uğrayabilirler. Bu yüzden nihaî gerçekler değildirler. Tabiat
kanunlarından birini ortaya çıkaran ya da bir teori ortaya atan bir bilginin
şöyle dediğini görebiliyoruz: "Bu, şu-ana kadar elde ettiğimiz
sonuçlardır." Böylece ilerde olabilecek değişikliklere kapıyı açık
bırakıyor."
Bu sözler,
bilimin ulaştığı ve ulaşabileceği tüm sonuçların gerçek mâhiyetini
özetlemektedir. "İnsan" sınırlı yöntemleri, hattâ öncesizlik ve
sonrasızlığa oranla sınırlı olan varlığıyla, bu sonuçlara ulaşmaya
çabaladığından, kaçınılmaz olarak varılan bu sonuçlar, insanın mührünü
taşıyacaktır. Bunun sonucu olarak da kısa süreli olmak, yanlış ve doğruya ve
iptal edilip değiştirilmeye açık olmak gibi insanınkine benzer özelliklere açık
olacaktır.
Bununla
berâber, insanın her-hangi bir sonuca varmak için baş-vurduğu yöntemler, deney
ve karşılaştırmadır. İnsan önce deneye başvuruyor. Sonra da deneyle ulaştığı bu
sonucu karşılaştırma yoluyla genelleştiriyor. Oysa bilim ve bilim-adamlarının
itiraflarıyla; karşılaştırma, tahmîni sonuçlara ulaştıran bir yöntemdir. Hiçbir
zaman kesin ve nihaî sonuçlara götürmesi düşünülemez. Diğer yöntem ise, insan
için o kadar kolay bir yöntem değildir. Sâdece kesin sonuçlara ulaştıran
yöntemlerden bir tanesidir. Allah'ın insanlara yönelik yol göstericiliği ve
açıklaması olmazsa, insanı kesin, gerçek ve tartışmasız sonuca ulaştıran bir
yol olma vasfını koruyamaz. Bu nedenle, Allah'ın bildirdiklerinin dışında
insanın tüm bilgisi, hiç-bir zaman kesinlik kazanmayan zanna dayalı bir bilgi
olarak kalacaktır.
Bununla berâber insan, ulaştığı bu zanna dayalı bilgilerinin
ötesinde çepeçevre bir "gayb" atmosferiyle kuşatılmıştır.
Çevresindeki
bu evren... Evet, insan halâ çevresindeki bu evrenin kaynağı, oluşumu,
mâhiyeti, hareketleri; "zaman" ve mâhiyeti, "mekân" ve onun
"zaman"la olan ilgisi ve evrende yer alan her şeyin "zaman"
ve "mekân"la olan ilişkisi hakkında varsayımlar ve kuramlar
geliştirip durmaktadır.
Şâyet evren
"fikir" ve genel anlamda "enerji"nin mâhiyetinden farklı
bir mâhiyete sâhipse, nedir hayat? Kaynağı nedir? Nasıl oluşmuştur? Ne tür bir
mâhiyete sâhiptir? Hareket çizgisi nasıldır? Kendisini etkileyen unsurlar
nelerdir? Şu “maddi” varlıkla ne tür bir ilişkisi vardır?
“İnsanın
kendisi nedir? Onu “madde”den farklı kılan nedir? Geri kalan canlılardan ne
gibi bir ayrıcalığa sâhiptir? Şu yer-yüzüne nasıl gelmiştir ve ona nasıl egemen
olmuştur? Kendisine bir ayrıcalık kazandıran ve onun sâyesinde başka şeyler
üzerinde tasarruf yetkisine sâhip olduğu “akıl” nedir? Öldükten ve yok olduktan
sonra ne olacaktır?
Bizzat insanın bünyesinde her-an olup-biten analizler ve
bileşimler neyin nesidir ve nasıl meydana geliyor?
Tüm bunlar
“gayb”ın alanıdır. Bilim ise kenarında durmaktadır. Zan ve tercih yoluyla da
olsa, kimi zaman içine dalacak gibi oluyor sâdece. Her ne kadar ileri sürülen
görüşler, varsayım ve ihtimâllerden öteye geçmiyorsa da.
Bu çağda
çok azı dışında bilimin bizzat ilgilenmediği ilâhlık gerçeği, melek, cin ve
Allah'tan başka kimsenin bilmediği yaratıklara ilişkin gerçekleri, ölüm,
âhiret, hesap ve ceza konusundaki gerçekleri bir kenara bıraksak... Evet bir-an
için tüm bunları bir kenara bıraksak bile yakınımızdaki “gayb” yeterlidir. Bu
gayb karşısında bilim, teslim olmuş bir tavır takınmaktadır. Demagojiyi
bilgiye, büyüklenmeyi samîmiyete yeğleyenlerden başkası bu tavrı takınmaktan
kaçınmaz”.
Kur’ân’ın doğruluğu ile,
bilimsel doğruların! karşılaştırması hakkında ise şunları söylüyor…
"Bilimsel"
denen teorileri Kur’ân'ın âyetlerini doğrulamak için kanıt olarak kullanmamız
doğru değildir. Hatta âyetlerin zorlamasız anlamları ile bu teoriler uyuşsa;
bağdaşsa da bu doğrulama girişimi yine de yanlıştır. Çünkü "bilimsel"
teoriler sürekli değişme, baş-aşağı dönmeye açıktırlar. Bilginler ne zaman yeni
bir “hipotez” bulurlar da bu yeni hipotezin evrensel olguları açıklamada eski
teorinin dayanağı olan hipotezden daha yararlı olduğu kanısına varırlarsa,
ön-sezileri ile bu sonuca ulaşırlarsa eldeki teorileri bir kenara bırakırlar.
Oysa Kur’ân
âyetleri özleri îtibarı ile doğrudurlar. Onların anlattıkları gerçeğe ilmi
araştırmalar ister ermiş olsunlar, ister ermemiş olsunlar fark-etmez. Ayrıca
bilimsel gerçek ile bilimsel teori arasında da fark vardır. Bilimsel gerçek,
her zaman için ihtimâlî bir nitelik taşır, kesinlik ifâde etmez, ama denenmeye
dâima açıktır. Oysa bilimsel teori, bir yada bir-kaç evrensel olguyu açıklayan
bir hipoteze dayanır ve bu hipotez değişmeye, başkasına yerini bırakmaya,
baş-aşağı dönmeye her zaman için açıktır. Bundan dolayı ne Kur’ân, hipoteze
dayandırılabilir ve ne de Kur’ân'ın âyetlerine dayalı hipotezler ortaya
atılabilir. Hipotezin yolu, Kur’ân'ın yolundan, onun yararlılık alanı, Kur’ân'ın
etki alanından başkadır.
Kur’ân'ın
âyetleri konusunda "bilimsel" teorilerin onayını aramak psikolojik
bir bozgundur. Kur’ân'a yönelik îmanın, içinde ne varsa hepsinin doğru
olduğuna, her işi yerinde ve her-şeyden haberdar olan Allah tarafından
gönderildiğine ilişkin kesin inancın ciddiyetinden şüphe ettirir. Bu psikolojik
bozgun "bilim" tarafından baştan çıkarılmanın, ona doğal alanı aşacak
oranda büyük yetki tanımanın sonucudur. Oysa bilime, ancak kendi alanında
güvenilebilir, ancak bu alandaki sözleri onaylanabilir. Buna göre kim Kur’ân'ı
"bilim"le bağdaştırmak yolu ile bu yüce kitaba ve bu inanç sistemine
hizmet ettiğini ve îmanı pekiştirdiğini sanıyorsa, bu tür bir psikolojik
bozgunun vicdânındaki ayak seslerini farketmelidir. Pekişmek, yerine oturmak
için insan-kaynaklı bilimin söyleyeceği sözü bekleyen îman, gözden geçirilmesi
gereken bir îmandır. Kur’ân, asıldır. Bilimsel teoriler ister ona uyarlar,
ister ters düşerler, fark-etmez”.
Seyyid Kutub, vahyin ve
insan/beşer’in anlayış karşılaştırmalarını şöyle yapıyor…
“Kur’ân'ın
sunuş metodu her şeyden önce, "hakîkati gerçek âlemde bütün açılarıyla,
bütün yönleriyle ve bütün ilişkileri ve bütün gereklilikleriyle takdim etmesi
sebepiyle diğer metodlardan üstün ve farklıdır. (İnsanın anlatım gücü ise bu
seviyeye varamaz. Çünkü her yazar belli bir seviyedeki insanlara hitâb eder. Bu
seviyenin dışındakiler ise hemen-hemen onu anlayamazlar) Metod, bu kapsamıyla
hakîkati zorlaştırmaz ve etrafını sis ile kapatmaz. Tam-tersine onu insan
varlığının bütün düzeylerine anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet olsun diye,
bu düşüncenin esaslarını belli bir ilmî seviye kaydına bağlamamıştır. Çünkü
inanç, insan hayâtının baş-ihtiyâcıdır. Akıl ve kâlplerinde kurulacak düşünce,
onların varlık âlemiyle ilgi alanını belirleyecektir. Aynı-zamanda, her-hangi
bir ilmi elde etmenin yolunu belirleyecektir. Bu sebeple Allah bu inancı
anlamayı, her-hangi bir ön-bilgiye veya başka bir sebebe bağlı kılmamıştır.
Allah, inançtan oluşacak düşüncenin, beşerin ilim ve bilgisini desteklemesini
ve kemâle erdirmesini istemektedir. Bu inancın, çevrelerindeki kâinâtı düşünme
ve açıklama rehberi olmasıyla birlikte; ilimlerinin ve bilgilerinin kendisinden
başka hak ve kesin bilginin bulunmadığı gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını
istemektedir. Bundan dolayı yüce Allah, inançtan kaynaklanan düşüncenin,
beşeriyetin ilim ve bilgi kaynağı olmasını istemektedir.
İnsanın bu
kaynağın dışında elde ettiği ve ulaştığı her sonuç ve her şey zannî bir bilgi
ve kesin olmayan ihtimâlli sonuçlardır. Hattâ deneysel bilim de buna dâhildir.
Çünkü deneysel bilimin metodu kıyastır. Araştırma ve inceleme tümden-gelim
(dedüksiyon) ve tüme-varım (endüksiyon) yöntemleri araştırması ve incelemesi
kolay değildir. Beşerin elde ettiği sonuç ve hükümlerin doğru kabûl edilmesi
hâlinde durum budur. İlmin en yüksek mertebesi, bir-çok deneyden sonra elde
edeceği netîceler üzerinde kıyaslama yapmaktır. İlmin kendisi de, bunun gibi
kıyaslardan elde edilen bulguların kesin olmadığını ve zannî olduğunu kabûl
etmektedir. Üstelik her deney başlı-başına ihtimâllerden birinin tercih
edilmesi esasına dayanır. Yâni kesin ve tartışmasız değildir. İnsanın
elde edebileceği tek kesin ilim, her şeyi çok iyi bilen ve her şeyden haberdar
olan bilgi ve haber sâhibinden gelen ilimdir. O'nun zikrettiği her şey
haktır ve O, her şeyde hüküm verenlerin en üstünüdür. (Bu nedenle Kur’ân
metodunun sunduğu bu gerçeği insanın bünyesi kabûl eder, onun bir ayrıcalığı
olduğunu hisseder. Diğer kaynaklardan aldığı hiçbir anlatımda böylesine bir
ağırlıkla karşılaşmaz. Bu da, konuları ele alış yönünden de mûcize olan Kur’ân'ın
sırlarından biridir.)
