3 Şubat 2015 Salı

10.000 Teorisi ve Big-Bang'in Çöküşü 2 (devâm)

Ön-kabÛL

Caner Taslaman:

“Hayâtımızda bâzı görüşleri belli bir şekilde edindikten sonra artık bunlar ön-kabûl olarak zihnimize eşlik eder ve bir-çok olguyu bu ön-kabûllerle değerlendiririz. Her gördüğümüz olguda, bu olguyu anlamamızı mümkün kılan ön-kabûlleri en baştan gözden geçirmeye hiç-birimizin gücü yetmez; bu yüzden daha önce edindiğimiz belli kanaatler, sonraki olguları değerlendirmemiz için “ön-kabûl” görevi görürler” der.

Çoğu insan bilim-adamlarından duyduğu her şeyi mutlak birer doğru zanneder. Bilim-adamlarının bir-takım felsefi ya da ideolojik ön-yargılara kapılmış olabileceklerini aklına getirmez. Çünkü halk, bilim-adamlarını “lâ yüsel” ve “lâ yuhti”: “hesap sorulmaz ve hatâ etmez” zannediyor. Tabi birileri de onları o şekilde gösteriyor. Oysa bu bir aldanmadır, çünkü bilim-adamlarının bir bölümü, sâhip oldukları bâzı ön-yargıları ya da bağlı oldukları felsefî görüşleri bilimsel bir görünüm altında topluma empoze ederler. Örneğin, tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten başka bir şey oluşturamadığını gözleriyle gördükleri hâlde, evrendeki ve canlılardaki tasarımın ve düzenin tesadüfen ortaya çıktığını savunurlar. Evet; bilim-adamlarının çoğunun temel ön-kabûlleri vardır ve teorilerini bu ön-kabûllere göre şekillendirirler. Çünkü mevcut hayattan bağımsız düşünce üretilemez. Bu yüzden bilim-adamlarının ne dediğini dinlemenden önce, onların oto-biyografilerine bakmak gerekir. En azından müslüman âlimler bu kişilerin “cerh ve tâdilini” yapmalıdırlar. Kâinât tümüyle Big-Bang ön-kabulüyle yorumlanmaktadır. Peşinen doğru kabul edilen hipotez ve teoriler ile yapılan gözlemler, mutlak-doğru kabûl edilen bu hipotez ve teorilere uygun bir şekilde yorumlanacakları için, yanlış çıkarımlara sebep olacaktır. Big-Bang Teorisi de aslında bilimin değil, bilim-adamlarının kendi felsefi ön-kabûllerinin bir sonucudur. Bu kabûl ediş, “fikrî bir kabûl ediş” değil; arzuların kışkırttığı bir kabûl ediştir. Duygusal bir kabûl ediş. Karârı veren, arzu ve hevâ-i hevestir. Halk da zâten duygusal bir kabûl edişle anlamadan kabûl ediyor Big-Bang’i.

Hangi teorinin/düşüncenin kabûl edileceği, medeniyetin hangi medeniyet olduğuyla alâkalıdır. Batı medeniyeti başka, İslâm ise başka sonuçlar üretir. Her paradigma kendine-özgü bir toplumsal/bilimsel/siyâsal yapı üretir.

Kişi içinde bulunduğu sosyo-kültürel ortamdan bağımsız düşünemez.

Abdurrahman Arslan:

“Unutmamak lâzım ki, zihin bir boşlukta değil; içinde faâliyet gösterdiği sosyo-kültürel ortamda şekillenir. Bu tabî ki büyük nispette zihni kendi-başına bırakırsan böyle olur. Bu-gün olduğu gibi o ortama uyum göstermek için çaba sarf ediyorsanız, o ortamda şekillenir ve ondan gelen kirlilikleri pek fark etmezsiniz. Akıl bize hükümler çıkarmada yardımcı olur; ama bunları, şekillendiği sosyo-kültürel ortamdan hareketle oluşturur. Dolayısıyla akıl boşlukta oluşmaz; dış-dünyâyı yorumlamamızda bize öncülük eden zihniyet kendiliğinden meydana gelmez; bizim doğarken beraberimizde getirdiğimiz bir şey değildir. Yaşadığı ortamda hem algılar hem de tepki verir; yâni bir-yandan yargılara varır, bir-yandan da kendini inşâ eder. Dolayısıyla kirlenmiş malzeme, aklı inşa ettiğinden dolayı, size doğruyu söylemede yanlış hareket eder” der.

Erol Anar:

“İnsanların çoğu aslında toplumsal-yaşam içerisinde gerçeği aramazlar, daha doğrusu gerçek diye bir sorunları yoktur. Çünkü çoğu-zaman gerçeğe ulaşma çabası riskli ve tehlikelidir. Bu yüzden “sistem” tarafından kendilerine sunulan sanal-gerçekliği yaşamayı tercih ederler. Çoğu insanın sorunu, içinde bulunduğu konumu korumak ve geliştirmektir. Bunun için, gerçek olmadıklarını bilseler de inanırlar ya da inanmış görünürler. Öyleyse toplumun bütünü için gerçek ya da gerçeklik diye bir kavram söz-konusu değildir.

Gerçeği ve hakîkati arayanların başına ise târihsel olarak hep kötü şeyler gelmiştir. Gerçek, sistemin düşmanıdır, onu en ince yerinden kırar, dağıtır.

Matrix filminin ünlü bir sahnesinde, filmin bir kahramânı kaşığı bakışıyla büken diğerine şöyle der: “Aslında kaşık yoktur.”

Gerçekte böyle midir?

Aslında kaşık vardır, ama kaşığın bükülmesi eylemi yoktur. Bu bir illüzyondur, yalnızca beyinde öyleymiş gibi algılanmaktadır. Ama öyleymiş gibi  algılandığı için, onu algılayanın gözünde “gerçek” olarak nitelenebilir. İşte manipülasyon da böyle bir-şeydir, tıpkı kaşık gibi gerçeğin bükülmüş ve başka bir-şeye dönüşmüş şekliyle gösterilmesidir.

Simulasyon kuramını geliştirmiş olan Jean Baudrillard’a göre ise simulakrum, orijinali, gerçeği, ilk-örneği olmayan; kendisi zâten kopya olan birşeyin kopyasını anlatan bir terimdir. Baudrillard, gerçeğin çöktüğünü ve onun yerini “hiper-gerçeklik”in aldığını ve bir simulasyon çağına girildiğini savunur. Bu hiper-gerçeklik, hem sistem hem de gönderen olarak ortadan kaldırıp model düzeyine yükselttiği gerçeği yok etmektedir.

Resmî ideolojinin egemen olduğu rejimlerde ise, yine sistem kendi ideolojik aygıtları eliyle “sanal bir gerçeklik” yaratır ve toplum algılayışında bunun gerçeğin yerini almasına çalışır. Gerçeği savunarak “sanal gerçekliğe ve yalanlara” karşı çıkan kişiler ise cezalandırılırlar. Çünkü sisteme göre “gerçeklik” yoktur, yalnızca kendi “sanal gerçekliği” gerçektir. Neyin gerçek, neyin sanal olduğu birbirine karışmıştır. “Gerçek”, Büyük Birader’in sözleri ve ideolojisidir; bunlar da konjonktüre göre değişebilir” der.

Bilim-adamları bu teoriyle birlikte kendilerinin insan-üstü bir varlık olduğuna inanmaya başladılar. Nerdeyse kâinâtı kendilerinin yarattığını söyleyecekler. Sanki bu evren babalarının malı. Ey insanlar! bilim-adamlarını rabler edinmeyin. Çünkü bilim-adamları da ahlâka ihtiyaç duyan âciz bir-takım insanlardır.

Mahcub Taha:

“Hiçbir araştırmacı, çalışmasına kişisel duyguları ve psikolojik yapısından tamâmen bağımsız olarak yaklaşamaz. Aksine araştırmacı belli bir felsefeye dayalı referans çerçevesi ile ilişkisi içinde oluşan tutkularını, görüşlerini ve beklentilerini araştırmasına yansıtmaktadır” der.

Abdurrahman Arslan: 

“Hiç-bir bilgi tarafsız değildir ve kendine göre bir sosyâl-dünyâ kurmak ister” der.

Yusuf Kaplan:

“Kişinin durduğu ve baktığı yer, gördüğünü etkiler, belirler” der.

Caner Taslaman:

“Dikkat edilmesi gerekli önemli bir husus, fizikçilerin her ifâdelerinin fizikle ilgili olmadığıdır; fizikçiler kimi-zaman evren veya madde üzerine konuşurken felsefe veya teoloji gibi alanlara geçmekte, fakat kişileri söylediklerinden ziyâde akademik kimlikleriyle değerlendirenler, bir-çok zaman bu geçişi anlayamamakta ve bu söylenenleri bilimin deneysel ve gözlemsel verileriyle karıştırabilmektedirler”  der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Tefekküre yabancılaştırıldığımız, kaba bir pozitivizme saplanıp kaldığımız için bilimlerin sınırlılığını fark etmiyoruz, bilim için hâlâ pek çok şeyin büyük bir meçhûlden ibâret olduğunu hatırlamıyoruz” der.

Dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını okuduğu bilinen Charles Darwin, gözlemlerine başlamadan önce de zihninin bir köşesinde bu teoriyi biliyordu. Yâni “tabula rasa” (boş) bir zihinle gözlemlerini yapıp da sonradan teorisini oluşturmuş değildir. Evrim Teorisi de belli bir ön-yargıyla ortaya atılmış bir teoridir.

“Big-Bang her şeyi açıklayabilmektedir”, “Big-Bang’de her şey yerli-yerine oturur” gibi laflar “elinizi” nereye sallasanız çarpacak olan sözlerdir. Hâlbuki, insanlar sapık fikirler de üretebilmişlerdir ve bu fikirleri “güzel” ve felsefî kelimelerle bezeyerek onu hakîkatmiş gibi gösterebilmektedirler. Meselâ Hristiyanların Baba-Oğul-Kutsal-Ruh miti, Panteizm-Vahdet-i Vücut felsefesi gibi. Bu felsefelere bakarsanız, her şeyin bu felsefelere tam anlamıyla uygun olduğunu, tam da söylendiği gibi olduğunu, her şeyin tam açıklamasını yaptığını ve bu felsefelerde hiçbir çelişkinin olmadığı yalanı söylenir durur. Fakat vahyin penceresinden bakıldığında bu fikirlerin ne kadar sapık ve yanlış fikirler olduğu “âlim”lere açıktır. Bir fikrin var olmuş olması onu ille de meşrûlaştırmaz.

Bilimin içinde insan unsuru  bulunmaktadır ve insanların toplumsal şartlanmalar, ön-yargılar, apriori kabuller, kavramsal ve kapasite yetersizlikleri gibi sınırlılıkları vardır.

Kâinâtı anlamak için gözlemcinin özne, gözlemlenenin ise nesne olması gerekir. Modern-bilim bunun tam tersini yaparak çeşitli modern dayatmalarla gözlemciyi nesne konumuna sokarak, gözlemlenenin sorgulanmasına ve eleştirilmesine izin vermiyor. Rousseau:

“Özne ile nesne arasında kesin bir mesâfe vardır ve özne nesnesine her türlü göreneksel, dinsel, ahlâksal, siyâsal, ideolojik kabûllerden arınmış olarak çıkmalıdır” der.

  Bilim-adamlarının gözlemleri neticede sanal gözlemlerdir, çıplak gerçeklikler değildir. Eskiden, gözlemlenen “nesne” gözlemleyen “özne” iken, şimdi ikisi de nesne oldu. “Özne”nin/insanın yerine konan teleskop ne kadar üstün olursa-olsun. Gözlemleyen de nesne olunca gerçek değil, görüntü esas alınıyor.

Bilim, toplumsal bir değer/yapı ön-görmez, ön-göremez de.. Bu sebeple toplumu/insanı ikinci plâna atar ve ürettiklerini tüketen bir nesneye dönüştürür.

Bilim felsefecisi Caner Taslaman da:

“Bilim-insanlarının her görüşünün bilimsel olmak zorunda olmadığına, bilim-insanlarının da felsefi, teolojik, ideolojik, kültürel ve alışkanlıklarından kaynaklanan kanaatleri olduğuna ve asıl önemlisi, bilimsel olguları yorumlarken bunların etkisinde olabildiklerine dikkat edilmelidir. Kısacası bilim-insanlarının, bilimsel konularda yaptıkları her açıklama “saf bilimsel” değildir. Çözümsüzlükle oluşan boşluklar, bir-çok zaman apriori inançlarla, felsefî veya teolojik görüşlerle doldurulmaya çalışılır” der.

Evet; Big-Bang Teorisi de bu yüzden apriori bir sonuç olarak kalmaya mahkumdur.

Thomas Kuhn, hayâtının bir döneminde hemen-hemen herkesin, bilim-insanının ön-yargılardan arınmış, hür bir ‘gerçek arayıcısı’ olduğu kanaâtine sâhip olduğunu söyler; bilimsel olmayı hür-fikirlilik ve objektiflik olarak, en azından hayâtımızın belli bir döneminde nitelemişizdir. Oysa Kuhn, gerek teorik, gerek deneysel çalışmalarda, bilim-insanlarının genelde objektif olamadığını söyler. Bilim-insanlarının çalışmalarına başladıkları zamanki ön-görülerini haklı çıkarmak için gerek aletleriyle, gerekse teorilerindeki denklemlerle oynamaktan kaçınmadıklarını belirtir.

İnsanlar tüketişine göre düşünürler. Buna bilim-adamları da dâhildir. Modern tüketiş-biçimleri, modern düşünüş-biçimleri doğurur. Bu da biçimlere uygun bilimler üretir ki modern bilim budur.