Bütün ilmi
araştırmalar, felsefî düşünceler ve sanatsal ilhamlarda karşılaşılan kopukluk,
dağınıklık ve bunlar eksikliklerden münezzeh olmadığı için, Kur’ânî metod
diğerlerinden farklı ve üstündür. Beşeri metodların yaptığı gibi güzel ve
uyumlu olan bütününün bir yönünü alıp, diğerlerinden ayırmaz. Dünyâ âlemini
âhiret âlemine bağlayan bir akış içinde, bütünün her yönünü birden gözler-önüne
serer. Bu akış içinde kâinât, insan ve hayat gerçekleri, ilâhi gerçek ile
bütünleşir. Yer-yüzündeki insan hayâtı, rakîbi veya taklidi mümkün olmayan bir
üslup içinde yaşayarak yücelikler âlemindeki hayatla birleşir. Beşerî metodlar
bu konuları taklit etmeye çabaladığında gerçekler karışık, meçhul, anlaşılmaz
ve dağınık olarak görünür. Bunlarda üslup, açık ve belirgin olmadığı gibi, Kur’ânî
metodda olduğu gibi düzenli de değildir.
Aliya İzzetbegoviç:
“Modern insanın dar-kafalılığı en fazla, “her şeyin
anlaşılabilir olduğu” kanaâtinde kendini gösteriyor. Akıllılığı, bilgisi ve
bilgi olarak telâkki ettiği bilgisizliğinin bir toplamıdır. En büyük sır
karşısında bile kendini-beğenmiş ve mağrur davranıyor. O, muammayı görmez. Oysa,
asıl burada bilgisizliliğinin ve peşin hükümlerinin ne derece müthiş olduğu
belli olur. Kırlangıçlar sonbaharda Avrupa’dan Afrika’nın uzak bölgelerine göç
ederler ve ilkbaharda döndüklerinde bırakmış oldukları yuvaları tekrar
bulurlar. Göç etmelerinin lâzım olduğunu ve hareket zamânını nasıl biliyorlar?
...“İç-güdü sâyesinde”. …Kabahat bu boş cevapta değildir. Kabahat, karşımızdaki
adamın hiç olmazsa bir cevap verdiğini zannetmesinde, başka bir ifâde ile,
araştırmaların ve hakîkati bulmanın birinci şartı olan muammayı
reddetmesindendir. Genel görelilik teorisini, başkalarına her şeyin açık olduğu
bir sahada Einstein’ın muamma görmüş olması gerçeğine borçluyuz. Bu tip insan
hiçbir yerde muamma, sır görmez; hayret etmez, hayranlık duymaz, bilinmeyenden
korkmaz, yâni ruhla yaşamaz. Bir problem buna rağmen ortaya çıktığı zaman, ona
ad verir ve problem bununla çözümlendi diye kendini aldatmaya devam eder. Böyle
isimlendirmeler, meselâ, iç-güdü, maddenin yüksek seviyede kendi-kendini
organize etmesi, yüksek derecede teşkilatlanmış maddenin karmaşık görüntüleri
gibi ifâdelerdir. Yalnızca ilim-adamları sâyesinde hayâtı anlamak mümkün
değildir. Çünkü hayat fenomen olduğu kadar mûcizedir de. “Ağaç beni o kadar
hayrete düşürüyor ki ona hayran oluyorum.” Ressam Jean Dubuffet böyle diyor. Hayâtı
kavramak ve anlamak için tek yol hayret ve hayranlık olsa gerek” der.
Max
Planck; “Hiç-bir şeyden hayret duymayacak duruma gelmiş insan, yalnızca
düşünmeyi büsbütün unutmuş olduğunu gösterir” diyerek evrenin işleyişindeki
düzene hayret nazarıyla yönelmemizi ister.
Kâinât ancak “hikmet” ile çözülür. Hikmet
ehlinin durumu bilim-adamının işine benzemez. Ali Şeriati:
“Bilgin; insanın ferâgatine, nasiplenmesine, güçlenmesine,
güvenliğine ve saadetine imkân hazırlayan, yönlendiren ve açıklayan kimsedir,
sonuçta gerçeklikleri keşfetmektedir. Fakat aydın, gerçeği göstermektedir.
Bilgin “bu böyledir” demekte, aydın/âlim, “böyle olması gerekir demektedir”,
öyle de olmaktadır. Bilgin yol için veya kaybolmamak için ışık yapar, aydın
yolu gösterir, seferi gösterip yolun konaklarını gösterir, kendisi kervanın
öncüsüdür. İşte bu yüzden bilgin, zaman-zaman cehâletin ve zulmün elinde âlet
olmaktadır. Ama aydın, zâten ve zorunlu olarak karanlığı ve zulmü inkar eden
kimsedir. Çünkü bilim güç, aydınlık nurdur.
Kur’ân'da ve İslâm kültüründe “hikmet” bu anlamdadır. Her ne
zaman ilimden söz edilse, bundan kasıt teknik, bilimsel ve felsefî bilgiler
değildir. Ne din-bilgininin oluşturduğu fıkıh, usûl, hadis, sîret, tefsir,
ahlâk, ilâhiyat gibi dînî bilgiler, ne de tabî veya insâni bilimler, bilginin
kurduğu fizik, tıp, toplum-bilim, edebiyat, ruh-bilim gibi dünyevî bilimler
değildir. Çünkü her ikisi de uzmanlık bilgilerinden ve kültürel bilgiden oluşan
birer derlemedir. Bunların belirli bir dönem boyunca, özel bir eğitim
sisteminde, öğrenci adında özel kişilere öğretilmeleri gerekir. Gerçi bu dînî
ya da din-dışı bilgiler, o aydınca öz-bilince yardım edebilirler, bu bilgi ve
birikimler aydın için önemli bir sermâye ve değerli bir silah olabilir. Ama
bunlar tek-başlarına aydınlık ve öz-bilinçlik değillerdir, İslâm’da kendisine
dayanılan bilim, insana özgü bir bilgi, vicdâni bir görüş, ilâhi bir
aydınlıktır. “İlim Allah'ın kimi dilerse onun gönlüne koyduğu bir ışıktır”. Bu
nur ve görüş kazandıran ilim, karanlığı aydınlatan ve yola kılavuz olan
ilimdir. Bu ilim “ilâhi nur”dur. İnsâni sorumluluk doğurucudur. Fizik, kimyâ,
edebiyat, fıkıh, usûl veya kelâm değildir. Bu sorumluluk doğuran, îman
oluşturan bir bilgidir. Ebu Zer'de olan, İbn-i Sinâ ve Molla Sadra'da olmayan
şeydir bu. İşte bu yüzden bâzen bir okumamış, toplumunun içinde zuhûr eder,
toplumu bir hedefe sürükler, dermansız kalmış toplumuna enerji verir. Bâzen de
öyle bilginler görürüz ki, insanda bir hareket, değişme, bilinç ve bir ideâl
oluşturmak, toplumun vicdânında hareket olmasına sebep olurlar” der.
Ali Şeriati:
“Bizim (mü’minin) dünyâ-görüşümüz Batılı dünyâ-görüşü gibi
salt akla dayanan ruhsuz, coşkusuz ve mâneviyâtsız bir dünyâ-görüşü değildir.
Gerçekle doğrudan ilişki içindedir. Ateşin yanma formülünü keşfetme değil,
ateşin kendisinde yanmaktır bizim dünyâ-görüşümüz. Evrenle birleşen ve varlığın
ruhuna eren insanın tabiat içindeki yaşamıdır. Veya tabiatın ve yaşamın,
insanın vücut derinliğinde sürmesidir. Kısaca, “sonlu küçüğün” “sonsuz büyüğün”
karşısında O'na doğru mıknatıs gibi çekilmesidir. Victor Hugo'nun da dediği
gibi, “işte namaz budur.”
Bu bir bilim değildir, yâni görünen fenomenleri bilmek veya
“meşhûd”u (tanık olunup durulanları) keşfetmek değildir; varlığın azâmeti ve
tabiatın güzelliği karşısında düşülen bir şaşkınlıktır bu, bir hayret
ifâdesidir. Sonunda kâlbimizi kırıp, kafesten dışarı fırlayarak havalanmak ve
gerçek hayâta, âlemleri elinde tutan ve ruhun, şu büyük tabiat güzelliğinin
irâdesini yansıttığı Allah'a doğru kanat açmaktır. Teorik bir bilim, zevksiz ve
boş akıl okumaları değildir bu. Varlığın sırlarını aydınlatan, yakıcı ve
yaratıcı bir bilimdir. Bir bilim ki, insanı bu Dünyâ’dan başka bir Dünyâ’ya ve
başka bir yaratılışa bağlar.
Bu bilgi renklerle oyalanıp, fenomenleri araştırmada
şaşkınlığa kapılmaz ve felsefî bir gurura kapılarak, yararsız bilgiler içinde
bocalayıp durmaz. O haberci değil, söz-sâhibi olan bilgidir. Ekmek kuponu veren
bilimle, ruh veren bilim; güç peşinde koşan bilimle, ışık saçmak isteyen bilim;
insanı maddî doyuma götüren, fenomenlerin dış-yüzünü tanıtan ilişkileri
belirlemekten öte gitmeyen bilimle, gerçeğe götüren, değer ve özgürlük yaratan,
takvâ ile nefis terbiyesini marâzî duyuların yerine koyarak insanı
olgunlaştıran bilim; satılık ve oportünist teknolojinin parayla ilişkisinden
bir piç meydana getiren bilimle, karanlıkları aydınlatan, insanlığa mânevî
ufuklarda uçması için kanat taktıran ve insanı mi'râca, Allah'ın arşına,
gerçeğe, hayra, güzelliğe, tamlığa, kurtuluşa ve doğruya götürüp, onu Allah'ın
ahlâkıyla ahlâklanmış bir insanlık yapan bilim arasındaki farkı ve zıtlaşmayı
görmemeye imkân var mı? O insan ki, tabiatı bir âyetler toplamı olarak görür,
zamânın ve mekânın sırlarını kavrar” der.
Mustafa İslamoğlu:
“Bugün bir yığın zorlamalarla bilime adapte
ettiğimiz nas, o bilimsel teori yarın değişikliğe uğradığında, kullanılmış ve
atılmış olacaktır”.
Big-Bang Teorisi’ne yazar Mehmet
Alagaş’ın yaptığı yorum şöyledir:
“Bu teori ile Kur’ân-ı Kerim'de beyân edilen “Yerler ve gökler bitişik iken Allah onları
ayırdı ve duman hâlinde olan göğe yöneldi” buyruğu birbiriyle örtüştüğü
için, bâzı çevreler bu bilimsel teorinin ışığında ilâhi vahyin doğrulandığını
düşünmekte ve bu teoriye sımsıkı sarılmaktadırlar. Oysa her-hangi bir bilimsel
teorinin, bâzı boyutlarda ilâhi vahiy ile örtüşmesi, ilâhi vahyin doğruluğuna
değil; söz-konusu bilimsel teorinin bu gibi boyutlarda kısmî olarak doğruluğa
yaklaştığına işârettir. Çünkü hak ve gerçek olan İlâhi vahiy, bilimselliğin
karşısında ölçülecek bir nesne değil, ölçünün ta kendisidir.
Ayrıca şu husûsa da dikkat edilmelidir ki Big-Bang Teorisi,
hak olan gerçeği arama kaygısıyla gündeme getirilen bir teori değildir. Uzun
asırlardır Allah'a inanmamak için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur arayan
insanlar, bu teoriye sarılarak yerlerin ve göklerin yaratılışına bir açıklama
getirebilme gayretindedirler. Sözü edilen bu teoriye göre yerler, gökler ve
bütün bunları içine alan mekân yok iken bir şey patlamış ve yokluk içindeki bu
patlama ile yerleri ve gökleri içine alan böyle bir mekân açılmıştır”.