Thomas Kuhn’un, bilim-insanlarının sâhip oldukları paradigmanın ön-kabulleriyle olguları değerlendirdiklerini ve bu ön-kabullerden dolayı objektif olamadıklarını söyler.

Kuram/teori seçiminde baz alınan şey nedir? Ortada somut bir gösterge olmadığına göre mutlaka bir fikirsel/düşünsel/inançsal baz gerekir. Peki bu baz ne/neye göre olmalıdır? Konjonktür mü?; din mi? Sorun, temel-ilkenin ne olacağı sorunudur. Bizce bilim, bir kriterden yoksundur. Ya da bilimin bir-çok kriteri vardır ve bu kriterlerin bir sonu da olmaz. Kriterlerini konjonktür belirler. Bilimin gerçek bir kriteri yoktur.

Bilimsel teoriler, genel olarak Dünyâ’nın “genel ideolojisi”ne uygun olurlar. Dünyâda hangi ideoloji hüküm sürüyorsa ona uygun olan teoriler üretilir ve kabûl edilirler. Devrimler, bilimsel-devrimleri de yanında getirir. Artık bilim-anlayışı da “devrim”e uydurulur. Kuhn; bilimsel değişimin temelde birikimsel değil de bağlantısız ve devrimsel olduğunu öne sürer.

Celâleddin Vatandaş:

“Şurası açıktır ki, ideolojinin toplumsal fonksiyonu, toplumsal yapı hakkında bireylere doğru bilgi vermek değil, bu yapıyı destekleyecek eylemlere yöneltmektir. İdeoloji, taraftarlarına neyin değerli, neyin değersiz olduğunu; neyin korunup devâm ettirilmesi veya neyin değiştirilmesi gerektiğini gösterir ve bu yoldan taraftarların davranışlarını şekillendirir. Bilmek ve anlamak ile ilgilenen felsefenin ve teorinin aksine, ideolojiler toplumsal ve politik tavır ve davranışlarla ilgilidir. İdeolojiler, fertleri politik davranışa ve bu davranışın genel çerçevesini belirlemeye sevk eder. Şu-hâlde ideoloji, kaçınılmaz biçimde sahte bilgidir. Bu demek değildir ki, ideolojilerde doğru bilgi öğeleri yoktur. Elbette ki vardır. Ama önemli olan, ideolojik bilginin, gerçek karşısında yetersiz bilgi olmasıdır: Çelişkileri saklayarak, bireylerin deneyimleriyle sınırlı bir ilişkiler ağını genelleştirip temsil ettiği için sahtedir, hayâl ürünüdür, ideoloji, toplumsal kuruluşu oluşturan ilişkilerin tümel birliği yerine, doğru olarak, bu kısmî ve sübjektif ilişkileri ve onlara ilişkin bilgiyi sunar. Bu işleviyle, bir birleşme, dayanışma aracı, ortamıdır; ama, îmal edilmiş bir Dünyâ’da ideoloji, ne-denli bilimsel görünme çabasının ürünü olursa-olsun, pek-çoğu açık ve ispatlanabilir olmaktan uzak düşünceleri birbirine bağlayan önermeler demetidir. Doğru olduğu ileri sürülen şey, denetimden geçirilmez. İdeologlar, olgular dizisinden kendi iddialarını, sübjektif ispatla destekler görünenleri seçer ve öne sürerler. Bu bağlamda ideologların amacı, var-olduklarına inandıkları ve başkalarını inandırmak istedikleri şeylerin gerçek ve doğru olduğunu saygın (bilimsel) yöntemlerle kanıtlamak değil, bunu başkalarına benimsetmektir. İdeologlar, haklılıklarını ispatlamak isterler. Delillerin kendi ileri sürdükleri gerçeklikte olduğunu savunurlar. Onları yalanlayabilecek her şeyi, her yolu inkâr ederler. Bu açıkladıklarımızın bir başka açıdan, Bell tarafından ifâde edilen biçimiyle; ideoloji, bir siyâsal topluluğun soyut değerlerini kapsayan, somutlaştıran, yorumlayan bir söylem/belirtim sistemidir. Aşkın bir ahlâk anlayışına (örneğin târihe) dayanarak, içerdiği değerlere ve inançlara haklılık kazandırmak ister. Ayrıca, haklılık kazandırmaya çalıştığı inançları gerçekleştirmek için, insanları eyleme katılmaya çağırır” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Her bilim-disiplini mutlaka bir Dünyâ-görüşü ile ilintili bulunmaktadır. Modern-bilim okulları da doğal olarak modern Dünyâ görüşünün bir yansımasıdır” der.

Althusser’e göre insanın bilincini, Dünyâya bakış çerçevesini, sosyâl hayâtı kurgulayışını sağlayan referans ideolojidir. Bilinç Dünyâ’sı, insanın içinde yer aldığı maddî koşullar tarafından belirlendiği için, ideoloji insanla onun maddî ortamı arasına giren bir bağ olarak çevresini yorumlamasını sağlamaktadır. Bu anlamda ideoloji “yanlış bilinç” (false consciousness) işlevi görmektedir. 

J. J. Rousseau:

“Modern-bilim ve kapitâlizm, modernizmin aslî bileşenleri olarak, paylaştıkları evren tasarımıyla modern Dünyâ’nın biçimlenmesinde önemli etkiye sâhiptir. Modern-bilim ve kapitâlizmin eş-zamanlı olarak artaya çıkmıştır/çıkarılmıştır. Modern-bilimin temelleri, Batı uygarlığının kabuk değiştirdiği bir dönemde atılmıştır. Avrupa’da özellikle 16.yy.dan îtibâren başlayan iki önemli gelişme vardır: Modern-bilim hareketi ve yükselen kapitâlizm. Bir-yanda Newton, Descartes, Galileo gibi bilim hareketinin öncüleri; diğer yanda da feodâl engellerden ve kilisenin baskılarından kurtuldukça gelişen ekonomik girişimciler. Bu iki önemli gelişmenin birlikte yol alabilmesinin târihsel ve sınıfsal temelleri bulunmaktadır. Her ikisi de feodâl-aristokratik kurumlardan ve kiliseden özerkleştikçe, orta-çağın kurumlarını toplumdan ve evrenden izole ettikçe genişlemektedir. Bu engeller aşıldıkça yeni bir evren de kendini göstermektedir: Modernite. 

Modern-bilim ve kapitâlizm, târihsel uzlaşmalarının yanında, aynı evren modelinin üretilmesine katkıda bulunmak ve yeni evrenin havasını solumak anlamında da bir mutâbakata varmaktadır. Bu ikilinin modernitenin sac-ayakları olarak anılmalarını mümkün kılan ortak bir evren anlayışları bulunmaktadır. Bu evrenin hangi uzlaşımlar aracılığıyla belirlendiğinin ortaya konulması, modernite evrenini ve onun rasyonelliğini anlayabilmek açısından stratejiktir. Bilim-hareketinin öncüleri (örneğin, Descartes) ile yeni Dünyâ’nın diğer öncüleri olan ekonomik girişimcilerin (örneğin, Fuggerler) ortak bir düzlemde nasıl buluşabildiğinin anlaşılması, aynı-zamanda modern Dünyâ’nın temellerinden birine de ışık tutacaktır”. der.

Kâinâtı anlamak için gözlemcinin özne, gözlemlenenin ise nesne olması gerekir. Modern-bilim bunun tam tersini yaparak çeşitli modern dayatmalarla gözlemciyi nesne konumuna sokarak, gözlemlenenin sorgulanmasına ve eleştirilmesine izin vermiyor. Rousseau: “Özne ile nesne arasında kesin bir mesâfe vardır ve özne nesnesine her türlü göreneksel, dinsel, ahlâksal, siyâsal, ideolojik kabullerden arınmış olarak çıkmalıdır” der.

Ömer Çaha:

”Derin toplumsal yapılar, yoğun toplumsal ilişki ağının tümü, ideolojik yaklaşımlar tarafından basit bir akıl kurgusuna ve mantığına dayandırılarak, tek-tip işleyen bir kural ile açıklanır. İnsanlığın tüm hayat-telâkkileri, târihsel dönemlerde ortaya koyduğu tüm ürünler, eserler, Marksist literatürde olduğu gibi basit bir-kaç kavrama indirgenir ve sınırlı bir mantıksal kurgu ile açıklanmaya çalışılır. İdeolojiler bu anlamda “total illüzyonlar” üretirler. Totaliter dönüşüm ve gelecek kurgusunu birleştiren ideolojiler aynı-zamanda devrimci projeler geliştirmek durumunda kalırlar. Ne yazık ki yirminci yüzyılın insanlık târihinde eşi-emsali görülmedik barbarlığının arkasında bu tür devrimci, dönüştürücü, totaliter ideolojiler yer almaktadır. Hayâli toplum projesine seslenen ideolojiler, mevcudu değersizleştirdiği için bu ideolojilerin pençesine takılanlar mevcutla tatmin olmayan doyumsuz, psikolojik sorunlu insanlar oluverir.

İdeoloji “gerçek”, “akıl” ve “bilimle” uyuşmaz. Hattı-zatında modern Dünyâ’da ideolojiyi gölgede bırakan ve onu yıpratan değerler bunlar olmuştur. İdeoloji bu anlamda hayâli olup (imajınary), gelecek toplumu ve zamânı tasarlamaya, kurgulamaya dayanır. İdeologlar zıplayarak yürüyen insanlardır; ayakları yere değmez; hayâl-perest bir düşünce Dünyâ’sı tarafından âdeta abluka altına alınmışlardır. Özellikle bilimle karşıtlığı çerçevesinde gündeme geldiğinde ideolojilerin kör olduğu, var olan realiteyi görmeye yanaşmadığı anlaşılmaktadır. İdeolojiler “mevcut ilişkileri” değil, “fenomenâl ilişkileri” esas alan bir tutum geliştirir. Bu anlamda ideolojiler dâima olması gerekene vurgu yaparak var olanı es geçerler. Bununla birlikte ideolojiler toplumların doğal evrimine rıza göstermezler. Her bir ideoloji ister-istemez “inşâ” edici bir projeye dayanmakta, bu anlamda toplumsal mühendislikçi bir projeksiyon geliştirmektedir. İdeolojiler bu noktadan hareketle toplumsal messiyanizm üreterek ideologlarını toplumunu kurtaran birer Mesih gibi algılarlar. Yirminci yüzyılda kendine gündem bulmaya çalışıp ideologunu bir mesih gibi kurgulamayan bir ideoloji hemen-hemen yoktur”  der.

Birileri meselâ insanların evrimleşmesi, maymun, mağara vs. gibi saçma târihler düşünceler hayâl ederek onun üzerinde çalıştı ve onlara göre argümanlar topladı ve onları savunmada o argümanları kullandı/kullanıyor. O argümanlar dayatıldı/dayatılıyor. Oysa siyâset farklı olsaydı farklı argümanlar toplanıp o argümanlara göre yorumlar yapılırdı. Meselâ İslâm siyâseten hâkim olsaydı onun yönlendirdiği argümanlar toplanıp yorumlanır, ona göre kolaylıkla argümanlar bulunabilirdi.  Bu iş hangi siyâsi konjonktürün iş-başında olduğu ile alâkalıdır. Hangi siyâsete, düşünceye, ideolojiye göre argüman toplanacak? sorun budur.

Şahabeddin Yalçın’ın “Kuhn ve Bilimsel Relativizm” adlı makâlesinde bu konu irdelenir ve şunlar söylenir:

“Bilimsel bilgi, birikimsel bir şekilde yâni yeni bilimsel kuramların önceki kuramlar tarafından keşfedilen olgulara yeni olgu ekleme biçminde ilerler.

Bilimsel Relativizm: “Hakîkat, bilimsel kuramlardan bağımsızdır” der.

Kuhn’a göre bilimsel kuramların temel amacı hakîkata ulaşmak olmadığı gibi, hakîkat da bilimsel kuramlardan bağımsız değildir. Kuhn’a göre bilimsel bilgi tıpkı dil gibi esas îtibâriyle bir topluluğun ortak-malı olduğundan onu anlamak için onu yaratan ve kullanan grupların genel niteliklerini bilmek gerekir. Kuhn, bilimsel değişimin devrimsel usunun temelinde, bilim-adamları topluluğunun bilimsel araştırmalarını farklı inanç, teknik ve ‘olgular’ içeren bir ‘paradigma’ içerisinde yapmaları olduğunu iddia eder. Bu ise bilimsel kuramlar arasında varolduğu düşünülen devamlılığın olmadığı anlamına gelir. Kunh’a göre ‘paradigma’, bilim-adamları topluluğunun bilimsel ilgilerini, fenomenlerin nasıl görülmesi gerektiğini, neyin olgu olarak kabûl edilip neyin reddedilmesi gerektiğini ve bilimsel yöntemin karakterini belirler.

Kuhn’un devrim yaratan bilim-felsefesine göre, bilimsel bir disiplinde paradigma değişmesi, bir-takım rasyonel ilkelere değil, bunun yerine o disiplinde araştırma yapan bilim-adamlarının sosyolojik ve psikolojik tercihlerine yahut kararlarına dayanır. Öyle ki, Kuhn, paradigma seçimini bir siyasi kurumlar kümesi seçimine benzetir: “Siyâsi devrimlerde olduğu gibi, paradigma seçiminde de ilgili bilim-topluluğunun tercihinin üstünde her-hangi bir ilkeler manzûmesi yoktur”. Bilim-adamları topluluğunun seçimi de her zaman rasyonel ya da bilimsel değildir. Başka bir deyişle, Kuhn’a göre bilim-adamlarının kararlarında bilimsel normlara dayanmayan tarihsel ve toplumsal etkenler önemli rol oynar”.

Thomas Kuhn paradigmayı şöyle açıklar:

“Paradigma, belli bir zaman-dilimi içinde bir grubun yada topluluğun düşünme biçimi ve davranışlarını belirleyen bir dünyâ-görüşü, bir algı dayanağı, bir izlenceler bütünü, bir model, bir perspektif. Kuhn, paradigmayı belirli bir bilim-insanları topluluğunun paylaştığı ortak değerler, inançlar ve anlayışların oluşturduğu düzlem olarak tanımlamış ve bilgi üreten kavramsal şemanın zaman içinde değişebileceğini vurgulamıştır.

Said Nursi:

“Bâzen fikir arzu sûretini giyer, muhteris şahıs nefsâni arzusunu fikir zanneder” der

“Psikolojik teorilere evrensel doğru statüsü verilemez” diyen Jung, “insanın tek-amacı, yapabildiği kadar varlığının karanlık olan bölümüne bir ışık yakmaktır” diyerek de maksadını açıklamaktadır.

Kuhn’un bilim-felsefesine göre bilimsel kuramlar rasyonel gerekçelerle değil, sosyolojik sebeplerle kabûl ya da red edilir.

Meselâ Higgs bozonu için bir yazıda şu söylenmiştir:

“Cenevre yakınlarındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda (BHÇ) yürütülen iki deneyden ATLAS'ın sorumlusu Fabiola Gianotti, düzenlenen basın toplantısında 126 giga elektron volt (GeV) aralığında sinyal aldıklarını söyledi”. Görülen bir şey yok, alınan bir sinyâl var ve alınan bu sinyâli aranılan şey olarak kabûl edip-etmeme durumu var. Kabûl edilecekse gerekli işlemlerin/prosedürlerin tamamlanmasından ve açıklamanın yapılacağı sahnenin hazırlanmasından sonra parçacığın bulunduğu açıklanacak.

Bilim-adamları kuramlar arasında seçim yaparken, evrensel rasyonel ölçütleri ve kuramdan bağımsız olduğu düşünülen gözlemsel ve deneysel verileri temel alırlar. Bu görüşe göre bilimsel ilerleme birikimsel olduğundan, bilim-adamlarının amacı olgu-evrenini genişletmek ve bu olguları en iyi açıklayan ve dolayısıyla kuramsal bilgiyi arttıran kuramsal yapıları belirleyen mantıksal ilkeleri kullanmaktır. Kuhn ise bilimin amacının hakîkat olmadığını söyleyerek bu görüşe şiddetle karşı çıkar ve hakîkatin kuramlardan bağımsız olduğu savını reddeder. Kuhn’a göre bilim-adamının amacı bir kuramı doğrulamak ya da yanlışlamak değil, kabûl edilen kuramı destekleyen kanıtlar bulmaktır.

Kuhn, bilimsel disiplinlerin farklı safhalardan geçtiğini ve her safhada bilimsel araştırmanın karakterinin değişiklik gösterdiğini öne sürer. Devamlı tekrarlanan bu bilim-safhaları şu şekilde formüle edilebilir:

1) İlkel gelişmemiş bilim;
2) Olağan gelişmiş bilim;
3) Bunalım dönemi bilimi;
4) Devrim dönemi bilimi;
5) Yeniden olağan bilime götüren anlaşma dönemi.
 
Kuhn’a göre sosyal bilim disiplinlerinin çoğu hâlâ bilimin bu gelişmemiş devresinde olup ilk-paradigmanın oluşmasını beklemektedirler. Paradigma, genel olarak, bilim-adamlarının nasıl bilimsel çalışma yapacaklarını belirleyen gizli ve açık ilkeler manzûmesidir. Kuhn, ‘paradigma’ terimini farklı anlamlarda kullanmakla berâber, esas îtibâriyle bu terim, Kuhn’un felsefesinde standart, ön-kabul, inanç, gizli kurallar, yöntemler ve bilim-adamları topluluğunun kullandığı teknikler-kümesi anlamında kullanılır.

Bilim-adamları arasında genellikle bir uyum ve ahenk söz-konusudur. Bu uyumun verdiği avantajı kullanan bilim-adamları, normal bilim devresinde genelde problem ya da Kuhn’un deyimiyle ‘bulmaca’ (puzzle) çözerler ve kuramın yâhut paradigmanın uygulama kapsamını genişletmeye çalısırlar. Örneğin, bilim-adamları, Kopernik’in yıllık paralaks tahmînini doğrulamak amacıyla özel teleskoplar geliştirmişlerdir ki bu, olağan bilimin karakteristik bir özelliğidir. Bu dönemde bilim-adamları, yeni tür fenomen ya da kuram peşinde koşmaz, tam tersine, yeni kuramlara karşı genelde hoş-görüsüzdürler.

Ne var ki, bilim-tarihinden de görüleceği üzere gözlem ve deneylerle doğrulanamayan bilimsel tahminler her zaman varolmuştur. Normal bilim-devresinde bu aykırılıklar, kuramı yanlışlayan şeyler olarak görülmezler; çünkü böyle durumlarla karşılaşıldığında suç, kurama değil de her zaman gözleme yahut araştırmayı yapan bilim-adamına yüklenilir. Örneğin Kuhn’un da dediği gibi “…Newton kuramının tahminleri ile sesin hızı ve Merkür’ün hareketi arasında ciddî problemler olmasına karşın, kimse Newton kuramını ciddî bir biçimde sorgulamamıştır”. Bu dönemde bilim-adamları kuramı kurtarmak amacıyla elinden gelen her-şeyi -örneğin zorlama (ad hoc) hipotez geliştirme- yaparlar. Bu yüzden normâl bilim-devresinde bilim-adamları genelde kuramsal yenilikleri bastırmaya çalışırlar.

Bâzen çözülemeyen sorunlar öyle bir noktaya ulaşır ki, bilim-adamları artık paradigmaya olan güvenlerini yavaş-yavaş kaybetmeye başlarlar. Çözülememiş sorunlar çoğalıp ‘krize’ yol açtığında bilim-adamları paradigmayı sorgulamaya ve yeni paradigma arayışına başlarlar. Bu süreç içerisinde birbiriyle yarışan ve farklı sorun çözme yaklaşımlarına sâhip yeni paradigmalar ortaya çıkabilir. Yeni paradigmaların ortaya çıkmasıyla kriz derinleşir. Her paradigma farklı sorunları ve çözüm-yollarını meşru görür. İşte bu noktada Kuhn’un ‘devrimci bilim’ adını verdiği dönem başlar. Devrimci bilim dönemi, eski paradigmaya bağlı olan bilim-adamları ile yeni paradigma ya da paradigmaları savunan bilim-adamlarının mücâdele ettiği dönemdir. Bu dönemde artık normal bilim dönemindeki kurallar geçerli değildir; bilim-adamları felsefî ve meta-fizik tartışmalara girerler ve paradigmalar arasında tercih yapmak için neyin ölçüt alınması gerektiği üzerinde tartışırlar. Bu tartışmanın sonucunda bilim-adamları daha iyi sorun çözme yolları sunan yeni bir paradigmaya geçiş yaparlar.

Kuhn’a göre paradigma değişiminin temelinde bilim-adamlarının rasyonel karârı değil, sosyolojik ve psikolojik faktörler önemli rol oynar.

Kuhn’a göre gözlem ve deney dâima bir kuram çerçevesinde yapıldığı için o kuramın gizli kabûllerini içerir. Kısacası gözlem ve deney paradigmaya izâfi olduğu için farklı paradigmalardan farklı dünyâlar görülür. Buna göre, sâdece bilim-adamlarının veri yorumlama biçimleri farklı değildir, aynı-zamanda verilerin kendileri de farklıdır. Bu yüzden de Kuhn, bilim-adamlarının farklı dünyâlarda yaşadığını iddia eder.

Hem Newton hem de Einstein mekaniğinde gördüğümüz ‘kütle’, ‘zaman’, ‘mekan’ gibi kavramlar, bu iki kuramda farklı anlamlara sâhiptir. Başka bir deyimle, Kuhn’a göre bilimsel terimlerin anlamları, örneğin ‘kütle’, ‘zaman’, ‘mekan’ gibi terimlerin anlamları, kuram-bağımlıdır (theory-bound).

Yukarıdaki ifâdelerden de kolayca anlaşılacağı gibi, Kuhn’a göre kuram seçiminin salt rasyonel olması mümkün değildir. Bu da bilimi nesnel bir olgusal temelden yoksun bırakmaktadır. Çünkü Kuhn’un bilim-felsefesine göre paradigmalar sâdece bilime içkin değil, fakat aynı-zamanda doğaya da içkindir. Kuram seçiminde farklı paradigmaya bağlı olan bilim-adamları ortak ön-kabul veyâhut değerlere sâhip olmadıklarından ve karar verirken farklı ölçütler kullandıklarından, kuram seçimi göreli bir biçim kazanır; çünkü bir paradigmanın diğerine olan üstünlüğünü kanıtlayacak mantıksal argümanlar söz-konusu değildir paradigma seçiminde.

Öte-yandan Lakatos, Kuhn’un bilimsel değişmeyi mistik bir karaktere bürüdüğünü ve din değiştirmeye benzettiğini iddia eder: “Kuhn’a göre bir paradigmadan diğerine yapılan bilimsel değişme, rasyonel ilke ve kurallar tarafından yönlendirilemeyen mistik bir din-değiştirme biçimindedir”. Lakatos, Kuhn’un bilimsel hakîkati ya da doğruluğu belirlemeyi güçlülerin eline terk ettiğini yazar. Lakatos’a göre eğer bir kuramı kabûl ya da red etmek için her-hangi bir rasyonel evrensel ilkeye değil de, onu savunanların sayısına, bağlılığına ve seslerinin ne kadar yüksek çıktığına bakacak isek, o zaman hakîkat, gücü elinde bulunduranların kontrôlüne girer ve bilimsel değişme de bir tür  ‘kitle psikolojisine’ döner.

Kuhn’un bilimsel ilerleme fikri ontolojik bir temele dayanmayıp daha çok kuramların sorun çözme yeteneğiyle ilgilidir: Örneğin: “Newton mekaniğinin Aristoteles mekaniğini daha ileri götürdüğünden ve Einstein’in bulmaca-çözücü araçlarının Newton’unkilerden daha iyi olduğundan hiç bir kuşkum yok. Fakat bu süreklilikte ben hiç bir tutarlı varlık-bilimsel gelişme yönü görmüyorum” der. Kuhn, ilerleme fikrine inandığını söylemekle berâber bu ilerlemenin hakîkate doğru bir ilerleme olmadığını apaçık bir şekilde ifâde eder”.

Yâni bir ilerleme yok, bir düzeltme ya da düzeltememe var. Değişikliği yapan şeyler bunlardır.

Okullarda matematik, fizik, felsefe, sosyoloji vs. dersleri, çağın yada birilerinin oluşturmuş olduğu “geleneğe” göre işlenir. “Herkes bu ortak-geleneği benimser ya da benimser gibi davranır. (Bâzen de bu gelenekten nefret edenler geleneği şiddetle eleştirirler). Artık herkes bu ortak-geleneğe göre düşünmeye başlar. İşte Big-Bang Teorisi de bu ortak-gelenek tarafından oluşturulmuş ve benimsenmiş/benimsettirilmiş modern bir gelenektir. Artık herkes bu geleneği kabûl etmelidir.

Fizikçi ve felsefeci olan Ernst Mach, deneysel fizikçilerin sanâyi ve ordu ile iş-birliğinden tedirgin olmuş ve bilim-adamlarını ilk eleştiren kişiler arasında yer almıştır. Bilim-adamlarının sâdece toplumun yararına çalışması gerektiğini vurgulamıştır.

Birinci Dünyâ Savaşı’na dek bilim-adamları tarafsız, toplumun refahı için çalışan, dürüst ve güvenilir kişiler olarak bilinir ve bu anlamda sistematik bir şekilde olumsuz eleştirilere mâruz kalmazlardı. Birinci Dünyâ Savaşı ile birlikte bilimin saflığı ve dürüstlüğü tartışılmaya başlanmış, bilimi ordunun ve kapitâlizmin yönlendirdiği iddiaları da artmıştır. Bilimin tarafsızlığı tartışılırken siyâsi yönü de konuşulmaya ve gündemde tutulmaya başlanmıştır.

İkinci Dünyâ Savaşı belki de bilimin mâsumiyetine ve tarafsızlığına en ağır eleştirilerin yapılmasına ön-ayak olmuştur. Birinci ve İkinci Dünyâ Savaşı sonrasında artık bilim-adamları, yeni ve öldürücü silahlar geliştirmekten, bombalar tasarlamaktan, üretmekten ve hattâ savaş-alanlarına sürmekten sorumlu tutulmakta ve suçlanmaktaydı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom-bombaları bilimin askerîleştirildiği iddialarını iyice pekiştirmişti.

Kuhn, bilim-adamları tarafından kabûl görmüş olan inançlar bütününe veya problemlerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda üzerinde hem-fikir olunan geleneklere paradigma adını vermiştir. Târihte “Kopernik astronomisi”nin, “Newton dinamiği”nin veya “dalga optiği”nin zamânında kabul görmüş gelenekler olduğunu ve bunların her birinin birer paradigma olduğunu ifâde ediyordu.

Kuhn’a göre “Bir konuda zihinsel veya kavramsal modele sâhip olmak demek, o konuda bir paradigmaya sâhip olmak demektir. Bilim-adamlarının hangi deneyleri nasıl yapacaklarını, hangi sorunları öncelikli kabûl edeceklerini, hangi soruları soracaklarını belirleyen şey, sâhip oldukları paradigmalardır. Belirli bir paradigmaya sâhip olmayan bir bilim-adamı olguları bir-araya bile getiremez, çünkü paradigmanın olmadığı yerde bilimin gelişmesini sağlayan tüm olgular eşit derecede önceliklidir. Bir olgu diğerlerinin içinden seçilmiş ise bu paradigma sâyesinde olur.”