“O yokluk içinde patlayan şey neymiş?”
sorusuna:
“O patlayan şeyin ne olduğu, kendiliğinden nasıl varolduğu,
nasıl patladığı ve bu patlamayla yerleri ve gökleri içine alan böyle bir
mekânın öyle bir yokluk içinde nasıl açıldığı hiç cevaplanmıyor ve hiç-bir
zaman da cevaplanamaz. Çünkü bir yaratıcı olarak Allah'ı dikkate almayan bu
teori, ispatlanması mümkün olmayan bir teoridir. Binlerce yıldır yegâne
yaratıcı olan Allah'ı inkâr edebilmek için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur
arayan insanlar, bu gibi sapık görüşlerini hiç-bir zaman
kanıtlayamayacaklardır. Çünkü bunu kanıtlayabilmeleri için, mutlaka ve mutlaka
şu iki şeyden birisini bulmaları gerekecektir: Ya kendiliğinden vâr-olabilecek
bir madde, ya da Allah'ın dışında bu maddeyi yoktan vâr-edebilecek yaratıcı bir
güç!. Kendi olmadan, kendiliğinden vâr-olabilecek bir maddeyi bulamayacakları
âşikardır. Bu maddeyi yoktan vâr-edebilecek Yaratıcı bir güç aradıklarında ise
karşılarına Allah'dan başka bir İlâh, Allah'dan başka bir Yaratıcı
çıkmayacaktır. Çünkü Allah'tan başka hiç-bir şeyde “Ben vâr-olma nedenine
muhtaç değilim ve diğer her şeyi ben yarattım” gücü ve iddiası yoktur.
Allah Celle Celâluhu duman hâlinde olan göğe yönelerek,
göklere ve yere “isteyerek veya
istemeyerek emrime gelin” buyurdu. Bu ilâhi buyruk karşısında yer ve
gökler “isteyerek geldik” cevâbını verdiler.
Hiç kuşkusuz ki yer ve gökler birbirinden ayrıldığı zaman,
Big-Bang yâni “büyük patlama teorisi”ni savunanların zannettiği gibi
kendiliklerinden böylesine muhteşem bir nizâma gelmediler ve gelemezlerdi. Bu
nedenle Allah Celle Celâluhu, yerleri ve gökleri yaratmazdan önce, yerlerin ve
göklerin nasıl bir âhenk, nasıl bir nizam ve nasıl bir ihtişâm içinde olması
gerektiğini belirlemiş yâni takdîr etmişti. Dolayısıyla yerler ve gökler
birbirinden ayrıldığı zaman Rabbimizin henüz bir duman hâlinde olan göğe
yönelmesi, yere ve göğe bu emri vermesi, yerlerin ve göklerin söz-konusu âhenk
ve nizâma gelmesi içindi. Nitekim onlar da ilâhi emri bu şekilde anlamışlar ve
“isteyerek geldik” cevabını vererek, bu-gün de gözlemediğimiz bu muhteşem
yapıya ve nizâma gelmişlerdir”.
“Allah yer-yüzünü milyarlarca yıl önce
yaratmış değil mi? Çünkü bilim-adamlarının açıklamaları böyle” sorusunu da:
“Bilmiyorum; belki bilim-adamlarının tahmîninden çok daha
fazla, belki de çok daha az, bilmiyorum. Ama bu tespitlerin bilimsel olduğu
söyleniyor!. Bilimin bu konudaki yaklaşımı, bâzı maddelerin kaç yılda
oluşabileceğinden hareketle ileri sürdükleri zan ve tahminlerdir. Ancak
söz-konusu bilim-adamları maddenin bu oluşumunu dikkate alırlarken, ne yazık ki
her şeye kâdir olan Allah'ı ve ilk-yaratılışı hiç dikkate almıyorlar.
Meselâ karbon testiyle inceledikleri bâzı maddeleri bir
kenara bırakıp, basit bir örnek olarak ceviz ağacını ele alalım. Bilim-adamları
bir ceviz ağacını görüp, onun gövde yapısını ve gövdedeki dâiremsi halkaları
inceledikleri zaman, “ceviz ağacının bu duruma gelebilmesi yüz yıl ister”
diyerek, söz-konusu ağacın yaklaşık yaşını hesaplıyorlar. Yerin ve göklerin
ilk yaratılışından sonraki dönemler için böylesi hesaplar elbetteki doğrudur.
Ancak ilk yaratılış için böylesi hesaplar yapılamaz. Dünyâ’daki ilk ceviz
ağacına da aynı ölçüyle yaklaşan günümüz bilim-adamları, ilk yaratılışı ne sanıyorlar
ki!. Allah önce bir ceviz yarattı, sonra onu toprağa dikerek ve uzun yıllar
sulayarak büyümesini mi bekledi!. Oysa karşımızda ceviz ağacı yetiştiren bir
çiftçi değil, bu ağacı yoktan yaratan Allah vardır. Ve her şeye kâdir olan
Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sâdece “ol” der ve o da oluverir.
Söz-konusu diğer bütün maddelerin de ilk oluşumu bu ilâhi gerçekliğin içine
girer. Allah'ın “Ol” emri karşısında; “Ya Rabbi bizim olmamız için milyon yıl,
milyar yıl gerekir” diye bir cevap vermez, veremez bu maddeler. Allah “ol” der,
onlar da hemen oluverir. Dolayısıyla yaratılmış bütün maddeleri bu ilâhi
gerçekliğin içine aldığımız zaman, Dünyâ’nın veya kâinâtın yaşı hakkında söylenebilecek
en doğru söz “Alllahuâlem” yâni “Allah bilir” olacaktır” diye yanıtlar.
“Onlar,
O’nun ilminden, O’nun dilediğinden başka hiç-bir şeyi kavrayamaz” (Bakara 255).
Muhammed Esed:
“Aklımız, yapılış karakteri îcâbı, "küllî oluş"
fikrini kavrayamaz. Biz ancak, her-şeyin teferruâtını (nasıl ve nice olduğunu)
anlayabiliyoruz. Fakat sonsuzu, ebedî ve ezelîyi, hattâ hayâtı bilemiyoruz”
der.
Fakat bu yaratmaların niceliği Allah’sız
bilimin değil, Allah’la birlikte olan bir bilimin işidir. Modern bilim ise bu
işe Allah’ı karıştırmıyor. Ve bu nedenle de yanlış sonuçlara varıyor. Kur’ân’ın
sunduğu bilinci hiç hesâba katmıyor. Bu nedenle yargıları yanlıştır. Yanlış
olmak zorundadır.
İhsan Eliaçık:
“Bütün yaratılış Allah tarafından yaratılmadır. Akıp giden
zamânın yâni yaratılış sürecinin (dehr) her aşamasında O’nun yaratışı
söz-konusudur ve bu yaratma hâlen devam etmektedir. Bunun nasıl olduğu, nerede
ne zaman olduğunun araştırılması ise bilimin işidir. Kur’ân burada bir bilinç
aşılıyor. Tüm yaratma Allah iledir, bunu sakın unutmayın” diyor.
S. Hüseyin Nasr İslâm’i bir bilim dilini
şu şekilde kullanır:
“İslâm’i bilimlerin gâyesi, mevcûdatın birliğini, karşılıklı
bağımlılığını göstererek, insan-oğluna kozmostaki birlikten ilâhi ilke
birliğine götürmektir. Tabiat, sembollerle örülü bir metindir ve bu anlamıyla
okunmalıdır. Kur’ân, bu metnin kelimelerle örülmüş olanıdır. Tıpkı tabiattaki
olgular gibi onda da âyetler/işâretler vardır. Hem tabiat hem de Kur’ân,
Allah’ın tecellisine ve ona ibâdete işaret eder”.
Muhammed Esed:
“Beşerî bilgi, ebediyyen yetersiz kalmaya mahkum
olduğundan, insan, ilâhî vahyin yardımı olmaksızın hayatta izleyeceği yolu
bulamaz” der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Ne insan Darwin’e göre, ne de kâinât Newton’a
göre biçimlendirilmiştir” der.
Saadettin
Merdin:
“Hayâl kurmak
güzeldir! Realist olmak ise, daha güzeldir” der.
BİG-BANG AFORİZMALARI
Big-Bang Teorisi
“tesâdüfler” üzerine kurulmuştur. İslâm’da ise tesâdüflere yer yoktur. Her-şey
bir plana göre, bir ölçüye göre belirlenmiştir.
Big-Bang bilimsel değil, ideolojik bir
veridir.
Big-Bang maddenin (yoğun enerji) bir
açılımı olduğu için maddeden başka bir şey kabûl etmez. Her şeyi madde ile
değerlendirir. Materyâlist bir inançtır o yüzden .
Big-Bang
materyâlist bir görüştür. Başı-sonu maddedir çünkü. Hume’un “olgusal
önermelerden sâdece olgusal önermeler çıkarsanabilir” dediği gibi; bir şeyin
nedeninin niteliğinin ne olduğu, sonucunun niteliğinin de o olduğunu gösterir.
Tersi de aynı şekildedir. Big-Bang’e göre madde yoğun bir hâlden, seyrek bir
hâle geçmiş ve şekil almıştır. Maddeden maddeye bir geçiş/dönüş vardır. Bu
nedenle müslümanların ve teistlerin somut Big-Bang teorisini, soyut mânâ ve Allah
ile ilgili görmeleri yanlıştır.
Big-Bang teorisi
Allah’ın mutlak hakimiyetine güya darbe vurmak için planlanmıştır. (Allah’ın
mutlak hâkimiyetine kimse darbe vuramaz. Hattâ dokunamaz bile) Çünkü bu teori
insanı zamanla inkâra kadar götürebilecek bir teoridir. Bunu planlayanların tek
düşüncesi buydu.
Big-Bang Teorisi kilisenin teorisidir.
Kendisine böyle bir teori lazımdı. Îtibârını ancak böyle sürdürebilirdi. Bu
sebeple böyle bir spekülasyonu ustalıkla dünyâ gündemine soktu. Evet; Big-Bang
Teorisi aslında kiliseyle siyâsetin bir anlaşmasıdır. Böylelikle hem
kendilerini meşrû kılmış ve îtibârlarını geri almışlar, hem de birbirlerinin
palazlanmasına/ekmeğine yağ sürmesine yardım etmişlerdir. Her ikisi de bu
teoriden ! çeşitli şekillerde yararlanmışlardır. Yâni Big-Bang Teorisi politik
bir teoridir.
Big-Bang Teorisi “Batı”nın teorisidir.
Dünyâyı ellerinde tutmak için uydurulan sac-ayaklarından biridir.
Ahmet Başaran:
“Disiplinler, gökte îmâl edilmiş şeyler
değildir. Bunlar Batı’nın içinden çıkmış, onun ideolojisiyle yüklü, “Batılı
kabûller”dir” der.
Sömürgenin/sömürgecinin teorisidir.
Big-Bang Teorisi’ne sâdece bir “hipotez”
diyebiliriz. Ama hiç-bir zaman doğrulanamayacak bir hipotez.
Bu teori bilimsel bir teori değil,
ideolojik ve psikolojik bir hipotezdir.
Bu teori hipotetik (var-sayımsal) bir
teoridir.
“Piyasa teorisidir”. Piyasanın teorisi.
Bilim piyasasının.
Big-Bang Teorisi materyâlist bir
teoridir. Çünkü Big-Bang Teorisi yokluktan varlığa geçişin nasıl olduğunu
göstermez; sâdece maddi sürece ayarlıdır.
Dikkat edin!
Big-Bang sürecinde yaratılma değil, kendi-kendine vâr-olma düşüncesi hâkimdir.
Bu ise vahye terstir.
Big-Bang, sekülerizmin en büyük
putlarından biridir.
Big-Bang sâdece bir yorumdur, fakat
hatâlı bir yorum.
Big-Bang, Evrim Teorisinin bir
uzantısıdır. Evrim
teorisinden ve pozitivizmden ilhâm almıştır. Birbirlerini tamamlarlar.
Caner Taslaman bu konuda şöyle der:
“Big-Bang Teorisi ile Evrim Teorisi’nin önemli benzerlikleri
bulunmaktadır. Big-Bang Teorisi ile on beş milyar yıl önce başlayan,
başlangıcını gözlemleyemediğimiz evrenin meydana gelmesine dâir bir süreç
savunulur; Evrim Teorisi ile bir-kaç milyar yıl önce başlayan, başlangıcını
gözlemleyemediğimiz, canlıların oluşumuna dâir bir süreç savunulur. Big-Bang
Teorisi ile tek noktadaki bir başlangıçtan atomlara, atomlardan toz
bulutlarına, toz bulutlarından galaksilere bir evrim gerçekleştiği ileri
sürülür. Evrim Teorisi ile moleküllerden tek-hücrelilere, tek-hücrelilerden
daha kompleks canlılara bir evrim süreci savunulur”.
Big-Bang bir hurâfedir, bir bidattir.
Big-Bang, bâtıl bir inançtır.
Big-Bang Teorisi 20. yy.’da ortaya çıkmış
bilimsel bir modadır.
Big-Bang objektif değil, subjektif bir
teoridir.
Bu teori teleskop-santrik bir teoridir.
Big-Bang Teorisi bilim falan değildir.
Sâdece kendini bilim gibi göstermeye çalışan bilimsel bir doktrindir.
Bu Big-Bang Teorisi, farklı teoriler
içinden seçilen, lâik/seküler/kapitâlist vs. düşünce sistemine uygun olarak
seçilen/tercih edilen bir teoridir.
Big-Bang, sorgulan(a)mayan aksiyomların
bir sonucudur. Bu aksiyomlar (kanıtlanamadığı hâlde doğru kabûl edilen)
sezgisel olarak doğru kabûl edilir. Yâni Big-Bang bir sezgidir.
Big-Bang modeli; Einstein’ın matematiğini
sadakatle izleyen bir evren modeli.
Big-Bang yâni büyük patlama, işin
başlangıcından çok sonuyla ilgilidir. Kıyâmet için daha uygundur.
Big-Bang Teorisi bir paradigmadır. Batı
paradigması, seküler paradigma. Yâni bu teori bilim-adamlarının ön-yargılarının
bir sonucudur. Big-Bang’in penceresinden ve yine Big-Bang gözlüğü ile bakılan
kâinâttan doğal olarak bu sonuç çıkar. Fakat en doğru yaklaşımı hangi gözlükle
ve hangi pencereden baktığımız belirler. İşte en doğru yaklaşıma vahyin
penceresinden ve vahyin gözlüğü ile baktığımızda -ki bu bakış “doğal bakış”tır-
görünen şey: ortalama 10.000 yıllık bir evrendir.
Big-Bang teorisi İslâm’ın teorisi
değildir. “Batı”nın teorisidir. Hıristiyanların tahrif edilmiş metinlerine
karşı açılmış cephenin geldiği süreçte ortaya atılmış bir “teori”dir.
Big-Bang bir dogmadır.
Big-Bang bir sanrıdır.
Big-Bang Teorisi bilim değildir;
bilim-kurgudur.
Big-Bang Teorisi modern bir puttur.
Bu teori bir aksiyom/belit/postulattır.
Matematiksel bir postulattır. Yâni doğru olduğu kabûl gören, ancak bunu
kanıtlamanın mümkün olmadığı bir önermedir. İspat edilmeye gerek duyulmadan
doğru olarak benimsenen/benimsetilmeye çalışılan bir önerme..
Nazarî bir teoridir.
Bu “teori” iyi kurgulanmış “ilginç” bir
teori !. Lâkin… doğru değil.
Birilerinin iddia ettiği gibi bu teori
insanları Allah’a yakınlaştırmaz/yakınlaştırmıyor, belki de zamanla O’ndan
uzaklaştırır.
Big-Bang Teorisi bir romanın konusu
olabilir ancak.
Big-Bang süreci, zihnin projeksiyonlarından
ibârettir.
Big-Bang Teorisi bir fantezidir. Bir
efsânedir. Modern zamânın efsânesi de böyle oluyor işte.
Big-Bang Teorisinin târif ettiği kâinât
anlamsız bir kâinâttır.
Bu teori, fikri hür, vicdânı hür
kişilerin yaptığı bir önerme değildir.
Big-Bang
açıklaması, halk için “açık bir açıklama” değildir.
Big-Bang Teorisi’nin uydurma olduğunu
ispatlamaya kalkmak bile gereksizdir. Çünkü her şey ayan-açık belli. Delile
gerek yok.
Bu teori “araçsallaştırılmış” bir
bilginin/bilimin ürünüdür. İdeolojik bir teoridir. Bir kriz teorisidir.
Felsefî/düşünsel yokluktan oluşan bir kriz.
Big-Bang Teorisi bu çağın bir gök-bilim
tanımlamasıdır. Zamanla üzerine eklemeler yapılacak ve mevcut açıklama
bir-zaman sonra çok farklı bir duruma geleceği için ortaya yeni bir teori
atılmak zorunda kalınacak fakat bu da
kâinâtın ilk durumunu açıklamaya yetmeyecektir.
Gaz-toz-toprak-duman
içinde ortaya konan bir varsayımdır bu teori. Bu toz-duman ortadan kalkınca
geriye “bir-anda yaratılış” kalacaktır.
Bu teori, yağmurdan sonra ortaya çıkan
muhteşem renklere sâhip bir gök-kuşağı gibidir, fakat çok kısa bir zaman sonra
kaybolacaktır/yalan olacaktır.
Big-Bang Teorisi adından da
anlaşılabileceği gibi sâdece bir teoridir. Hakîkat ise başkadır.
Big-Bang
bir çeşit “sudur teorisi”dir. Her-şeyin bir şeyden çıkıp tekrar ona döneceği
sudur anlayışı.
Big-Bang
Teorisi’nin argümanları, kâinâtı açıklamak şöyle dursun, onu daha anlaşılmaz
kılıyor ve insanlar onun hakkında cehle düşüyor. Big-Bang, kâinâtı anlamaya
perde oluyor, onun hem anlaşılmasını önlüyor, hem de ondaki anlamı yok ediyor.
Big-Bâng Teorisi’nden önce kâinat daha anlaşılır, açık ve âyan-beyan idi. Zâten
İbn-i Teymiye’nin de dediği gibi: “Apaçık-Bedihi ve basit şeylerin tanıma
ihtiyâcı yoktur”.
Kişinin
aklı herhangi bir kayıtla zabt-u rabt altına alınmışsa, en basit bilinen
şeyleri bile anlayamaz.
Tüm şirkler uzak-tanrı tasavvur ederler.
Big-Bang’de insanda uzak-tanrı tasavvurunu doğurduğu için şirktir. 15
milyar yıl uzakta olan bir Allah..
Kâinâtı Allah mı yarattı, Big-Bang
mi?
Big-Bang Teorisi’nin bilimsel yönünün
çoğu ile değil ama bâzı felsefî sonuçlarıyla uzlaşabiliriz. Evrenin bir
başlangıcı olduğu, zamânın bir başlangıcı olduğu vs. konularında zâten sorun
yok.
Big-Bang Teorisi hakîkat değildir.
Hakîkat olarak kabûl edilmesi istenilen/dayatılan bir bâtıldır.
Büyük patlama, kâinâtın
yaratılışı/başlangıcı ile ilgili değil, sonu/bitişi ile ilgilidir. O patlama,
kıyâmetin patlamasıdır.
Kâinâtın “süper teori”si Big-Bang değil,
Entropi denilen termodinamiğin 2. kânunudur. Entropi kânunu varken aslında
başta Big-Bang olmak üzere başka teorilere de gerek yok.
Son asrın yaratılış hikâyesidir
Big-Bang/Büyük Patlama Teorisi. Yeni bir hikâye (hurâfe) yazılana dek okunacak
olan.. Big-Bang Teorisi’ni ayakta tutan şey, “kabûl edilmiş” daha iyi bir
teorinin olmamasıdır. Olanca tutarsızlığına rağmen yine de iktidârını
sürdürüyor.
Bir şeyden bahsediliyor olması, o şeyin
mutlakâ var-olması demek değildir. Big-Bang’den bahsediliyor olması, onun var
ve gerçek olduğu anlamına gelmez.
Bir tercihe, görüşe, doktirine, ideolojiye göre
düşündükleri için vardıkları sonuçlar bir spekülasyondan ileri gidemez.
19. ve 20. yy.ların
ideolojileri ancak bu tarzda bir mantık üretebilirlerdi. O dönemlerin Allah’sız
ideolojilerine ancak böyle bir “fikir” (Big-Bang) yakışırdı.
Evrenin büyüklüğünü önemsemeyip de, kendi
sözde büyüklüklerini ön-plana çıkarmak isteyenlerin oturdukları yerden ortaya
attıkları bu teori çökmeye mahkumdur.
İnsanları; “bilim yeni bir şey söyleyene
kadar” bu saçmalıkla avutuyorlar/avutacaklar.
Dînin yerine ikâme edilmeye çalışılan bilim,
dinleştirilerek dinden kurtulunmak istendi. Fakat -bilim-adamları her ne kadar
kabûl etmek istemese de- durum tersini gösteriyor.
Kâinat
dışında gezen şuurlu bir varlık bir-anda kâinat ile karşılassaydı ve onu şöyle
bir inceleseydi, kâinat için: “Bu yapı bir-anda yaratılmıştır” derdi.
MÛCİZE
"Orada Zekeriyya,
Rabbine duâ etti; “Ey Rabbim bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç
kuşkusuz sen şu duâyı işitensin” dedi" (Âl-i İmrân 38).
Seyyid Kutub bu âyeti
bakın nasıl tefsir ediyor:
Duâ kabûl
edildi. İnsanların bir kânun olduğunu sandıkları alışıla-gelen şeyler, yüce
Allah'ın irâdesinin gerçekleştirdiği bu olayı algılayamaz. Aslında insanın
kânun olarak sandığı ve gördüğü her yasa -sınırsız ve nihâi değil- göreli bir
olgudan öteye geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü, sınırlı bilgisi ve bütünüyle
sınırlı aklıyla nihâi bir kânunu bütünüyle algılayamaz ve bu noktada mutlak bir
gerçeğe varamaz. İnsana, Cenâbı Allah'a karşı edebini takınması yakışır.
Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini taşmaması yaraşır ona. Böylece,
kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce yol tepmekten kurtulur. Olabilecek ve
olamayacaklardan söz ederken bizzat deneyimlerinden, kendisinin belirlediği
kurallardan ve bilgilerinden hareketle Allah'ın bağımsız olan dilemesini dar
kalıplara sokmaya çalışmaktan kurtulur. Duânın kabûl edilişi bizzat
Zekeriyya'ya da bir sürpriz olmuştur. Çünkü Zekeriyya da nihâyet insanlardan
biriydi. İnsanların alışa-geldiği olaylara oranla olağan-üstü bir niteliğe
sâhip bulunan bu olayın, nasıl meydana geldiğini öğrenmeye meraklanmıştı.