Kuhn, bilimin istikrarsız olduğunu ve kazanılmış bilgilerin toplamı olmadığını iddia eder. Kuhn’a göre “bilim süreklilik göstermez ve istikrar arzetmez, bilimsel süreç zaman-zaman gerçekleşen devrimlerle kesintiye uğrar. Bu devrimleri bilim, temel kabûllere ters düştüğü için başlangıçta kabûl etmek istemez ve bastırmaya çalışır.

Ancak devrimler öyle bir hâl alır ki, bilim bu devrimleri ve radikâl değişimleri kabûl etmek zorunda kalır. Daha önce radikal sayılan devrimler normal bilim hâline gelir ve bilim-adamları tarafından ortaklaşa kabûl gören bir olgu olur.”

Kuhn, bilimin “akılcı olarak seçilmiş deneysel çerçevelere dayanan ilerici ve yavaş-yavaş artan bir bilgi-birikimidir” şeklinde özetlenebilecek geleneksel tanımını reddediyor, bilimin dogmatik bir inanç-sistemi olduğunu söylüyordu. Örnek olarak Ptolemy (Batlamyus) astronomisinde “Güneş, Dünyâ etrafında döner” veya flojiston’lu kimyada “yanma, maddenin içerisinde bulunan ve ‘flojiston’ adı verilen maddenin açığa çıkması sonucu gerçekleşir” şeklindeki paradigmaların, bu-günkü kabullenişlerle ters düşmesine rağmen, yüzyıllar boyunca bilim-adamları tarafından savunulduğunu ortaya koyuyordu. (Flojiston: Eskiden simyâcılar maddeleri yanan ve yanmayan olarak sınıflandırmışlardı. Yanan maddelerin yanmasına neden olan şeye filojiston denir).

Kuhn’a göre “eğer Ptolemy astronomisi veya flojiston’lu kimya için mit (hikâye) diyeceksek, bu iki paradigma yerine “Dünyâ, Güneş etrafında döner” veya “yanma, maddenin oksijen-gazı ile birleşmesi sonucunda oluşur” şeklindeki şu-anda kabûl görmekte olan paradigmalar da pekâlâ ileride mit olarak adlandırılabilir. Eskiden yüzyıllar boyunca kabûl görmüş olan Ptolemy astronomisi veya flojiston’lu kimya için bilim diyeceksek, o hâlde bilimin, vaktiyle bu-günkü inançlarımızla ters düşen ve hiç bağdaşmayan inançları içerdiğini kabûl edeceğiz. Bu mantıkla yola çıkıldığında, hangi kabûllenme yapılırsa-yapılsın, bilimsel gelişmeyi bilgilerin birikim süreci olarak tanımlamak mümkün değildir.”

Kuhn, bilim-adamlarının objektif ve bağımsız olarak düşünemeyeceklerini, hattâ onların bir paradigmaya sâhip muhafazakârlar olduğunu, paylaştıkları paradigmanın geçerliliğini doğrulamak için sâhip oldukları kendi bilgilerini problemin çözümüne uyguladıklarını iddia ediyordu. Bilim-adamlarının gerçeklerin peşinde olmadıklarını, sâhip oldukları dünyâ-görüşü (paradigma) çerçevesinde, bulmaca çözmeye çalışan insanlar olduğunu söylüyordu.

Kuhn bilimsel istikrarın zaman-zaman gerçekleşen bilimsel devrimlerle bozulduğunu ön-görüyor ve bilimsel devrimlerin yapısını şu şekilde özetliyor: “Bilimsel teoriler, doğa olaylarını açıklayabildiği sürece bilime ‘normal bilim’ denir. Doğa olaylarını açıklayan teorilerin bütünü bilim-adamlarının sâhip olduğu paradigmaları şekillendirir. Normal bilim sürecinde bilimsel istikrar sürerken, bilim-adamlarını, araştırma sonuçları öyle bir noktaya getirebilir ki, araştırma bulguları sâhip oldukları paradigmalarla çelişir. Başlangıçta paradigmaları tehdit eden bu bulgular kabûl edilmek istenmez ve görmezlikten gelinir. Bu aşamaya ‘kriz durumu’ denir. Ancak araştırma safhaları ilerledikçe ve çeşitliliği arttıkça elde edilen bulguların kabûl görmekte olan paradigma ile olan çelişkisi artar ve bilimin inatçılığı kırılmak zorunda kalır. Bu kriz-durumunu aşmak için bilim-adamları eski paradigmalarını yeni bir paradigma ile değiştirmek zorunda kalırlar. Bilimsel istikrar ve süreklilik böylece bozulmuş olur. Periyodik olarak bilimsel devrimler bu aşamalarla sürüp gider. Bir zamanlar bilimsel devrim olan yeni paradigma artık normal bilim hâline gelmiştir. Bir sonraki yeni bir bilimsel devrime kadar bilim, istikrarını ve sürekliliğini korur. Yeni kriz çıktığında istikrar ve süreklilik tekrar kesintiye uğrar.

Bilim bu şekilde döngüsel olarak gelişir. Normal bilimi devrim izler, sonra yine normal bilim, arkasından devrim.. bilimsel devrimlerin yapısı budur. Bilimsel devrimlerin sonunda paradigmadaki bir değişim, bilimsel araştırmanın temel kavramlarını değiştirir ve eski paradigmalarla hiç bağdaşmayan yeni kanıt standartların, araştırma tekniklerinin ve teorilerin önünü açar.”

Kendilerini sâhip oldukları dünyâ-görüşü dışına çıkamayan ve bu dar-inanç çerçevesinde bulmaca çözmeye çalışan insanlar olarak niteleyen Kuhn’a en büyük tepkiyi tabî ki de bilim-adamları göstermişlerdir. Çünkü bilim-adamları kendilerinin kahramanca ve kişisel çıkar beklemeksizin gerçeği arayan ve gerçekliği sorgulayan kişiler olarak bilinmesini istiyorlardı. Ayrıca Kuhn, bilimi istikrar ve süreklilikten yoksun, akıl-dışı sapmalarla kesilen basit bir etkinlikmiş gibi tanımlıyordu.

Post-modernist kuramcılar, bilim varsayımlarının cinsiyetçilik koktuğunu, bilimsel çalışmaların temelinde kapitâlizmin yattığını, bilim ve teknolojinin toplum ve çevre üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu iddia ediyorlardı.

Eren Erdem:

“Teknoloji, (âlim ile zenginin gayrı-meşrû çocuğu) ve teknolojik ilerleme, para ile bilginin evliliğinden doğan bir çocuk misâli ortaya çıkıverdi. Ve babasının (paranın) sözünden çıkmayan bir evlat olarak büyüdü, salındı”  der.

Güçlü ülkelerin son teknolojik silahlara sâhip olmasının “caydırıcı unsur” olarak normal karşılandığı, diğer ülkelerin bu silahları topraklarında bulundurmasının, kullanmasının ise “potansiyel tehdit unsuru” olarak algılandığı ve yadırgandığı durum da bu paradigmanın bir sonucudur.

Kemâl Sayar:

“Teknoloji hayâtın kendiliğine ve doğallığına müdâhale ediyor” der. Böyle olunca da doğallık tarafından denetlenemeyen bir standart belirleniyor ve herkesin bunu kabûl etmesi isteniyor.

Bu paradigma; laik, seküler, kapitâlist, liberâlist, neo-liberâlist, hazcı, konformist, modernist, bireyci, hümanist, emperyalist, şerefsiz, tağutist bir paradigmadır. Bu paradigma, şeytanın telkin ettiği ve dayattığı, uşaklarının da ne pahasına olursa-olsun uygulamaya soktuğu/sokmaya çalıştığı bir paradigmadır.

Big-Bang’e inanmak ile -hayâli psikolojik görmeleri saymazsak- hiç-bir zaman gerçekten görülemeyen UFO’lara inanmak arasında fark yoktur. UFO’lara inananlar gerçekten de bir-şeyler görüyorlar, fakat o gördükleri şey, zannettikleri şey değildir. Işık hüzmesi, balon, uçak, gök-taşı vs.leri UFO olarak yorumluyor sâdece. O şeylere o şekilde inanmak istedikleri için, gördükleri o şeyleri UFO olarak yorumluyorlar. İşte Big-Bang’e inananlar da, evreni Big-Bang merkezli yorumlamak istedikleri için o şekilde yorumluyorlar. Oysa ortada kesin bir delil yok. Bir şey görüyorlar-gözlemliyorlar, -oysa o şey çok farklı şekillerde de yorumlanabilecekken- onu “inançlarının-arzularının gereği olarak” Big-Bang’in delîli gibi yorumluyorlar. Zâten daha ilk-başta o amaçla bakıyorlar-gözlem yapıyorlar.

Tağutun uşakları, sınırsız şehvetlerinin bir sonucu olarak hayâl ettikler piyasayı oluşturmak ve oturtmak için kâinât örneğinden yola çıkmanın kolaylığını ve etkisini fark ettikten sonra, istedikleri piyasa düzenine uygun bir evren tasarımı ortaya attılar ve bunu çeşitli yollarla tüm Dünyâ’ya yansıttılar. Evrenin mekanik ve serbest bir hareketi olduğunu ve bunun doğal bir şey olduğu için piyasanın da “serbest” bir durumda olmasının doğal olduğunu ve ahlâk ile de örtüştüğünü göstermeye çalıştılar ve büyük ölçüde de bunu başardılar. Artık herkes “serbest”liğe meftûn bir şekilde hareket etmeye başladı. Bu durumun en büyük destekçisi olan şehvet de bunu körükleyince haz-perestlik öne çıktı ve haz da en çok “tüketerek” sağlanabiliyordu. Artık “ne kadar tüketirsen o kadar mutlusun ve başarılısın” düşüncesi Dünyâ’ya hakim oldu. Bunu modern-bilim ve neo-liberâlizm, çok büyük engel olan kilise/din bakış-açısını sınırlayarak yaptı.

Bunlarınki sapıklıktan başka bir şey değil. Zâten yaptıklarının kötü sonuçları ortada. Yaptıkları doğru ve iyi bir şey olsaydı, sosyâl/kamusal alanda çirkin bir şekilde mâkes bulmazdı.

Ali Bulaç:

“Sosyal bloklar, gruplar, cemaât ve topluluklar dağıtıldıkça, birey atomize olmakta, bu da devletin ceberrutlaşma imkân ve isteklerini daha çok arttırmaktadır. En demokratik Batılı ülkelerde en ceberrut devletler vardır ve fakat târihte görülen kaba ceberrutluktan farklı olarak modern devlet, bilim, teknoloji ve kurumlar aracılığıyla bu ceberrutluğunu rafine etmekte, hattâ gizleyebilmektedir” der.

“Geçmiş” mutlak olarak târif edilemez. Geçmişten bahsederken yorum yapmak gerekir. İşte sorun; bu yorumun hangi kafayla/zihinle/ideolojiyle/inançla yapıldığı sorunudur. Neden bir-zaman önce farklı yorumlanan evren şimdilerde farklı yorumlanıyor? Yine, neden şimdiki yorumları ideâl yorumlar olarak kabûl edelim? Tağutların iktidâr olduğu bir Dünyâ’da telkinler şeytandan gelir.

İnsan, bir şeyi sorgusuz-suâlsiz kabûl etmeye programlandığında, gerçeklerin gösterilmesi bile onu yolundan çevirmeyecek ve inandığı şeyin doğru olduğunda ölümüne ısrarcılığını koruyacaktır.

Bu teori tüm Dünyâda ortak-akıl ile oluşturulmuş ve kabûl edilmiş bir teori değildir. Tam tersine, batı-merkezli eğitim sistemlerinin aracılığı ile özellikle “geri kalmış” ülkelere “dayatılan” bir teoridir.

Rudolf Carnap, doğa biliminin temelinin “protokol önermeleri” adını verdiği, doğrulanmaya ihtiyaç duymayan, herkes için geçerli, geri kalan önermeler için referans oluşturmaya yarayan başlangıç önermelerinden oluştuğunu iddia etmiştir. Oysa algı öznel bir şeydi, dolayısıyla protokol önermeleri nesne durumunu yansıtmıyordu. Bunun için de bilim-insanları arasında uzlaşma gerekliydi, bu mümkün olamayacağı için de ancak bir dayatma söz-konusu olabilirdi. Protokol önermelerinin doğruluğu, ancak özneler arasında sınanabilirdi; oysa çok farklı, çok sayıda yaşantılar, dolayısıyla algılar vardı.

Caner Taslaman:

“Batı’dan transfer edilen bilim ve eğitim sisteminin paradigması bir paket hâlinde Dünyâ’nın her yerine ulaşmış, bu paket, teknolojik geriliklerinin yıkım ve komplekslerini yaşayan ülkelerce, analitik bir değer­lendirmeye tâbi tutulmadan benimsenmiştir” der.

Teoman Duralı:

“Galileo’yla birlikte başlayan bilim-felsefe geleneğinde biyolojinin, yânî organik olanın yerini mekanik almıştır. Yeni-çağda organik olan sevilmiyor, çünkü organik bilim-dışı kabûl edilmiştir. Organik olan, her şeyden önce insana yakındır ve insan kendinden bir-çok şeyi onda görebilmektedir. Hâlbuki yeni-bilim bunu özellikle yasaklıyor ve hiçbir duygudaşlık kuramazsın diyor” der. Ey bilim-adamları!; Bırakın cansızlarla o kadar uğraşmayı da biraz canlılarla ilgilenin.

Kuhn;

Paradigmaya bağlı çalışan bilim-adamlarının paradigmayı sorgulayamayacağını, paradigmanın ancak -din değiştirir gibi- başka bir paradigmaya geçilmesiyle terk edilebileceğini söyler. Kuhn; bilimsel bilginin yalnızca belli bir paradigma içinde önemli olduğunu ve objektif bilgi olmadığını (bir paradigmanın dışında o paradigmanın bilgisinin doğruluğu için bir kriter olmadığını) söyler.

Caner Taslaman:

“Dinde, Tanrı’nın ödülü olduğu gibi, bilimde de, bilim cemaatinin maaş veya takdir gibi ödülleri vardır; dinde, dînî cemaatin dışlaması veya kabûlü önemli olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin dışlaması veya kabûlü önemlidir; dînin tartışmasız ön-kabûlleri olduğu gibi, bilimin de tartışmasız ön-kabûlleri vardır. Belki de bu yüzden Kuhn, ‘bilim’in mutlaka bir paradigma içinde yapıldığını belirttikten sonra, ‘paradigma değişimleri’ni din-değişimine benzetmiştir. Kuhn’un, bütün bilimsel çalışmaları, paradigmaya bağlılıklarından dolayı objektif olmayan ve olamayacak uğraşlar olarak târif etmesi bence abartılı bir yaklaşımdır; fakat bilimsel çalışmaların bütünü olmasa bile, bir bölümünün böyle olduğu görülmektedir” der.

Bilimin devlet politikasına bağlı olarak çalışmalarını gerçekleştirdiğini vurgulayan Paul Feyerabend, “Bilim pek-çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır” der.

Kuhn’un bilgi teorisindeki görüşü tamamen görelilikçidir, objektif bilimsel-bilginin mümkün olmadığı, var olan bilimsel kanaâtlerin ancak belli bir ‘paradigma’ içinde geçerli olduğu kanaatindedir. Ona göre bilimsel ilerleme diye bir şey söz-konusu değildir; ne tüme-varımcı bir şekilde bilgileri artırmak, ne de sürekli yanlışlayarak daha sofistike bilgilere erişmek mümkündür. Bir paradigmaya bağlı yapılan bilimsel faaliyetin bâzı dönemlerde bunalıma girdiği görünür, bu dönemlerde devrimci bir şekilde paradigma değişikliği olur. Kuhn’a göre bu değişiklik din değiştirmeye benzer. Bir paradigmanın diğer bir paradigmaya üstünlüğünü belirleyecek hiçbir objektif kriter yoktur, bu yüzden bilimsel ilerlemeden söz-edilemez.

Ali Şeriati de bu bilimsel paradigmadan rahatsız:

“Batı'da yıllarca boş-yere tükettiğim ömrüme yazıklar olsun!” Avrupa'nın felsefî, bilimsel, insâni değerleri, yaşamı ve duyguları, her şeyi, ama her şeyi; teknolojinin yarattığı saygısız, kuru ve ruhsuz zihinsel olgulardır. Ve sevgiden, özden ve erdemlerden uzak olan doğası, hayâtı, davranışları ve insanı, fotoğraf makinesinin yansıttığı yalancı ve gölge görünümlerden başka şeyler değildir. Böyle demekle zâhidce, sofice ve ideâlistçe bir sevgiyi ve ruhu amaçladığım sanılmasın. Tabiatın ruhundan, eşyânın özünden ve insandan söz-ediyorum. Salt akla dayanarak resim çeken fotoğraf makinesi karşısındaki nesneyi bir varlık olarak saptıyor, o kadar. Karmaşık, yüce, derin, güzel ve anlamlı yapıyı, içteki yaratıcı cevheri, hayat-ötesi ışınları ve gizli yönleri yansıtamıyor. Kimyâsal formüllerle oluşmuş bir cisim, bir madde veya kalıptır insan bu makinenin karşısında; onun gönlünde yanan ateşleri, gösterinin anlamını ve rûhî-mânevî duygularını ne bilsin! Eşyâyı değerlendirmede salt kuru akıl, bu fotoğraf makinesinden daha mı yeteneklidir ki!

Şimdi, bu fotoğraf makinesinin bizim güçlü olmamızda, ihtiyaçlarımızı gidermemizde, yaşamın felsefesini anlamakta ve varlıklar üzerinde egemenlik kurmamızda ne yararı olacaktır? Öyleyse, aklın yanı-sıra, Allah'ın insana verdiği tüm diğer yetenekler de; gerçeği anlamada, öz-uyanışı gerçekleştirmede; evreni, bulunan duygulu ruhla tabiatın nabzında eleştirmede ve ortaya yeni bir yapı çıkarmada; fıtratları keşfetme, bağımlılıkları anlama, târih, çevre ve genetiğin getirdiği ve üzerimize yüklediği günlük hayvâni yaşamdan kurtulma, bedence mi'râca çıkma, değerleri olgunlaştırma ve toplum ve bireyi kurtarma eylemlerinde kullanılmalıdır.

Batılı-görüş açısından bilimin, felsefenin, sanatın hattâ ideolojilerin ve adâlet düşüncelerinin teknolojiye dayanması bir rastlantı değildir. Kendilerinin de îtiraf ettikleri gibi, ideoloji teknolojiye köle yapılmıştır Batı'da. Bu da, ideolojilerin temelde teknolojik gelişiminin zorunlu bir yansıması olmasından ve burjuvazinin kara göğsünden süt emip, materyâlizmin kucağında eğitilmesinden ileri gelmektedir.

Bu kuşak târih boyunca laubâli, haklıyı ezen, sorumsuz ve bozguncu düşünce sistemleriyle, Yezîd gibi ayyaş, arsız, fâsık ve ahlâksız çocuklar yetiştirmiştir. Bu düşünce sisteminde para biriktirmek, zorbalık, tüm gerçekleri ayakları altına alıp, tüm değerleri hiçe saymak kendi çıkarlarına uygun geldiği sürece mubahtır ve bu mubahlık hiçbir sınır taşımaz, gerçeklerle alay ederek şöyle der: “Ne Kitâb vardır, ne Allah. Ne kıyâmet vardır, ne de hesap günü... Varsa da yoksa da her şey bu Dünyâ’dadır.”

Doğal olarak Hakk'ın ve gerçeğin olmadığı yerde, lezzetin ve zevklerin egemen olacağı kesindir. Eh, Dünyâ’da hesap-kitap da olmadığına göre, öyle demiyor mu Lenin: “Her ahlâkî değer yalandır; çünkü amaçsız, duygusuz ve bilinçsiz bir Dünyâ’da, değerler hayâlden ve telkin edilmiş duygulardan ibârettir; halka yutturulan bilim-dışı aldatmalardan başka bir şey değildir”.

Max Palanck’ın dediği gibi; “Kepler, Dünyâ’ya bilinçli ve haberdar bir yasanın egemen olduğuna inandığı için fizik-biliminin yaratıcısı oldu.” Çünkü araştırmasından önce bu îmanı taşıyordu. Fakat Kepler’den daha akıllı olmasına ve daha yeni araştırmalar yapmasına karşın, bu esasa -bütün varlığa bir irâdenin egemen olduğu ve varlıktan her parçanın bu tek ve büyük hükümranlıkta kendi yükümlülüğünü yerine getirdiği esasına- inanmadığı için, Palanck’ın onca dehâ ve aklı sâdece cüzî araştırmalar yapmak yolunda harcandı. Örneğin, fare kuyruğundaki x ışınlarının araştırılması, araştırılmakta olan konular arasında yer almaktadır.

Ali Şeriati:

“Öğretiye bağlı bir uzman, fizik uzmanı da olsa, onun iktisat ve sınıflar konusundaki görüşünün ne olduğunu o söylemeden kestirebilirsiniz. İktisatçı olup da bir öğretiye bağlıysa, bu iktisatçının tabiat âlemi konusundaki felsefî inancının ne olduğunu kestirebilirsiniz. Neden? Çünkü bir öğretiye bağlı bir kimsenin iktisâdî, toplumsal, dînî, felsefî görüşü, hattâ siyâsal cephe alışı, sanatsal ve edebi duyumsayışı uyumlu bir doku ve bir ilgi-bağı içerisinde yer alır. Onun boyutlarından birini tanımakla onun öteki düşünce ve zevk boyutlarını belirtebilirsiniz. Çünkü öğretiye bağlı bir kimsenin inançları, duyguları, amelî yaşayışı, siyâsal ve toplumsal yaşayışı, aynı biçimde düşünsel, dînî ve ahlâkî yaşayışı, birbirinden ayrı, rasgele, dağınık ve birbiriyle ilintisiz değildir. Görünüşte birbiriyle ilintisiz olan boyutlar-dizgesi, tek bir ruhla yaşamaktadır ve aynı gövdede uyumlu bir şekil taşımaktadır.

19. yüzyıl toplum-bilimi, daha çok inanç toplum-bilimi idi ve bu söyleyişle, Avrupalıların yükümlü toplum-bilim dedikleri şeyi amaçlıyorum. Oysa bu-gün, öteki bilimlerin ideolojiden uzaklaşma ve hattâ omuzları yükümlülük yükünden kurtarma, iyiyi kötüyü belirlemekten ve değerler konusunda yargıda bulunmaktan [Jugement des valeurs] sakınma edimleriyle uyumlu olarak toplum-bilimde yalnızca gerçeklikler konusunda yargıda bulunmaya [Jugement de realite] yönelir. Açıkça iyi ve kötüye el atmaktan, çözüm yolu sunmaktan, yol göstericilikten, sorumluluk kabûl etmekten, toplumsal, ahlâkî ve insanî yükümlülükten ve genel olarak bir inancı kabûl etmekten, uygulama ve inançta somut bir yön ve hedef edinmekten kaçınır. Değerlendirme ve doğruya yöneltme yerine, olguları ortaya koyma, bölümleme ve çözümlemeye yönelir sâdece. Bu doğrultuda şu kuramı ortaya atmıştır; Yükümlülük, inanç ve hedef, bilime zarar verir ve inanç çerçeveleriyle ve belirli ideolojik değerlerle sınırlar. Özel inanç, araştırmanın dizginini kendiliğinden ele geçirir ve onu istediği ve inandığı mecrâya çeker. Sonuçta bilim, gerçek olan her şeyi, var olan her-şeyin gerçeğini bulmak için yansız araştırmalarda bulunma yerine, inancın işine gelen belirli sonuçları arar duruma gelir; inancın doğruluğunu kanıtlayan gerçeklikleri elde eder. Çünkü bir inançlı araştırmacı [dîne ya da küfre, ruha ya da maddeye, sosyalizme ya da kapitâlizme, özgürlüğe ya da diktatörlüğe vb. inanıyor olabilir], doğal olarak bağımsız olamaz. Garazsız ve bağlantısızlığı amaçlayan bir araştırmacıyı ise inceleme-araştırma özü yönlendirir. O, ulaştığı her sonuca inanıp güvenir. Örneğin bir sosyalist, yansız ve bağımsız bir târih araştırmacısı olamaz. Çünkü o, târihte yalnızca sınıf-çatışması arar. Sınıf-çatışmasından bir iz bulduğu her yerde onu genelleştirir. Bulamadığı yerdeyse te’vil edip yorumlar. Sınıf-çatışmasına karşıt gerçeklikler gördüğü her yerde bu gerçeklikleri görmezden gelir. Kimi-zaman görmez, göremez bile. Çünkü onun gözünde kendisine-özgü inancının rengini taşıyan gözlük bulunmaktadır der.

Marxist filozof Louis Althusser, bilimsel bilginin yenilenmesini toplumsal üretime benzetir. O da Kuhn’un paradigmaları gibi, bilimin problematiğinin, araç ve metotlarının farklı ortamlarda farklı anlamlar kazandığını savunmuştur.

Her bilgi-sisteminin mutlaka bir sosyâl boyutu olduğunu savunan J. Habermas; amaçların, çıkarların v.s. bilimsel araştırmalarda ve bilimsel bilginin ortaya konmasında önemli olduğunu söylüyor.

Hiç-bir bilimsel gelişme ve felsefî tartışma, târihsel arka-planından yalıtılarak anlaşılamaz.

Darwin’in, Malthus’un “Nüfusun Prensipleri Üzerine” adlı kitabından etkilenerek evrim teorisini ortaya attığı söylenir. Yâni sosyâl bir olgudan hareketle bu teori üretilmiştir. Demek ki tüm teoriler sosyâl-ekonomik-felsefî olgulardan etkilenerek oluşturulmuşturlar. Orijinâl teoriler değildirler. Ön-bilginin yorumlanmasının sonucudurlar. Young gibi bâzı bilim-insanları Darwinizm’i Malthusçuluk ile eşitlemişlerdir. Târihçi John Greene, “doğal seleksiyon” fikrini ilk-olarak bir-birlerinden bağımsız şekilde dile getiren bilim-insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep İngiltere’den aynı dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik ortamları ile kültürlerini, bu bilim-insanlarının, canlılar dünyâsına yansıttığına bu olguyu delil göstermektedir. Dönemin etkili düşünürleri Malthus’a ve de hem onun üzerinden hem de doğrudan Darwin’e ve Wallace’a etki ettiler. Pozitivizme, kültürel evrime, iktisâda dâir fikirler; canlılar dünyâsında, Evrim Teorisi’nde yansımalarını buldu. Tüm bu fikirler Evrim Teorisi’nin oluşumu kadar kabûlünde de etkili oldu.

Yâni Dünyâ’nın ideolojisi değiştiğinde hayâta bakışı da değişir. Dolayısıyla görüşleri değişir. En uygun bakış ise Allah’ın sisteminde olur. Çünkü bu sistemde bir nevi “O’nun gözüyle bakma” vardır.