"Zekeriyya “Rabbim, kendimi iyice yaşlanmış ve karım
çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?” dedi. O da; “Böyledir Allah
dilediğini yapar” dedi" (Âl-i İmrân 40).
Ve hemen
cevap yetişiyor. Cevap sâde ve kolaydır.. İşi ehline havâle ediyor.
Anlaşılmasında hiçbir zorluk, oluşunda hiçbir ilginçlik bulunmayan gerçek
mâhiyetine gönderiyor.
"Böyledir
Allah dilediğini yapar."
Aynı
şekilde... İş, Allah'ın dilemesine ve sürekli olarak bu şekilde meydana gelen
Allah'ın irâdesine havâle edildiğinde onun alışıla-gelen, tekrar edilen ve
normal olan bir iş olduğu kavranabilmektedir. Fakat insanlar olay konumunda
değerlendirmiyor, Allah'ın yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve gerçeği
gözlerinin önüne getirmiyorlar. Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla Allah
dilediğini yapar. Öyleyse kendisi yaşlandığı ve karısı kısır olduğu hâlde
Allah'ın Zekeriyya'ya bir erkek çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak ne
olabilir? Yaşın ve kısırlığın; ancak, insanların kendilerinin kural olarak
tesbit ettiği ve onlardan kânunlar çıkarttıkları zaman bir değeri olabilir.
Allah için ise böyle kıyaslama yoktur. O'nun için ne alışıla-gelen ne de ilginç
bir olaydan söz edilebilir. O'na göre her nesnenin kaynağı, dilemesinin ona
yönelmiş olmasıdır. Onun dilemesi ise her çeşit bağdan tamamen bağımsızdır...
Peki bu
olaya egemen olan yasa hangisidir? Bu, yüce Allah'ın irâdesinin sınırsız ve
bağımsız yasasıdır. Onsuz bu ilginç olayı açıklama imkânsızdır. Aynı
şekilde ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına rağmen O'na Yahya'yı
bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz.
Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu
ise evrendeki başlangıç ânında çok düşük entropili bir başlangıcın olması
gerektiği anlamını taşır. Bu olasılığın gerçekleşmesi imkânsızdır. Roger
Penrose, düşük entropili bu başlangıcın gerçekleşme ihtimâlini 1010123’te 1 olarak hesaplamıştır. Matematikte 1050’de 1 ihtimâl sıfır
sayıldığına göre ve zâten imkânsız olduğu da söylendiğine göre Allah bu
patlamayı bildiğimiz yasaların dışında bir yasayla yapmış demektir. O hâlde bu,
mûcize ile bir-anda yaratmanın adıdır. Neden kâinâtın her bir zerresi bu
şekilde yaratılmış olmasın?
Big-Bang sürecindeki imkânsızlıklar
anlatılırken dindar olmayan bilim-adamları o imkânsızlıklar için “müthiş”,
“anlayamadığımız” vs. gibi ifâdeler kullanırlarken, dindar bilim-adamları da
mûcize ifâdesini kullanmak zorunda kalıyorlar. Aslında bu iki durum da sürecin
açıklanamaması demektir.
Bir şeyi tam olarak açıklayamadığınız
zaman “rastgele” gibi bir şey söylemiş olursunuz. O mâlûm sürecin meydana
gelmesini “bilincin kontrôlü” sözüyle açıklayamazsınız. Bu tam bir açıklama
değildir. “Bu “bilinç” müdâhalelerini nasıl yaptı” diye sorulduğunda cevap
verilemez çünkü. O yüzden bu ilk-yaratılış için “bir-anda yaratılma”dan
bahsetmek gerekir. Bunun nasıl olacağı sorusuna da sâdece “mûcize” diye cevap
verilebilir.
Kâinât bir sanattır. Sanatın
tefsirini/yorumunu yapmak ise abestir/boştur. Bir sanat-eseridir kâinât.. Görünen
ne ise odur işte! Aliya İzzetbegoviç:
“Sanat eserinin özü, dindarlık mefhumu veya iç-hürriyetin
mânâsı gibi, aynı şekilde erişilmesi mümkün olmayan bir şeydir. Onu akıl
yoluyla tespit etmeye mâtuf bütün teşebbüsler hayâtın târifine dâir çabalarda olduğu
gibi, netîcesiz kalmıştır” der.
Canlılardaki DNA, aminoasit,
molekül, atom, protein vs. dizilimleri ile, evrendeki tüm gök-cisimlerinin
dizilimleri, yâni bulundukları yerler, mükemmel olma bakımından aynıdır. Her
iki yapıdaki mevcut dizilme ihtimâlleri aynıdır; yâni imkânsızdır. Bu dizilim
ancak; mûcizeyle açıklanabilir. Bu mûcize; tüm varlığın de bir-anda
yaratılmasıdır.
İnsan, Kur’ân, Evren; bu üç
varlık nitelik olarak birbirinin aynısıdır. Allah, Kur’ân’daki harfleri öyle
bir dizmiştir ki; âlimler bu diziliş karşısında hayretler içerisindedir.
İnsan’daki protein ve kromozomları vs. öyle bir dizmiştir ki, bilim bu konuda
suskunluk içerisindedir. Çünkü bu dizilişlerin rasyonel bir açıklaması
yoktur. İşte aynı şekilde, Allah, evrendeki materyâlleri öyle bir dizmiştir
ki, bu dizilişi anlayabilmek ve dolayısıyla anlatabilmek imkânsızdır. Sâdece ve
sâdece mûcize ile açıklanabilir.
Kur’ân bizden, gökleri ve yeri
incelememizi ve bu muhteşem yaratılışı keşfetmemizi, bu keşiften sonra da
Allah’ın yüceliğini anmamızı istiyor:
“Göklerde
ve yerde nice mûcizeler (âyetler) vardır ki, üzerinden geçerler de, ona
sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah'a îman etmezler de ancak şirk
katıp-dururlar” (Yusuf 105-106).
Tabiî ki de mûcizeler sâdece “birden olma”lar
için geçerli değildir.
Hiç kimse mûcizeleri inkâr etmeye
kalkışmasın. Caner Taslaman:
“Mûcizeleri inkâr iki tane kibri içinde taşır; bu
kibirlerden birincisi Tanrı’nın katındaki tüm yasaları bildiğimize dâir
teolojik bir kibirdir, ikincisi ise doğa yasaları ile ‘kendi içinde evrene’
dâir her türlü bilgiye sâhip olduğumuzu iddia eden bilimsel bir kibirdir ki, bu
ikincisi özellikle 19. yüzyılın yaygın bir hastalığıydı” der.
Mûcizeyi görebilecek gözler; mûcizeden
başka bir şey göremezler. Kur’ânî deyimle: mûcizeyi ancak bilinçli olanlar
görebilir. “Onlar, “ona Rabbinden
mûcizevi bir belge indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Allah her türlü
mûcizevi belgeyi indirmeye kadirdir” Fakat onların çoğu bunun bilincinde
değildirler” (En-am 37).
İnsanların yaratamadığı ve yapamadığı
her-şey bir mûcizedir. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş sistemi, galaksiler,
mikrodan makroya her-şey, kısaca bütün kâinât bir mûcizedir. Mûcizeler ise
kânunlarla ve kurallarla anlaşılamaz ve açıklanamaz. Kânunlarla ve kurallarla
açıklanamayan her şey mûcizedir. Adı üstünde mûcize.. Aşama-aşama değil,
bir-anda olur. Allah determinizme muhtaç değildir çünkü.
İlk-yaratılış da mûcizedir, sonraki
yaratılışlar da. İlk-yaratılışın şiddetinden dolayı onu anlayamayız. Sonraki
mûcizeleri zâten gözlemliyoruz.
İnsan zihni/irâdesi olmasa ve evren-dışı
bir yerde evrenden bahsedilse, kâinât bir kaos ortamı olarak düşünülürdü.
Yaratılış mûcizevî bir yaratılıştır ve
mûcizeler genelde kabûl görmez ve dikkât çekmez. Mûcizenin bir diğer özelliğidir
bu.
Mûcize demekle, “mutlak mânâda
anlaşılamayan” şey demek istiyoruz. İnsanı âciz bırakan şey demek istiyoruz.
Mutlak olmayan mânâda keşifler yapılması tabî ki normal bir durumdur. Bu
keşifler de farklı açıdan mûcizedir (ayât). Gazzali’nin dediği gibi:
“Bütün mûcizeler tabî, bütün tabiat da
mûcizevîdir”.
İki çeşit mûcize vardır. Apaçık olan
mûcize yâni anormal; bir de görünen normâl olan tabiat mûcizeleri. Bu ikincisi
gene de bizi âciz bırakır. Bu mûcizeler karşısında insanların yapacağı şey
tevekküldür/tefekkürdür.
Mûcize, olağan-dışılık demek değildir.
Bilâkis mûcize âciz bırakan demek olup, olağan olduğu hâlde görkem ve ihtişâmı
karşısında âciz kalınan şeydir/olaydır. Esasında mûcize, olağan şeyin şiddetli
oluş hâlidir. Olanın, şiddetli bir şekilde olmasıdır. Olanın şiddetli oluşunu
hiç görmediğimiz için (çünkü oluşta tekrar yoktur) o oluşa anlam veremiyoruz.
Oluşuna anlam verilemeyen/verilemeyecek olan şey demektir mûcize. Aklımızın
ermediği ve ermeyeceği şey demektir.
Allah’ın yarattığı her şey mükemmel
olduğu için mûcizedir.
Kâinâtın, insanın,
vs. her şeyin nasıl yaratıldığını hiç-bir felsefe, fikir ve düşünce sistemi
açıklayamaz. Yaratılışın nasıl olduğunu açıklayacak olan tek şey...
“mûcize”dir. Sihir değil;
mûcize! Bundan gerisi ise “gaybı
taşlamak”tır. Ama insanlar, kafa-konforlarını bozmamak uğruna
alıştıkları yalanla yaşıyorlar.
“Gökleri ve
yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse,
ona yalnızca “ol” der, o da hemen oluverir” (Bakara 117). Evet; bu âyet tek-başına
bu işi bitirir ve der ki: Tüm varlık bir-anda “ol” demekle yaratılmıştır. “Ol”
demek, “olgun ol” , “olgunlaş” demektir. “Olgun bir şekilde vâr ol” demektir.
“Onlar,
ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin
yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna
yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru”
(Âl-i İmrân 191).
Ben fakir de, başımı hem yere hem de
göklere nasıl çevrilmesi gerekiyorsa öyle çevirdim ve gördüm ki… Her şey
mûcizedir. Kâinâtta mûcizeden başka bir şey de yoktur.
Vel-hasıl kelam... mûcizeden terazi
kurarlar. Mûcize alırlar, mûcize satarlar. Mûcizeyi mûcizeyle tartarlar.
Çarşı-pazar mûcizedir bu-gün.
Big-Bang
TEORİSİ’NİN Çelişkileri
20 milyar ışık-yılı uzaklıkta
yıldızlar saptandı. Bu şu demek; o yıldızların ışığı bize 20 milyar yılda
geliyor. 13.7 milyar yıllık Big-Bang Teorisi bu durumda iptal olur, çünkü ışığı
20 milyar yılda gelen yıldızlar var. Bunların yaşı Big-Bang den daha eski.