Karl Popper; teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir. Fakat bir-çok kişi bilimsel metodolojinin objektif olduğunu ve bilim-insanlarının olgulara “tabula rasa” bir zihinle (boş bir zihinle) yaklaştıklarını sanmaktadır. Üstelik bilim-insanlarının zihinlerinin endişelerle ve ön-yargılarla en çok dolu olduğu ve objektifliklerini muhafaza etmelerinin en zor olduğu alanlardan biri zihin felsefesidir.

Popper, teorinin gözlemi öncelediğine vurgu yapar. Neyin gözleneceği bile gözlemcinin belirlemesine bağlıdır. Bu da bizi, boş bir zihinle (tabula rasa) gözlemin yapılmadığı sonucuna götürür.

Bilim anlayışına göre önce hipotez ileri sürülür, sonra bu hipotezin doğru olup-olmadığını test etmek için gözlem ve deney yapılır. Aslında bu, felsefî bir önermenin test edilmesi ve paradigmaya/konjonktüre uygunsa çeşitli kanallarla telkinin yapılmasıdır.

Aristoteles gözlemin teoriye göre önceliğini ve teorinin ancak gözlemlerle uyumlu olma durumunda geçerli olduğunu ileri sürer. Târihle ve sağ-duyu ile de sabittir ki Big-Bang Teorisi “ilk tabula rasa gözlem”le uyumlu değildir.

Verilen tüm bu detaylar bu konuda biraz durup düşünülmesini sağlamak içindir. Bâzı medya, eğitim kurumları veya "popüler kültür" aracılığıyla verilen gizli veya açık telkin, bir Big-Bang sürecinin var olduğu üzerinedir. Bu öylesine bir ön-kabûldür ki, Big-Bang savunucuları insanların bu konu üzerinde fazla düşünmelerini istemezler. Bilimsellik kılıfı altında aslında son derece komik bir masal anlatır, onu da bir-kaç fizik formülü ile süslerler. Tüm bunlara çeşitli spekülasyonlar hattâ sahtekarlıklar da eklenince ortaya son derece ciddiye alınan, bilimsel kurumlarda konu edilen, hakkında konferanslar verilen bir Big-Bang Teorisi hikayesi çıkar. Para ve biraz da “bilimsel bir mantık” oldu mu her şey tamamdır çünkü. Aslında çıkartılan bu yoğun gürültü ile anlatılmak istenen sâdece şudur: Bu muazzam evren, kusursuz insan bedeni, birbirinden çeşitli hayvan ve bitkiler, kısacası var olan her-şey "tesadüfen" oluşmuştur. İddia o kadar mantıksız ve utanç vericidir ki, artık kimi bilim-adamları bunu açıkça dile getirmez, bilimsel terimler kullanarak olayı geçiştirmeye çalışırlar.

Michael Rivero:

“Bir teori bir-kez bilimsel kamu-oyunda yerleşti mi, ondan vazgeçmek o kadar kolay olmuyor.

Yerleşik teorilerin ne olduğuna sâdece objektif bilimsel gözlemler değil, hattâ onlardan çok bilim-Dünyâsında söz-sâhibi bilim-adamlarının bakış-açısı ve/veya "paradigma"sı yön veriyor.

Thomas Kuhn zamânında Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabında bunu gözler-önüne sermiş ve bilimin nasıl geliştiği ve teorilerin nasıl değiştiğini daha açık olarak ortaya koymuştu. Bilim bize öğretildiği gibi, daha doğrusu ideâl koşullarda umduğumuz ya da beklediğimiz gibi objektif bir şekilde, mevcut objektif verilerin gösterdiği yönde ilerlemiyor, işin içine pek-çok subjektif faktörler katılıyor. Veriler eski teorileri çok zayıflatıp, yeni bâzı teorileri açıkça güçlendirmeye başlasa bile bu yeni teorilerin tutunması zaman alabiliyor. Hattâ pek-çok durumda, eski teorilerin savunucusu olan yaşlı bilim-adamlarının ölüp, yerlerine daha genç yeni nesil bilim-adamlarının geçmesini gerektirebiliyor bu tür paradigma değişimleri.

Bu süreci bilim-dünyâsında sayısız defa gözlemledik. En yakın örneklerinden biri sicim-teorisinin popülerliğinin nasıl değiştiği konusundadır. 1970'lerde sicim-teorisi ile uğraşan bir grup bilim-adamına “kariyerlerine yazık ediyorlar” diye bakılır, bu teori saygın bir teori olarak gözükmezdi. Bu teori üzerinde çalışanlar araştırma fonu bulmakta güçlük çekerdi. 1980'lerden sonra ise ilginç bir şekilde bu teori üzerinde çalışan bilim-adamlarının sayısında bir patlama oldu. Hele de M teorisinin geliştirilmesinden sonra, sicim-teorisi neredeyse teorik fiziğin “mainstream” teorisi hâline geldi ve bu sefer bu konuda çalışmayan bilim-adamları araştırma fonu bulamaz oldu. Yâni yaklaşık bir nesillik bir zaman-dilimi içinde bir paradigma kayması yaşandı.

Bilim-adamları sonuçta toplumun parçası olan bireylerdir ve bilim-dünyâsı, politikalarına, araştırma fonlarına vs. “yukarı”dan karar verilen bir kurumdur. Yukarıdan karar verenler ise, kendileri bilim-dünyâsının içinde olsalar da olmasalar da politikacı olan kişilerdir. Yâni ya doğrudan politikacılardır, ya da bilim-dünyâsında, ama tepelerde ve yönetim pozisyonunda olduğu için ister-istemez politika oynamak zorunda kalmış kişilerdir. (Yönetici pozisyonları her zaman politika ile iç-içedir). Politika işin içine girdiğinde ise topluma şirin gözükmek ve kamu-oyunun tatmini gibi faktörler ister-istemez işin içine girecektir” der.

Bilim-adamlarının yaptığı şey, bir ön-inanışa delil yada “kılıf” bulmaktır.

İlk-önce masa-başında bâzı işlemler ve düşünceler üretmek, sonra da bu düşüncelere uygun gözlem yapmaktır yaptıkları. Bu tür bir gözlem, ön-yargıyla yapılan bir gözlemdir. Ön-yargılarına uydurulacak bir gözlem. Çünkü Big-Bang Teorisi bir ön-yargının sonucudur.

Tayfun Er:

“Tezinizi gündelik hayattan ispatlayamazsanız o tez skolastik bir iddia olur” der.

Pozitivist bilim, bilimin bir-tek mantığı olduğunu söyler. Tabi bunu söyleten şey ön-yargılarıdır.

Abdurrahman Arslan:

“Modern kültürün önemli bir özelliği de düşünülemez olanı düşünülebilir hâle getirebilmesidir. Her-şeyden önce modern kültür daha başlangıçtan îtibaren sizi düşünülemez olanı düşünmeye kışkırtır. Bizim için düşünülemez, düşünülmesi asla kabûl görmeyen şeyler vardır. Şunu kabûl etmemiz gerekir ki eğitim tarafsız veya nötr değildir; bütünüyle taraflıdır, dolayısıyla her eğitimin kendine göre ideolojik bir amacı vardır; bu amaç kendinin ön-gördüğü bir insan-modeli yetiştirmeyi esas alır” der.

Teleolojide bir amaç/gaye vardır; fakat bu “süreç”te bir zorunluluk vardır. Doğal zorunluluk. “Mecbûren çekimler yaşanacak ve oluşumlar gerçekleşecektir” der gibidirler. Aslında bu mükemmel evrenin bir “kaos”tan oluştuğu söylenir bu teoride. Doğrusu Allah ile “kaos”u berâber düşünemiyorum. Tasarım da yoktur bu süreçte. Çünkü tasarım soyut bir kavramdır. Soyut olarak tasarlanır ve sonra ortaya konur. Her noktada her-an tasarım olmaz. Tasarlar ve aynı-anda meydana çıkar. Allah yaratmayı bu şekilde yapmıştır.

Dindarlara göre; “Tanrı kontrôlünde bir süreç” olunca hem evrim teorisi hem de Big-Bang Teorisi doğruluk kazanıyor.

Big-Bang Teorisi’ndeki sürecin “Tanrı-kontrôllü” bir şekilde olduğuna inanmak ve o şekilde anlamak bu teoriyi kurtarmaz. Sâdece bir süreliğine onunla oyalanılabilir sâdece. Teori bir süre sonra çatırdamaya yada çökmeye başladığında hayâlleri yıkılır tabi. Teorinin birileri tarafından alaya alınacağını söylemeye gerek yok zâten.

Gerek Evrim gerekse Big-Bang sürecinin Allah’ın kontrôlünde olması o şeyleri meşrû hâle mi getirir. Her türlü saçmalık “Allah’ın kontrôlünde” olsa meşrû hâle mi gelecek?

Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifâde etmektedir:

“Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak, şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor, ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayâtın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar. O hâlde, bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim-görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır. Teori hakkında söylenebilecek en iyi şey, onun, hayâtın nasıl geliştiğine dâir bir-çok insanın paylaştığı, ne kanıtlanabilen ne de yanlışlanabilen bir inancı temsil ettiğidir”.

Margaret Macmillan:

“Her neslin kendi ön-yargıları ve ilgileri vardır” der.

Big-Bang’ciler işe ön-yargılarıyla başlıyorlar, ön-bilgileriyle değil. Ön-yargıları onlara diyor ki: “Allah’ı, dîni ve âhireti bir kenara bıraktıracak şeyler söyleyin”.

Atasoy Müftüoğlu:

“Her-hangi bir şey hakkında ön-yargılı olanlar, hiç-bir zaman gerçeğe, doğruya, hakîkate ve iyiye ulaşamazlar. İdeolojik propaganda ve güdümleme yoluyla bilgi yada inançlar, gerçek bilgi ve inanç değil, basma-kalıp alışkanlıklardır” der.

Hz. İbrâhim’in toplumu, ilm-i nücûmda (yıldız ilmi) ileri bir seviyedeydi ama bu, yıldızların ilâhlaşması sonucunu getirmişti. Hz. İbrâhim yıldızların zannettikleri gibi olmadığını söylediğinde ateşe atılmaya kadar vardırmışlardı işi. Allah’sız gözlemledikleri yıldızlar ilâhlaşmayla sona ermişti. Zâten Allah’sız incelenen her şey sonunda put hâline gelir.

Ivan Illich:

Gerçekliğin kendisi insanın karar vermesine bağlı hâle gelmiştir” der. İnsanın kabûl ettiği şey doğru olarak tescil ediliyor.

Bu teori “doğrulanmış” bir teori değil, “kabûl edilmiş” bir teoridir. Bir şeyin o şekilde kabûl edilmesi, o şeyin mutlaka doğru olduğunu göstermez. Meselâ Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiği bilgisi doğru olan bir bilgi değil, “kabûl edilmiş” olan bir bilgidir, fakat aslında “on numara” bir yalandır. Çünkü daha önceden Amerika’da başkaları (Maya, İnka, Aztek uygarlıkları) vardı ve huzur içinde yaşıyorlardı. Fakat yalan daha câzip geldi. O yalan işlerine yarıyordu ve yarayacaktı. O şekilde kabûl etmek işlerine gelmiştir/geliyor.

İşte bu teori de finansörlerin dayattığı ve bilim-adamlarının da “kabûl ederek” resmîleştirdiği bir safsatadır. Finansörler “karar” verdiler, bilim-adamları da “kabûl” ettiler ve “anlaşma” tamamlandı.

Ivan Illich:

Gerçekliğin kendisi insanın karar vermesine bağlı hâle gelmiştir” der. İnsanın kabûl ettiği şey doğru olarak tescil ediliyor.

Hüseyin Alan:

“Modernizm en temelde bir bilgi-biçimine bağlı bir düşünüş-biçimi ve karar-alma tarzıdır” der.

Modern değer-yargıları bilim-adamlarına nasıl düşüneceğini öğretmiş ve kabûl ettirmiştir. Artık ne söylerlerse ve nasıl düşünürlerse-düşünsünler, o, modernizme tam-uygun olacaktır.

Kuantum felsefesine göre ölçülmek istenen şey, gözlemcinin görmek istediği şeye göre değişir. Kuantum teorisine göre, “atom-altı”nın parçacık mı dalgacık mı olduğuna karar veremiyorlar. Dalgacık (soyut) mu, parçacık (somut) mu olduğu, bilim-adamının (gözlemci) keyfine göre değişir. Onu nasıl tanımlamak isterse öyle olur. Tabi bu keyfî bir yargıdır. Kuantum Fiziği bize bilimin, bilim-adamının görüşlerinden farklı olmadığını gösterdi.

Bilindiği gibi; Firavun’un sarayında kendisine çeşitli şekillerde yardımcı olan sihirbazlar vardı. Bu kişiler-sihirbazlar o devrin kimyâger/bilim-adamlarıydı. Firavun onların yeteneklerini/âsâlarını iyi kullanmaları karşısında onlara ayrıcalık tanıyordu. Bu ayrıcalıkların hatırına onlar da Firavun’un istediklerini (kulluk) yapıyorlardı. Aslında yaptıkları, halkı kandırmak için ortaya serdikleri bir çeşit düzenbazlıktı. Onlara tasmayı takmış olan Firavun istediğini yaptırıyordu sihirbazlara. İşte; “modern Firavun”ların modern kulları da benzer bir durum sergiliyorlar. Efendilerinin istekleri doğrultusunda “bilimsel sihirbazlıklar” (Big-Bang büyüsü) yaparak halkın aldatılmasına neden oluyorlar.

Evrim Teorisi 1859 yılında değil de Meselâ 11. yada 12. yüzyıllarda ortaya atılsaydı hiç-bir etki göstermezdi ve yayılamazdı. Aynı şekilde Big-Bang Teorisi de aynı yıllarda etki gösteremezdi. Bu teoriler en nihâyetinde felsefî teorilerdir. Bilim-târihi aslında felsefî tartışmalar târihidir. O yüzden felsefî olarak her çağda ortaya atılabilirdi. Bu teoriler, ortaya atıldıkları çağdaki bilim-adamlarına “lâzım” olan teorilerdir. Çıkmazlarını ve farklı inançlarını bu şekilde bastırabildiler. Bu teorileri tampon olarak kullandılar.