Evrenin herhangi bir yerinde 12
milyar ışık yılı uzaklıkta galaksiler bulunur. Bunlar patlamadan sonra ne zaman
oraya gittiler ve yıldızlaştılar, sonra, oluşan yıldızların ışığı bize nasıl
13.7 milyar yılda gelebiliyor? 12 gidiş, 12 geliş, 5 de yıldız oluşumu 29 eder.
Yâni bu sürecin en az 29 milyar yıl olması lâzım.
Bir yıldız 4-5 milyar yılda
oluşurken, koca galaksiler nasıl 15 milyar yılda oluşur?
Bulutsuları bir noktaya çökertip
tepkimeyi başlatacak olan çekim-gücü nedir? Hidrojen bunu yapamaz, çünkü yapısı
uygun değildir.
Termodinamiğin
2. kânununa aykırıdır. Bu kânuna göre evrendeki her-şey doğal hâlinde
bırakıldığında bozulmaya doğru gider. Big-Bang Teorisi’ne göre ise her-şey
düzelmeye doğru gitmiştir.
Entropinin nedeni protonun yarılanma
ömrüdür. Entropiye göre protonun bu kadar zamandır (13,7 milyar yıldır)
bozunmuş olması gerekirdi.
Anti-maddenin nerede olduğunu sormak bile
fiziği çökertmeye yeterlidir. Çünkü teoriye göre başlangıçta madde ve
anti-madde eşit idi ve çarpıştıkça birbirlerini yok ediyorlardı. Eşit miktarda
bir yok olma olduysa neden şu-anda madde anti-maddeden daha fazla?
Big-Bang Teorisi,
termodinamiğin 2. kanunu olan entropi kanunuyla da çelişir. Entropi kanununa
göre her şey zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her-şey
düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.
Teoriye göre Big-Bang'den
kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak birbirlerini imhâ
etmelerinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması gerekiyordu. “CP (Charge
Parity) İhlâli” denilen ve “doğanın maddeyi neden anti-maddeye tercih etmesi”
olayı. Oysa böyle olmadı ve kâinât, galaksiler ve gezegenler bu maddeden
oluştu.
Şöyle deniyor: “Big Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ile
anti-protonlar ve nötronlar ile anti-nötronlar bir-birini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi
için proton sayısının anti-protonlardan ve nötron sayısının anti-nötronlardan
çok olması gerekiyordu ve öyle olmuştur”. Peki bu fazla olan proton ve
nötronların çiftleri yok mu? Çünkü Allah, çifti olmayan bir şey yaratmamıştır.
Çiftleri varsa zâten yok olmalıydılar. Bir müslüman için bunu es geçmek olmaz. (Tabi
biz bu delîli inançlı kesim için yapıyoruz. Zâten bu kitabı da onlar için
yazdık).
“Parçacık fiziği teorileri, evrenin ilk
oluşum aşamalarında madde ve karşı-maddenin aynı miktarda olmasını gerektirir.
Ama bugün karşı-madde yok denecek kadar azdır ve bu madde-karşımadde
dengesizliği bir muammâ olmaya devâm etmektedir.
Zâten
ilk başta tekillik de bir sorundur. Big-Bang tekilliğinin daha başlangıcında
madde ve anti-madde birlikte bulunacağı için birbirini yok etmesi kaçınılmaz
olurdu. “Parçacıklar anti-maddesinden daha çoktu” denemez. Çünkü oluşum aşamalı
olacağından dolayı bir tarafın fazlalaşması olmaz. Bir taraf fazlalaşamadan yok
olma gerçekleşir zâten. Bu yüzden her-hangi bir tekillikten bahsedilemez.
“O
tekilliğin başlattığı süreç, bâzı kânunlara/yasalara göre işlemiş” diyorlar.
Peki o kânunlar, yasalar nedir? Tekillikten önce o yasalar var mıydı bakalım?
Hayır!, yasalar maddelerin hareketlerinin bir sonucudur. Maddenin
hareketi-döngüleri o yasaları çıkarmıştır, yasalar maddeyi ve evreni değil. Hiç-bir
şey yokken Allah, yasalar ve tüm her-şeyi bir-anda birlikte yaratmıştır.
Aksi-hâlde illâ ki o yasaların, kuantum alanların ya da parçacıkların, evren vâr
olmadan önce oralarda bir yerde olması gerekirdi ki, buna “yoktan yaratma”
denilemez. Saadettin Merdin:
“Tabiat kânunları,
eşyânın vâroluşunun sebebi değil, sonucudur. Suyun kaldırma kuvveti gemiyi
kaldırmaz. Gemiyi bizâtihi suyun kendisi kaldırır. “H2O” formülü sizin
susuzluğunuzu gidermez, suyun bizâtihi kendisi giderir. O hârika suyu
gökten indiren, değişik yer-altı katmanlarında minerâl bakımından
zenginleştiren, içilecek hâle getirip bize takdim eden kim ise, O, suyu
yaratmış, vücûdun ihtiyâcına göre, bildiğimiz o hârika suyu “H2O” formülüyle
vâr etmiştir. Özetle; kânunlar sâyesinde evren oluşmamıştır, aksine evren
sâyesinde kânunlar mevcuttur.
Sebep;
zaman açısından önce, sonuç ise sonra olandır o kadar! Sebep hiç-bir zaman hakîki
fâil, ya da yaratıcı değildir. Kaldı ki; her bir sebep, bir başkasının
sonucudur.
Kânunlar, formüller
yaratıcı değildirler. Kendi varlıklarından bile habersizdirler. Her-şeyi ama
her-şeyi açıklayan büyük birleştirme teorileri evreni yaratamaz. Yokluktan
varlığa çıkaramaz. Fizik yasaları zâten bir seçimin, bir takdirin sonucu
vardırlar. Kânunlar, hâkim değil, mahkûmdur. Aslında; kânun diye bir hârici,
somut nesne de yoktur. Kânunlar bizim fiziksel, kimyâsal fenomenlerin
işleyişini tasvir etmemizden ibârettir.
Bilim-insanlarının
gerçekte yaptıkları şey, yoktan îcat değil, sâdece keşiftir. Mevcudu fark
etmeden ibârettir. Bilim-adamları fiziksel olayları ya da kimyâsal tepkimeleri
yönlendiren yasaları îcat etmezler; yorucu gözlem ve deneylerden sonra lego’nun
parçalarını bir-araya getirmek türünden, elde ettikleri bilgilerin yardımıyla,
azar-azar bu yasaları öğrenirler.
İyi ama,
yasalara yaşam ateşini üfleyen kimdir? Hiç-bir kânun kendisini yaratamaz.
Kâinat içinde
her-şeyin tek-tek mutlakâ bir sebebi vardır. Ama yine de bütün olarak kâinatın
sebebi nedir? Kâinat niye bu hâliyle vardır? Fizik-dünyâda her olay kendisinin
dışında bir olay ile açıklanır. Üstelik kâinatta her-bir şey her-şeyle
bağlantılıdır. O yüzden bir-şeyi açıklamak için bütün kâinâtı açıklamak îcap
eder. Oysa açıklamak durumunda olduğumuz olay, bütün varlık âlemiyse, bunu
açıklayacak fizîki anlamda başka bir şeyimiz yoktur. Dolayısıyla evrenin
varlığına yönelik her açıklama fizik-ötesi, ya da; tabiat-üstü bir şeye
dayanmalıdır. Bu şey Tanrı’dır. Evren, Tanrı onun bu tarzda olmasını seçmiş
olduğu için bu tarzdadır” der.
Big-Bang Teorisi’ni afallatan bir çelişki
de şudur: Patlamayı/açılmayı kabûl ettiğimizde zorunlu olarak,
patlayan/açılan/yarılan bir şeyi de kabûl etmemiz gerekir. O hâlde o patlayan
şey de madde/ilk-madde (enerji de bir maddedir ya) olur ve o şey her-zaman
“orada olan” bir şey olmak zorundadır. O hâlde zaman neden Planck-zamânından
sonra başlasın?. Çünkü bu-durumda bir “yokluktan varlığa geçiş”ten değil;
“varlıktan varlığa geçiş”ten bahsetmemiz gerekir ki, bu, kapalı-evren yada
“açılıp-kapanan evren” modelini tasdik etmektir. Bu-durumda “ilk madde”ye göre
13.7 milyar yıllık yaş da anlamsızlaşacağından, Big-Bang Teorisi’ni çöpe atmak
demektir. Zîra ilk varlık olan sonsuz yoğunluktaki enerji zâten orada belli
olmayan bir zamandan bêri durmaktadır. O zaman evrenin yaşı, belirsizliğin
diğer adı olan “sonsuz” yaştır. Bu ise bir çıkmazdır, çelişkidir.
Bilimin bahsettiği tüm kânunlar ve veriler, “kapalı kâinat
modeli”ne göre düzenlenmiştir. Kâinat kapalı değilse ve başka bir yerle
alış-veriş hâlinde ise zâten bilim çöker. Laplace’çı anlayış, âlemin nedensel
olarak kapalı bir sistem olduğunu ve Tanrı’nın onda asla özel bir şekilde
faaliyette bulunamayacağını kabûl ettiğimizde bir sonuca ulaşır.
Bilim-adamları gözlemlerinde kendi işlerine yarayanları
alıyorlar ve işlerine gelmeyenleri eliyorlar. Onları hiç gündeme bile
getirmiyorlar.
Çok büyük-kütleli nesnelerin, ışığın bile
kaçamayacağı güçte çekim-alanları oluşturacağı, dolayısıyla tek bir noktada
birikmiş tüm evren kütlesinin dağılmasına imkân olmayacağı, yâni evrenin
doğmasının mümkün olmadığı da bir gerçektir.
Michael Rivero, “tekillik” ve “yaş” sorunlarını şöyle sıralar:
“1-Big-Bang teorisinin en büyük çelişkisi
muhtemelen tekillik sorunudur. Bu “ilk evrensel yumurta”, süper-kütleli bir
kara-delik olmak zorundadır. Dolayısıyla, hangi büyüklükte olursa-olsun,
hiç-bir patlama evreni ortaya çıkarmaya yetmeyecektir.
Big-Bang teorisini savunmaya hevesli
kozmologlar, fizik-kânunlarının, gravitenin vs. evrenin ilk bir-kaç sâniyesinde
geçerli olmadığını savunmaktadır. Mevcut Big-Bang teorisine göre, evren 3
sâniye kadar kuralsız bir dönem yaşamıştır ve bildiğimiz fizik-kânunları (çekim
bunların arasında olmak üzere) ancak bundan sonra geçerli olmaya ve kendini
göstermeye başlamıştır.
Fakat şöyle bir problem var. İlk evrensel
yumurta tarafından oluşturulmuş tekillik oldukça büyüktür. Evrenin toplam
kütlesine dâir tahminler değişmektedir, fakat mevcut tahminlerden biri 2.6x1060'tır.
Kütleden, tekilliğin olay-ufku hesaplanabilir.
Buradan ışık-yılları genişliğinde bir olay-ufku
ortaya çıkmaktadır. Yâni kısacası, Big-Bang teorisyenlerinin evrenin
günümüzdeki gibi işlemeye başladığını iddia ettiği anda, evrenin tüm kütlesi,
kendi çekim-alanının yarattığı olay ufkunun hâlâ içinde olmak durumundadır.
Dolayısıyla, Big-Bang, günümüzde târif edilen
şekliyle gördüğümüz evreni ortaya çıkartamaz. Üç sâniye sonra, yâni günümüzde
bildiğimiz şekilde işlemeye başladığı anda, kendi çekim-alanının hâlâ etkisinde
olmalıdır, dolayısıyla ışık-hızını aşan bir kaçış-hızına ulaşamayıp kendi
üzerine çökmek durumundadır.
Bu düşünce-deneyi açısından farzedelim ki Tanrı
elindeki sihirli değneği salladı ve evren Big-Bang yoluyla ortaya çıktı ve de
kendi çekim-alanından kurtulmayı başardı. 2.6x1060'lık bir kütle/enerji bir
süper süpernova'ya eş-değer sıcaklık ve basınç durumu ortaya çıkaracaktır.
Biliyoruz ki bu koşullarda ağır elementler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla,
evren ilk-zamanlarında bildiğimiz tüm ağır elementleri ortaya çıkarmış
olmalıdır.
Peki o zaman Population
II türü yıldızları nasıl açıklayacağız?
Population II türü yıldızlar, içlerinde hiç-bir
ağır element olmayan yıldızlardır. Ömürlerinin sonunda patladıklarında ağır
elementler ortaya çıkar. Bunlar çevredeki yıldızlar tarafından süpürülür ve
Population I yıldızlar ortaya çıkar, genellikle etraflarındaki gezegenlerle
birlikte. Population I yıldızların ağır elementleri vardır. Population II
yıldızların ise yoktur.
Dolayısıyla, Big-Bang doğruysa evren, bildiğimiz
kurallara uyacak şekilde işlemeye başladığı ilk-anlarda ortaya çıkmış ağır
elementlerle dolu olmalıdır. Bu elementleri içinde barındırmayan yıldızlar
mevcut olmamalıdır. Fakat böyle yıldızlar vardır.
Population II yıldızların
varlığı, Big-Bang teorisi ile açıkça çelişki içindedir”.
2-Big-Bang'in
14 milyar yıl önce olduğu düşünülmektedir. Evrende gözlenen en uzak cisim 13
milyar ışık-yılı uzaklıktadır ve evren sâdece 750 milyon yaşındayken ortaya
çıktığı düşünülmektedir. Çünkü Big-Bang'den ortaya çıkan maddenin yıldız
oluşturması en az o kadar süre gerektirmektedir.
Fakat bir
problem vardır; 13 milyar ışık-yılı ötedeki cisimleri biz bu-günkü
hâlleriyle ve bu-günkü yerlerinde değil, 13 milyar yıl önceki hâlleriyle ve
bizim bulunduğumuz noktadan 13 milyar ötedeki şekliyle görüyoruz. Dolayısıyla,
bu galaksinin Big-Bang'den 750 milyon yıl sonra, Dünyâ’dan 13 milyar ışık yılı
uzakta yer alabilmesi için, 750 yıl içinde 13 milyar ışık yıllık mesâfe
katetmiş olması gerekmektedir. Bu ise söz-konusu galaksinin ışık-hızının 17
katından daha hızlı hareket etmiş olmasını gerektirmektedir ki Big-Bang
savunucularına göre gerçekten de evren ilk 3 sâniyeden sonra bir süre bu hızda
genişlemiştir. Yâni aynen “Epicycle Teorisinde” olduğu gibi, teori ile
uyuşmayan veriler ortaya çıktıkça, bu veriler zorla teoriye sığdırılmaya
çalışılmaktadır”.
Çelişkileri bu şekilde sıralayan Michael
Rivero:
“Ama yukarıda bahsettiğim
diğer tüm problemlerin o aşamada farkında olunsaydı, bu teori çözdüğünden çok
daha fazla problem ortaya çıkarıyor deyip, daha henüz kabûl etmeden Lamaitre'in
teorisini rafa kaldırırlardı.
Big-Bang’in mutlak-bir başlangıcı yoktur.
Bu yüzden Big-Bang teorisi en temelinde bilimsel değildir. Başı-sonu belli
olmayan bir teori bilimsel olamaz. Bir teorinin bilimsel olabilmesi için
başı-sonu bilimsel olarak târif edilebilmesi gerekir. Lâkin ilk 10-43 sâniye öncesi bilimsel
olarak açıklanamıyor.
Açıklaması yapılamayan önermelerin bir-gün
açıklamasının yapılabileceği bir inanç/dinden başka bir şey değildir. Hem sonsuza
kadar bir açıklama yapılmasını bekleyecek değiliz ya.
SON
SÖZ
Tolstoy
“Bir Gencin Dramı” adlı romanında, “Cehennem Adası” bölümünde bilim ile ilgili
olarak şunları hikâye eder:
-Velzevul “Peki, yalanı yutmayan bu bilgin insanlar nasıl
oldu da, kilisenin dîni bozduğunu görüp, onu aslına döndürmediler?”
O-anda pelerinli, düz yassı alınlı, elleri ve ayakları
ip-ince, kepçe kulaklı, mat siyah tenli bir şeytan ileri doğru çıkıp, kendine
güvenen bir edâ ile;
-Bunu yapmaya güçleri yetmez, ellerinde böyle bir imkân yok,
dedi.
Pelerinli şeytanın çalımından hoşlanmayan Velzevul sert
sert:
-Niçin, diye sordu.
Pelerinli
şeytan Velzevul'un sert ve bağırarak konuşmasına hiç kulak asmadı. Telaşsız bir
şekilde, diğer şeytanlar gibi diz çökerek değil de bağdaş kurarak oturdu. Sonra
hiç kekelemeden, yavaş-yavaş, ölçülü bir üslupla konuşmaya başladı:
-Bunu
yapabilmeleri mümkün değil, çünkü ben onların dikkatlerini bilmeleri gereken
şeylerden uzaklaştırıyor, hiç-bir zaman gereği gibi öğrenemeyecekleri lüzumsuz
bilgiler üzerine çekiyorum.
-Bunu nasıl beceriyorsun?
-Bunu yer ve zamâna göre çeşitli şekillerde yapıyorum.
Eskiden
teslisle ilgili ayrıntılar, Îsâ'nın soyu-sopu, özellikleri, Allah'ın sıfatları
gibi meseleleri bilmenin çok önemli olduğunu onlara telkin ediyordum. Onlar da
bu meseleler üzerinde uzun-uzun düşünüyor, tartışıyor ve birbirine
küsüyorlardı. Bu konular onları o kadar oyalıyordu ki, ne nasıl yaşadıklarına
bakıyorlar, ne de Îsâ'nın hayâtın anlamı hususunda söylediklerini
düşünüyorlardı. Sonunda her-şeyi birbirine karıştırdılar, öyle ki ne
söylediklerini kendileri bile anlamaz oldular.
Sonra ben
onlara, bin yıl önce Yunanistan'da yaşamış Aristo adlı bir adamın
düşüncelerinin, öğrenilmesi gereken çok önemli şeyin, altın yapmaya yarayan
taşı, tüm hastalıkları iyi eden, insanları ölümsüz kılan iksiri bulmak olduğunu
söyledim. En bilgeleri bile kafalarını bunlara yormaya başladı. Bunlarla
ilgilenmeyen kişilere de en mühim meselenin Dünyâ’nın mı Güneş etrafında, yoksa
Güneş’in mi Dünyâ etrâfında döndüğünü bilmek olduğunu telkin ettim. Dünyâ’nın Güneş
etrafında döndüğünü öğrenip, Dünyâ’nın Güneş’e kaç milyon verst uzakta olduğunu
hesap edince çok sevindiler. Yıldızların sonsuz olduğunu, bunlar arasındaki
mesâfelerin hesaplanmakla bitmeyeceğini, bu gibi şeyleri bilmenin hiç-bir
faydası olmadığını bildikleri hâlde bunları çözebilmek için daha büyük bir
azimle çalışmaya başladılar. Ayrıca onlara sonsuz sayıda olan bitki ve
hayvanların nasıl meydana geldiğini bilmenin çok büyük bir öneme sâhip olduğunu
öğütledim. Gerçi bunları bilmek onların bir işine yaramazdı. Bitki ve hayvanlar
da yıldızlar gibi sonsuz olduğu için bunları tam olarak bilmeleri mümkün
değildi, ama onlar olanca kuvvetlerini bu gibi şeyleri bilmek için
harcıyorlardı. Bu soruların birisini çözdükleri zaman karşılarına daha çok
soru çıkıyor, bu da onları çok şaşırtıyordu. Gerçekte, bilmedikleri şeylerin
alanı gittikçe artıyor, araştırılan hususlar daha karmaşık bir hâl alıyor, bu
araştırmalar netîcesinde elde edilen bulguların hayâta uygulanamazlığı gittikçe
daha çok artıyor ama onlar yine de hiç yılmıyor, uğraşılarının önemli olduğuna
yüzde yüz inanıyorlar. Sâdece zenginlerin eğlencesine veya yoksulların daha
yoksul olmasına yarayan bu bilgileri araştırmaya, yazmaya, bastırmaya, tercüme
ettirmeye devâm edip duruyorlar. Bütün bunlara ilâveten, onların işine
yarayacak biricik şeyi; Îsâ'nın öğrettiği hayat prensiplerini anlamasınlar
diye onlara, peygamberlerin hayâtın kânunlarını bilemeyeceklerini, tüm dinlerin
boş bir inanç ve yanılma olduğunu, hayâtın kânunlarını bilebilmenin tek
yolunun, benim uydurduğum, insanların yaşayışını inceleyen sosyoloji bilimiyle
mümkün olabileceğini aşılıyorum. Onlar da Îsâ'nın dîni doğrultusunda
yaşayacakları yerde, insanların yaşantılarını öğrenmekle, bundan bir-takım
prensipler çıkarmakla uğraşıyor, daha iyi yaşamak için bu uyduruk şeylerin
kendilerine yeteceğini sanıyorlar. Onlara, yanılgıları daha bir artsın diye
kiliseye benzer bir-şey daha telkin ediyorum.
Diyorum ki:
“Bilginin bilim temeline oturtulması lâzımdır”. Onlar da tıpkı kilise gibi,
bilimi de yanılmaz sayıyorlar. Kendini bilim-adamı gören kimi adamlar, bilimin
yanılmazlığına inandığı için, söyledikleri lüzumsuz ve çoğunlukla saçma olan bu
budala sözleri mutlak gerçekler olarak îlân ediyorlar.
İşte bu yüzden
şunu kesin olarak söyleyebilirim: Bu adamlar, benim uydurduğum bilime
kul-köle olduğu müddetçe, bizleri az kalsın yok edecek olan o adamın dînini
hiç-bir zaman anlamayacaklar.
Velzevul sonra teknik ilerlemeler şeytanına dönerek:
-Sen ne iş yapıyorsun, diye sordu.
-Ben,
insanlara, bir-çok yeni şeyi ne kadar çabuk yaparlarsa kendileri için o kadar
iyi olacağını telkin ediyorum. Böylece insanlar, hayatlarını, yapanların hiç-bir
işine yaramayan, diğer insanların da satın alması mümkün olmayan çeşit-çeşit
şeyler yapmak için harcıyorlar. Bu şeylerin üretimi gün be gün artmaktadır.
Velzevul daha sonra iş-bölümü şeytanına dönerek:
-Peki, ya sen, diye sordu.
-Ben,
insanlar değil de, makineler daha hızlı üretim yaptığı için onlara insanların
makineleşmesinin gerektiğini telkin ediyorum. Onlar söylediğimi yapınca da,
makineleşen insanlar kendilerini bu hâle getirene düşman oluyorlar.
Velzevul:
-Bu da güzel, dedikten sonra taşıt ve ulaştırma şeytanına
dönerek:
- Ya sen, diye sordu.