Eldeki malzemeye göre ev yapmaktır yaptıkları.

Hangi bilim-anlayışında olduğunuz, yapılan bilimsel! açıklamaların hangisini seçtiğinizle alakalıdır. Bu seçimi hangi ön-bilgiyle yaptığınız belirleyici etkendir. Apriori/ön-kabûl olarak Big-Bang Teorisi’ni doğru kabûl ettiğinizde, artık olguları da buna göre değerlendirmeye/yorumlamaya başlarsınız.

Bilindiği gibi Kur’ân’daki âyetleri bir-kaç farklı şekilde yorumlayabiliyoruz ve yorumlar tutarlı da olabiliyor yarı-tutarlı da. Bu yorumlamadaki fark, kelimeleri hangi anlamda alacağımızla ilgilidir. Kavli âyetleri yorumlama serbestimiz olduğu gibi kevnî (varlığa âit) âyetleri de yorumlama serbestimiz vardır. Kevni âyetler toplamı olan kâinâtı da farklı şekillerde yorumlayabiliriz. Kâinâtın bize verdiği farklı seçeneklerden birini seçebiliriz. Yâni “seçmemize” göre farklı yorumlar yapılabilir. “Tek yorum” zorunluluğundan böylece kurtulabiliriz. Tabî ki yapılan yorumların içlerinden sâdece biri en doğru yorum olacaktır.

İnsan önce inanır, sonra argümanlar toplar ve üretir. İnanmadığı şeyi ne yapıp edin, ne kadar delil getirirseniz getirin kabûl etmeyecektir. İnanmayacak olana delil yetmez. Big-Bang’in benzeri bir yaratılış teorisi daha ortaya atılabilir ve bu “bilimsel!  olarak desteklenebilir. Bu insanların isteklerine ve hayâl-güçlerine kalmış bir şeydir. Karl Popper’ın da dikkat çektiği gibi; teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir.

Dini arkaya atan bilim-adamları, kâinâtı yaratılmış olarak değil de yaratıcı olarak gördükleri için doğru bir sonuca ulaşamıyorlar. Eğer kâinâtı yaratıcı olarak değil de, yaratılmış olarak görselerdi, evreni bütün yaratılmış olan varlıklar için geçerli olan kurallara (sünnetullah) göre yorumlayacakları için doğru sonuca ulaşmaları zor olmayacaktı.

Kuramlar, deneyler, düşünceler vs. belli bir amaç doğrultusunda ortaya atılır ve geliştirilirler. Yâni ön-kabûlden sonra eyleme geçilir. İşte sorun, bu ön-kabûlün neye göre olduğudur. Bu ön-kabûlün oluşmasında çeşitli unsurlar/etkiler vardır. Hattâ tüketim-biçimi bile bunu belirler. Yâni temelde bilim değil, bir inanış, düşünüş vardır. Önemli olan bu inanış/düşünüşün kâinâtın kendisiyle uyumlu olup-olmamasıdır. Ben diyorum ki, uyumlu değildir. Çünkü, evrenle mutlak-uyumlu olan vahiyle uyumlu değildir. Vahiyle kâinât bire-bir uyumlu olduğu için, ön-görülen düşüncenin de vahiyle uyumlu olması gerekir.

Kâinât için tek bir görüş olduğunu dayatıyorlar. Bu koca kâinât için tek bir görüşün olması çok saçmadır. Kâinâtı tek bir görüş kuşatamaz ve açıklayamaz.

Câbiri; Bilimsellik iddiasıyla çok sayıda teorinin ortaya çıktığını, aslında bunların, bilimi kendi ideolojik gerçeklerine maske olarak kullanıp, bilimsel nesnelliğin arkasına sığındığına dikkat çeker.

Bilgi-yapılarının evrensel olarak doğru olup-olmadığı önemli değil, meşrû olup-olmadıkları önemlidir.

Bâzen bir bilimsel teori genel sonuçlarla uyumlu olmasına rağmen felsefî gerekçelerle reddedilebilir.

Bu teorinin ortaya konulmasına ve yaygınlaşmasına yol-açan paradigma seküler bir paradigmadır.

Atasoy Müftüoğlu:

“Egemen yorum ve yaklaşım-biçimlerinin dayattığı yanılsamalara teslim olanlar, yeni düşünceler, yöntemler geliştiremez, hiçbir alanda yeni bir üretimde bulunamazlar. “Günümüz dünyâsında bilgi, emperyâl siyâsetin çıkarlarını onaylayacak şekilde üretiliyor. Modern-seküler zamanlar boyunca bilgi, sömürgeci yayılma ve tahakkümü meşrûlaştıracak bir çerçeve içerisinde îcat edildi. Mâruz bırakıldığımız bilgi-bombardımanı sebebiyle, hangi bilginin, hangi amaca, hangi çıkara hizmet etmek üzere üretildiğini anlamakta zorluk çekiyoruz. Bilgi ve enformasyon sermâye tarafından araçsallaştırılıyor. Objektif bilgiyle resmi bilgiler arasında çok ciddî uçurumlar olduğunu hatırlamamız gerekir” der.

Alain Touraine de, modernizmin en önemli özelliklerinden birinin, toplumda, Tanrı’nın yerine bilimi yerleştirmeye çalışması olduğunu söylemiştir.

Yusuf Özkan Özburun:

“Her çağın bir bilim telâkkisi var. Hattâ o çağın içinde de değişebiliyor bu. Siz hangi telâkkiyi, hangi kalıpları kabûl ederseniz, hangi temel esaslardan hareketle yürürseniz ona göre bir deney/gözlem/bilim anlayışına varırsınız” der.

Bilim, zamânın telâkkisine göre şekillenir. Big-Bang, “zamânın telâkkisi”dir.

PSİKOLOJİK ETKİ

"Doğru yol, yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur"

İnsan, yaptığı her-şey için mâkûl bir açıklama tarzı geliştirebilir. Hattâ buna kendisini bile inandırabilir. Bu açıklamaların her zaman mâkûl şeyler olması da şart değildir, o-an için tek istenilen, açıklamalarla karşı tarafı -ya da kendisini- ikna etmektir. Başka bir anlatımla, inanmak istediği şeye inanır ve onu savunmak için mantıklar geliştirir. Yaptığı açıklamalar da bu mantığa dayanmaktadır. Belki de bu nedenle Allah'ın varlığını dâhi inkâr edebilmek için ortaya sürdüğü deliller, kendince geçerli olmuş ve bunlara dayanarak geçmiş hayâtında inananlara karşı kararlı bir mücâdele yürütmüştür. Ama bu açıklamaların ve te’villerin hiçbiri hesap gününde geçerli değildir.

Gün geçtikçe mal/kapitâl bakımından azdan çoğa doğru evrilenler; zâten kâinâtın da bu şekilde evrildiğini zannederek düşüncelerinin doğru olduğu kanısına varıyorlar.

Bilim çok hızlı değişiyor (gelişme değil değişme). Kimsenin daha yürürlükte olanı bile anlamadan diğer bir şey çıkıyor ortaya. Aslında amaçlanan şey; insanların bir şey anlayamamaları ve hattâ bu işleri çok karışık ve zor zannederek bilimi ve bilim-adamlarını gözlerinde büyütmeleridir. Böylece iktidarları devâm edecek.

Milan Kundera “yavaşlık” adlı romanında:

“Her-şey çok hızlı gerçekleştiğinde kimse hiç-bir şeyden emin olamaz, hattâ kendinden bile” der.. Bilim ise hızı ilâhlaştırdığından dolayı hem kendisinin hem de insanların beynini dumura uğratıyor ve hem yanlış yargılara varıyor hem de yanlışlarını halkın anlayamamasını sağlıyor.

Big-Bang Teorisi’ni gerçek zannedip kabûl edenlerin çoğu teoriyi bildiklerinden değil, teorinin “meşhur” olması nedeniyle gerçek zannedip kabûl ediyorlar. Ancak bir şeyin “meşhur” olması, o şeyin “doğru” olduğunu göstermez. Eğer bu teori meşhur olduğundan dolayı kabûl edi­lecekse, lânetli şeytanın şöhreti bundan daha büyüktür. Ama şeytanın şöhretinin büyük olması, onun doğruluğunu ispatlamaz.

Yine; zamânın Bel’am’larının desteklemesi de bu teorinin geçerli olduğunu göstermez.

Bu teorinin çıkmasıyla sanki herkesin artık tam bir kâmil îmâna ulaştığı zehabına kapılınıyor. Big-Bang Teorisi evrenin bir başlangıcı olduğunu ispât ederek materyâlist-ateist felsefeyi yıktığını iddia eder. Gerçektende Big-Bang Teorisi “kendine has” iç-dinamiğiyle o felsefeleri adeta süpürüp atmıştır. Kadim “ezeli olan nedir?” sorununu “Ezeli olan Allah’tır” sonucuyla neticelendirmiştir. Fakat esas sorun insanların matematiksel zanlarının yıkılması değil, iç-alemlerindeki şeytanın ber-taraf edilmesidir. Bunu Big-Bang de dâhil hiç-bir teori başaramaz. Bu daha çok din, ideoloji ve siyâsetin işidir.

Big-Bang’i kabûl eden dindar bilim-adamları materyâlistleri eleştiriyor fakat, kendileri tersinden insanları maddeye kilitliyor. Çünkü Big-Bang süreci materyâlist bir süreçtir.

Tek-tanrılı dinler ve inananları bu Big-Bang Teorisi’nin sâdece evreni değil, her türlü kötülüğü, zulmü, ahlâksızlığı, ekonomik dengesizlikleri hattâ şirki bile ber-taraf edebildiğini direkt yada dolaylı yönden söyleyebilmektedirler. Sanki sihirli bir değnek, okunduğu yerde sorun bırakmıyor. Bunu söylemekle aslında bu teori bozuntusunun Kur’ân’dan bile daha üstün ve etkili olduğunu söyleyerek farklı bir şirke düşmüş oluyorlar. Ne de olsa bilim mutlak bir sonuca ulaşamamış bir bilimdir. Fakat Kur’ân evrenseldir. Her çağa, her duruma, herkese hitâp eder. Kur’ân ile inşâ olmuş birinin düzgün bir hayat sürmesi için başka şeylere ihtiyâcı yoktur.

Caner Taslaman:

“Bilimsel çaba, Tanrı’dan uzaklaşmanın değil, Tanrı’ya yakınlaşmanın aracıdır. Sorun bilimsel yaklaşımda değil, bilimi tanrılaştırmaya kalkmaktadır” der.

Bu 10.000 teorisi hakkında şöyle bir  itiraz gelebilir: Big-Bang Teorisi’nin bize ne zararı var?

Şöyle ki: Big-Bang Teorisi başka sapık teorilere zemin hazırlıyor. Çünkü; Big-Bang Teorisi’nde her şeyin kendi-kendine var olabileceği düşüncesi açığa çıkıyor, böylece Allah, Din, Vahiy ve Peygamberler hâşâ bir kenara atılıyor ve unutuluyor. Her şey kendi-kendine oluyor düşüncesi hâkim oluyor ve Darwin gibi sapık zihniyetler türüyor. Bu kişiler bu kendi-kendine oluşma düşüncesini insan üzerine de uyguluyorlar (sosyâl yön) ve sonuçta insanlar her şeyin kendi-kendine olduğuna inandıkları için kimseye karşı sorumlu olmadıklarını düşünmeye başlıyorlar. Kimseye karşı sorumlu olmadıklarını düşünen insanlarsa, menfaatleri için hem kendilerini hem de bütün insanlığı felaketlere sürükleyebiliyorlar. Bu sapık zihniyetler, böyle uzun bir zaman diliminden bahseden bu teoriyi başları üzerinde tutuyorlar ve sâhip çıkıyorlar. Bu fikirleri her fırsatta empoze ederek insanlara aşılıyorlar. İnsanların böyle düşünmeye başlaması da onların işine geliyor. Çünkü bu düşünceye sâhip olan insanlar yiyip-içip tüketmekten başka bir şey düşünemeyen hayvanlara dönüşüyor. Köşe-başlarını tutmuş kişilerse insanların bu durumlarından çıkar elde ediyorlar. Sonunda mâneviyattan kopuk bu insanlar bir sömürü hâline geliyorlar. Bu köşe-başını tutmuş kişiler de bu insanları istedikleri gibi kullanıyorlar. Bacon'ın dediği gibi; “bilim gerçeğin peşinde idi, ama şimdi güç sâhibi olmak hevesinde”. Sonuç… kişiliğini yitirmiş insanlık..

“Kuşa bak kuşa bak” diyerek insanların başını göğe kaldırması ve gaflete düşmesiyle önündeki köfteyi (şaka yollu) çalan insanlar gibi; modern insanı da sürekli başını-aklını uzaya çevirerek, aşağıda götüreceklerini götürüyorlar.  

Mustafa Çelik:

“Bilim-perestlik”, Batı’nın put-perestlik maskesidir. Batı’da bilim, hristiyanlığı yendi. Hristiyanlığı yenen bilim, hristiyanlığı aratacak şekilde kendi “seküler engizisyonunu” oluşturdu. Yâni “bilim-devlet” birliği, “kilise-devlet” birliğini teslim aldı. Böylece Üniversiteler “Bilim Kilisesi”ne, Bilim-adamları da Kutsal Râhiplere dönüştü. İslâm topraklarında Allah’ın indirdiği din ile mukayyed olmayan üniversitelerin çoğalması, kiliselerin çoğalmasıdır. Kendilerini Allah’ın dîninin fevkinde gören öğretim-üyeleri de “Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipleri” hükmündedirler. Acı da olsa gerçek budur. “Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipleri”ne âlim muamelesi yapılamaz. Şâyet yapılırsa ilmin nâmusuna tecâvüz edilmiş olur.