-Ben,
insanlara bir yerden başka bir yere çok çabuk varmanın kendileri için daha iyi
olacağını telkin ediyorum. Onlar da bulundukları yerde hayatlarını düzenleyecek
yerde bol-bol yer değiştirip, vakit kaybediyorlar. Saatte 50 km, hattâ daha
fazla hız yapabildikleri için havalarından yanlarına yaklaşılmıyor.
Velzevul ona da iltifat etti.
Sonra kitap baskıcılığı şeytanı ileri çıkıp, işinin
Dünyâ’da yapılan bir-sürü iğrenç ve budalaca işleri elden geldiği kadar çok
sayıda insana yaymak olduğunu söyledi.
Daha sonra güzel-sanatlar şeytanı işinin, insanları avutmak,
yüce duygular uyandırmak bahanesiyle onları kötülüğe sevketmek olduğunu
söyledi.
Ardından
tıp şeytanı, işinin, insanlara kendileri için en önemli şeyin sağlık olduğunu,
herkesin her şeyden önce sağlığı için kaygılanması gerektiğini telkin ederek
onları sürekli bu şekilde oyalamak olduğunu söyledi.
Kültür
şeytanı, diğer şeytanların idâre ettikleri tüm işlerin insanı mutlu kılacak
şeyler olduğunu, bunlardan faydalanan kişilerin üstün insan olacağını onlara
telkin ettiğini anlattı.
Eğitim şeytanı, insanlara, kötü yaşayarak, hattâ iyi
yaşamanın ne demek olduğunu bilmeyerek çocuklarına iyi yaşama yolunu
öğretebileceklerini telkin ettiğini açıkladı.
Ahlâk şeytanı, kendileri kötü oldukları hâlde, kötü
insanları nasıl yola getireceklerini onlara öğrettiğini îzah etti.
Uyuşturucu
maddeler şeytanı, insanların, kötü yaşantının verdiği acılardan kurtulup iyi
yaşamaya çalışmalarını engellediğini, onlara şarap, esrar, tütün, morfin gibi
maddelerle kendilerini uyuşturmanın daha doğru olduğunu öğrettiğini söyledi.
Hayır-işleri şeytanı, insanları yüce bir toplum düzeni adına
kandırdığını, böylece sınıflar arasında düşmanlık başlattığını söyleyerek
övündü.
Feminizm şeytanı, kadın ve erkek arasına ayrılık ve
düşmanlık soktuğunu söyledi.
O-sırada öbür şeytanlar da Velzevul'a doğru sürünerek:
-Ben konfor şeytanıyım! Ben moda!... diye ciyak-ciyak
bağırışıyorlardı.
Tüm bu söylenenlerden sonra Velzevul:
-İnsanların hayat-görüşü yanlış olunca, aleyhimizdeki
her-şeyin lehimize döndüğünü bilmeyecek kadar beni aptal mı sanıyorsunuz, diye
bağırdı.
Sonra kahkahalarla gülerek:
-Hepinize teşekkür ederim, dedi.
Daha sonra
kanatlarını çırparak ayağa firladı. Tüm şeytanlar Velzevul'un etrâfında halka
oldular. Halkanın bir ucunda küçük pelerinli şeytan, diğer ucunda bilim şeytanı
vardı. Tüm şeytanlar gülerek, çığlıklar atarak, ıslıklar çalarak, tıslayarak,
kuyruklarını sallayıp yere vurarak oynamaya, Velzevul'un etrâfında dönmeye
başladılar. Velzevul ise kanatlarını açıp-kapayarak ve de bacaklarını alabildiğine
kaldırarak ortada raks ediyordu.
Yukarıdan ise bağırışlar, inleyişler, ağlayışlar ve diş
gıcırtıları geliyordu yalnızca”.
Teorilerde,
doğrudan ziyâde, yanlışa düşme olasılığı çok-çok daha yüksektir. Meselâ bir
şeyi îcat edene kadar yüzlerce-binlerce ön-çalışmanın tamâmı yanlıştır ve onlar
“o şey” değildir. O çalışmaların değeri sâdece, gerçek îcâdın çıkması (doğru)
yolunda yapılan yanlış çalışmalardır. Söylene göre Edison, 9.999 kere denedikten sonra kusursuz ampulü
keşfedemeyince; “10.000.inci başarısızlığı göze alabilecek misin?” diye soran
arkadaşına “başarısız olmadım, yalnızca ampulü keşfetmeyen bir yol buldum”
demiş. Caner Taslaman:
doğru
tek bir düşünceye karşı yanlış düşünce kümesi çok geniştir”
der.
Evet; bu kitap boyunca
yazılanlar “mutlak-doğru” değildirler. Mutlak-doğruyu sâdece Allah söyler. Zâten “ölüm” dışında hiç-bir
şey mutlak-doğru olamaz. Bu yazılanların yanlışlarını başka biri düzeltebilir
ve geliştirebilir. Ama bu teori, meselâ Darwin’in Evrim Teorisinden daha güçlü
bir teoridir, Darwin teorisi gibi açmazlarla dolu değildir. Bu teoriyi Hârûn
Görmüş gibi “adı-sanı duyulmamış”, “bir kariyeri bile olmayan” birinin
söylemiş/yazmış olması itici gelmemelidir. Târihteki önemli buluşların çoğunu
kariyer sâhibi olmayan kişiler yapmıştır. Astronomi halkın mesleğidir. Bu teori
ciddi bir şekilde din ve bilim açısından değerlendirildiğinde olanaksız
gözükmez. Kur’ân’la ve bilimle ters düşmez ve uyuşmazlık göstermez.
“Sen kimsin ki? Ne
bilirsin?” diye yapılacak suçlama çok yanlış olacaktır. Bir şeyi anlamak için
ille de o konuda bir diploma sâhibi olmak gerekmez. Bir şeyi en iyi anlayan
kişi, ona en çok emek veren ve onu değişik açılardan bağımsız bir şekilde
okuyup sorgulayan kişidir. Meselâ Ali Şeriati şiir için şöyle der:
“Hiç-bir şâir
edebiyat fakültesinde resmi olarak öğrenci olmamış, bu fakülteyi bitirmemiştir.
Biri güzel-sanatlar okulundan gelmiş, biri tıp fakültesinden gelmiş, biri
iktisat okumuş, biriyse kesinlikle hiçbir şey okumamıştır. Günümüzün şiirinin
ruhunu anlayanlar, edebiyatın devinim yönünü duyumsayanlar işte bu
kimselerdir”.
“O hâlde yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın
insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme
yoktur, dosdoğru sâbit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)
Big-Bang Teorisi’ni Dünyâ’ca ünlü bilim-adamlarının ortaya koyması ve yine Dünyâ’ca ünlü bilim-adamlarının onaylaması bu teorinin kabûl edilmesi için delil değildir.
Yapmamız gereken şey meleklerin
îtiraf ettikleri gibi îtiraf etmektir: “Seni bütün eksikliklerden tenzih
ederiz Ya Rab! Bizim için, senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün
değildir. O her şeyi bilen hüküm sâhibi sâdece Sensin Sen" dediler” (Bakara
32)
Kitap
çok uzun oldu. Söz bitmiyor çünkü. Oysa bir-anlık duru bir bakış, yaratılışın
da bir-anda olduğunu gösteren en büyük delildir.
Bu söylediklerim, içinde
yanlışlar olma ihtimâli olan doğrular toplamıdır. Big-Bang Teorisi ise, içinde
doğrular olma ihtimâli olan yanlışlar toplamıdır. Bilim-adamlarının söylediği
bu Big-Bang teorisi “zan”dır, bizim 10.000 teorisi ise zannı gâliptir.
Tabî ki bu teori de (10.000
Teorisi) mutlak-doğru olan bir teori olmadığı için -ki mutlakı sâdece Allah
bilir-, biz bu teorinin bağnazı ve yobazı değiliz.
Bu 10.000 Teorisi bir
teoriden çok, “meta-teori”dir.
Benim kanaâtim bu
şekildedir, mutlak ve kesin bilgi ise Allah katındadır.
Bu yazdıklarım her ne kadar
âyetlerle ve fikirlerle desteklenmişse de netîcede bu yazı benim yorumlarım ve
görüşlerimden oluşan bir yazıdır. Bu yorumlarım ve sonuçta vardığım fikir ve
düşünceler, doğru ise Allah’tan, yanlış ise Şeytan’dan ve bendendir.
“De ki: Eğer ben sapacak olsam, artık kendi nefsim aleyhine sapmış olurum; eğer hidâyeti
bulacak olsam, bu da Rabbimin bana
vahyetmekte olduğu (Kur’ân) sâyesindedir. Şüphesiz
O, işitendir, yakın olandır” (Sebe’
50).
Kâinâtı ortalama 10.000 sene
önce bir-anda yaratan ve bunu bana ilhâm eden Allah’a sonsuz şükürler
olsun.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Notlar:
1-Bu kitabın yazılış nedeni, yazarın Big-Bang
Teorisi’nin Kur’ân ile bağdaşmadığını düşünmesidir.
2-Alıntı yaptığımız kişilerin tamâmı Big-Bang
karşıtı değildir. Bu şekildeki alıntıları ara-konularla ilgili olarak yaptık.
3-Bu kitap, inatçı kâfirler için değil,
Allah’tan içi titreyerek korkanlar (haşyet) için yazılmıştır.
4-Biz kâinatın nasıl oluştuğunu değil, ne zaman
oluştuğunu anlatıyoruz. Nasıl oluştuğu ile ilgili veriler masaldan farklı
değildirler. Bir de bu oluşumun bir zaman-sürecine gerek olmadan oluştuğunu
söylüyoruz.
BİRDEN-BİRE
Her şey birden-bire oldu.
Birden-bire vurdu gün ışığı yere,
Gökyüzü birden-bire oldu;
Mâvi birden-bire.
Her şey birden-bire oldu;
Birden-bire tütmeye başladı duman
topraktan;
Filiz birden-bire oldu, tomurcuk
birden-bire.
Yemiş birden-bire oldu.
Birden-bire,
Birden-bire;
Her-şey birden-bire oldu.
Kız birden-bire, oğlan birden-bire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar...
Aşk birden-bire oldu.
Sevinç birden-bire.
01. 04. 1950
Orhan VELİ
Hârûn Görmüş
Mart 2007
İlk Taslak: 30 Mart 2007 Cumartesi
10000 sene mi? Bu kadar şey okuyup, alıntılar falan yapıp, sonuçta vara vara dünyanın 10000 yaşında olduğu sonucuna mı varabildiniz? Pes doğrusu! O kadar komiksiniz ki, söyleyecek söz bulamıyorum. Dünya 4,54 milyar yaşındadır.
YanıtlaSil"Dünya 4,54 milyar yaşındadır" diyorsun. Peki sen bu sonuca okuya-okuya, araştıra-araştıra mı vardın? Bir yerden kopyala-yapıştır yapmak kolay, fakat bir veriye eleştirel bir şekilde yaklaşıp onun üzerinde derinlemesine araştırma yapıp farklı bir sonuca ulaşmak kolay değil. Bilim literatüründe "4.54 milyar yıllık yaş" verisi olmasaydı ve bu "4.54 milyar yıl"ı araştıra-araştıra sen bulsaydın, inan sana saygı duyar ve tebrik ederdim. Bilimin körü-körüne taklit edilmesinden nefret ediyorum. Yine de, insanların bilgiyle ilgilenmedikleri bir zamanda yapılan bu yorum
Silbenim için değerlidir. Sağol.