İlmin/Bilimin kaynağı Allah’ın dîni değilse veya İlim/Bilim insanı hayat-kaynağı olarak Allah’ın dînine götürmüyorsa, insanlığa ihânet ediyor demektir. İnsanlığa ihânet eden bir şey, ilim/bilim olamaz.

Allah’ın indirdiği vahye rağmen bilim’in “tek doğru”, “tek mürşit” iddiasında bulunması, şahısları Rableştirmenin bir sonucudur. Bir memlekette bilgi-üretim mekânizmaları faydasız ilimler üretiyorlarsa, o memlekette üniversiteler kiliseleşmiş, öğretim-üyeleri de hahamlaşmış ve ruhbanlaşmışlar demektir. ‘Din ruhâni alanla, akıl ve bilim de dünyevi alanla ilgilensin’ diyerek aklı ve bilimi ilâhlaştıranlar, aramızda dolaşan “Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipleri”dir. 

Allah’ın mülkünde Allah’ın verdiği nimetlerle hayatlarını devam ettirdikleri hâlde, kendilerini asla ve kat’a Allah’ın diniyle mukayyed görmeyenlerin sâhip oldukları unvanların Dr. Doç. Prof. olması “Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipler”i olduklarına engel teşkil etmez. Batı âlemi, İslâm âlemini “Bilim Kilisesi”nin bu “Kutsal Râhipleri” eliyle idâre etmek istiyor. Televizyon ekranlarında Allah’ın âyetlerini eleştirip kendi şahsî görüşlerine âyet kıymetinde değer verip eleştirilmesine tahammül etmeyen ilâhiyatçı öğretim üyeleri, bizlere mâhiyeti îzah edilen bu “Bilim Kilisesi”nin “Kutsal Râhipleri”ni hatırlatmaktadırlar.

Lâ-dini rejimlerin irâdesiyle kurulan üniversiteler, bilim-kiliseler hükmündedirler. Buralarda görev yapan öğretim-üyelerinin Allah’ın muhâfaza ettiklerinin dışında kalanların tamâmı kilise-papazları, havra-râhipleri gibi davranarak helâl ve haram kılma yetkisini kendilerinde görmektedirler. Bunların en büyük hedefleri bilim eliyle insanlığa yeni âmentüler yazdırmak ve Allah’ın dini yerine geçecek beşer-kaynaklı yeni bir din uydurmaktır. 

Bilim-kilisesinin kutsal râhipleri dediğimiz öğretim-üyeleri tarafından Allah’ın diniyle çelişen ve çatışan yanlış bilgi virüsleri, “bilimsel bilgi” şırıngasıyla bilinç ve bağışıklık sistemimize aşılandıkları günden bu-yana zulme ve zâlimlere karşı direnmeyi unuttuk” der.

  Ivan Illich:

Günümüzde sâdece insanın gerçekleştirdiği planlama Dünyâ’nın vâr-oluşu için bir sebep olarak sunulmaktadır. İnsanoğlu bilim-adamlarının, mühendislerin ve planlamacıların oyuncağı hâline gelmiştir” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Modern-bilimin geldiği nokta, gezegeni mahvetmenin yollarını bulmak olmuştur” der.

Heidegger:

“Her işin, her zihinsel edimin, her bilimsel düşüncenin yada her sanatsal ve edebî yaratının veya her maddî ve teknolojik üretimin veya her toplumsal ve siyâsal eylemin ardında insan kurban edilmiştir.” Yâni uygarlık, insanların öz-bilinçlerinin değerli ve son-derece yoğun anlarının fedâ edilmesi pahasına gerçekleşmiştir. Çünkü uygarlık, insanların çalışmalarından, mânevî ve maddî üretimlerinden oluşan bir dizgedir. İnsanlar ise bu ürünleri, bu maddî ve mânevî nesneleri yaratırken öz-bilinç taşımamaktadırlar. Bir kişi, bir işe girdiğinde artık kendisi değildir, çalışma ve hedeftir” der.

İnsanlar ne ile tatmin oluyorsa, ne ile teselli buluyorlarsa, teselli buldukları şey onların ideolojisi/teorisi/dîni/imânı hattâ ilâhıdır.

Rousseau

“İlimlerimiz ve sanatlarımız tekâmüle doğru gittikçe ruhlarımız bozulmuştur” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Her-tür değerden bağımsız materyâlist akılcılık, bu-günün Dünyâ’sında insanlığı sayılabilir/yönlendirilebilir/denetlenebilir/gözetlenebilir hâle getiren bir düzen oluşturdu. Bu düzen, bizler farkına varmadan, zihinlerimizi de kontrôl edebiliyor. Bu düzen “farklı”ya hayat-hakkı tanımayan, “farklı”yı bir şekilde cezâlandıran şovenist bir düzendir. Modern-seküler insan, yalnızca ölçülebilir ve sayılabilir değerlerle ilgileniyor. “Farklı”ya hayat-hakkı tanımayan şovenist düzen, batılı olmayan değer-sistemlerini, hayat-tarzlarını târihin ve hayâtın dışına sürgün edebiliyor. Araçsallaştırılan, sömürgeleştirilen, nesneleştirilen, yönlendirilen insan, her durumda “büyük sürü”nün hiç fark edilmeyen bir parçası hâline gelir; olayları analiz etmek yerine olayların arkasında sürüklenir. Koşullar içerisinde eriyip giden, bir direniş sergileyemeyen insanın kişiliğinden, özgürlüğünden, erdeminden söz edilemez. Her şeyin teknolojileştirildiği bir Dünyâ’da, mekânik yaklaşımlar temelinde Dünyâyı doğru anlayamayız. Derinlikten yoksun teknik/mekânik akıl, insanın mânevi/rûhi/hikemî yanını yok sayar. Günümüzde insanlık teknolojik aşırılıkların, teknik aklın ağır baskısı altında bulunuyor. Teknoloji yaklaşımı kendi-kendisini amaç hâline getiriyor. Hayâtın her alanı bu nedenle hesaplanabilir hâle getiriliyor. Hayâtımız, rasyonel kalıplar içerisine sıkıştırılıyor. Modern-rasyonel-seküler-kapitâlist örgütlenme biçimleri insâni temellere, ilâhi temellere ihtiyaç duymuyor. Buradan hareketle, günümüzde özellikle müslümanların, araçsal aklın tahakkümü altında bulunan bir Dünyâ’da ilâhi vahye dayalı bir düşünme sistemini, bir hayat sistemini, bir siyâset sistemini gündeme almaya cesâret etmeleri gerekiyor. Egemen sistem günümüzde, insanın ihtiyaçlarına değil, kapitâlizmin ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyor. Günümüz dünyâ’sında dolaşımda bulunan bütün kavramlar, modern-seküler-liberal düzene hizmet etmeleri için yapılandırılan kavramlardır. Küresel Dünyâ hepimizi küresel ölçekte düşünmeye, üretmeye, davranmaya, hareket etmeye, anlamaya mecbur ediyor. Büyük bir barbarlığa dönüşen ilerleme ideolojisi, büyük bir vahşete dönüşen endüstriyel modernite bütün insanlık değerlerini, insanlık ahlâkını ve vicdânını bütünüyle imhâ etti/ediyor.

Bu-gün gerçeklik çığırından çıkmış bir gerçekliktir. Bü­tün modern kavramlar ancak ideolojik bir destekle, propaganda desteğiyle yaşatılabiliyor. Modern tarih ve modern uygarlık kendi-kendisini eskitiyor, kirletiyor, mahvediyor. Sanâyileşmeden oluşan uygarlık kirlenmeleri, uygarlık hastalıklarını çoğaltıyor. Bilimsel bağnazlık ve bilimsel cehâlet sebebiyle hayâtın içerisinde hepimiz, bütün bir yer-yüzünde her şey bilimin yan-etkilerine mâruz kalıyoruz. Neleri bilmediğimizi bilmiyoruz, bildiğimizi sanıyoruz. Herkes kendisini, tarzını çok önemli buluyor, yanlış yapmayacağını düşünüyor. Kendi tarzını putlaştıranlarla ilişki kurulamıyor. Gerektiğinde kendimizi, tarzımızı, tercihlerimizi yeniden gözden geçirme ihtiyâcı duymuyoruz. Öz-eleştiri yapmak gibi bir geleneğimiz yok. Ortak-akla ihtiyaç duymuyoruz. Bilinçli olmanın önemini kavrayamıyoruz. Modern bilim sorunlara çözüm bulma yeteneğinden çok, sorunların nedenidir. Artık bilimsel bağlayıcılık iddiaları da işlevini yitiriyor, Bilim yoluyla hakîkate ulaşma iddiaları önemini kaybediyor. Sanâyileşme ve endüstrileşme bütün bir yer-yüzünü yaşanamaz hâle getiriyor, sanâyileşme süreçleri, toprağın, havanın, suyun, gıda-maddelerinin niteliğini bozduğu gibi, pek-çok canlı ve bitki türünü de yok ediyor. Muktedir muhterisler ekonomik çıkarları için ekolojik tahribâta göz yumuyor” der.

Ali Şeriati de:

İnsanı bilimin kollarına terk ettiler. Bilimi de dînin hizmetinden çıkarıp, sonunda insanlığı kuşkuya, karamsarlığa ve boşluğa ittiler. Ve tüm ümitlerini, değerlerini ve îmanını alarak, yolun yarısında bitkin ve perişan bir hâlde kendi başına terk ettiler. İnsan paranın hizmetine girdi (amaç yine bilim) ve yansızlığını ilân ederek (agnostisizm) amaçsız, halkın dertlerinden habersiz ve sorumsuz bir yaratık oldu çıktı.

Sömürgeciliğin gücü, kapitâlizmin kötülükleri, burjuvazinin çirkinlikleri, aydınların dayanılmayacak noktalara varan çelişkileri, yoksulluk, tüketim sistemi, paranın egemenliği, emeğin karşılıksız kalması, teknolojinin ve lüksün insanî değerlerin yerini alması ve kuvvetin gerçeğe, maddî çıkarların güzelliğe ve cinsel duyguların aşk ve sevgiye tercih edilmesi;

Tüm XIX. ve XX. yüzyılın ilk-yarısı, teknolojinin, sömürü ve kapitâlizmin tüm Dünyâ’da zirveye ulaşmasına ve burjuvazinin va'd ettiği cennetin -Allah'a ve dine gereksinim duymadan, aklın ve bilimin önderliğinde teknolojinin yardımıyla kurulan cennet- kurulma çalışmalarına tanık oldu. Sonra, yoksul halk-kitlelerinin çektiği dertlerin ve acıların, sorumlu aydınların gönüllerinde tutuşturduğu uyanış ve özgürlük ateşi düştüğü yeri kor gibi yakıp, gerçeğe varma aşkıyla sömürgeciliğin temellerini sarsan bir lâv seli hâline gelmeye başladı” der.

Caner Taslaman:

“Bilim-felsefe-din ilişkisi, özellikle modern dönem din-felsefesinin en önemli ilgi alanlarından birisidir. Modern dönemde dünyâ-görüşlerini şekillendiren en önemli unsurların başında bilimsel başarılar gelmiştir, bilimin artan otoritesi karşısında dinsel dünyâ-görüşlerinin nasıl değerlendirilmesi gerektiği önemli felsefî başlıklar olarak karşımıza çıkmıştır”.

Big-Bang süreci şuursuz bir süreçten bahseder. Kâinât, Big-Bang Teorisinin bahsettiği gibi kendi-kendine meydana gelmemiştir. Yâni yaratılış şuursuz bir yaratılış değildir. Bunun delîli; şu-anki oluşların, şuurlu bir varlık olan insanın da katkılarıyla olan oluşlar olmasıdır. Şuurlu bir şekilde başlamış ve şuurlu bir şekilde devam ediyor.

Big-Bang Teorisi zımnen; kâinâtın bir yaratıcısının olmadığını, her şeyin kendi-kendine olduğunu alttan-alta yaymaya çalışır. Varlığın yaratılışını Allah’a isnat etmek istemez. Böylece tüm kâinâtın şuursuz bir yapı olduğunu, şuursuzca hareket ettiğini ve insanların da şuursuzca hareket etmelerinin çok doğal olduğunu psikolojik olarak telkin eder. Çünkü “sömürgen”ler için şuursuz insanlar kendilerinin en büyük müşterileridir. Bu “müşteri”leri kaybetmemek ve çoğaltmak için, şuursuzlaştırma operasyonları sürekli yeni yollarla ve kandırmacalarla devâm etmelidir. Yazar Mehmed Alagaş bu konuda şunları söylüyor:

“Meseleye küfrî bir ön-yargıyla yaklaşan çağdaş-bilim, büyük-patlama teorisini ileri sürüyor. Sizce şuursuz bir patlamadan, canlı ve şuurlu bir ni­zam meydana gelebilir mi?”

Meselâ on tane askerin birbiriyle uyumlu hareketlerini gördüğün zaman, bu hareketleri tesâdüfen birbirine benzeyen başı-boş hareketler olarak mı ta­nımlarsın? Yoksa, bu hareketlerdeki âhengi, bu hareketlerdeki uyumu ortak bir emirden, şuurlu bir emir sâhibinden mi bilirsin?”

On tane askerin uyumlu hareketi şuurlu bir emir sâhibine muhtaç ise, mil­yarlarca yıldızdan, gezegenlerden meydana gelen bu kâinâttaki âhenkli nizâmın da şuurlu bir emire, bir Emir-Sâhibine muhtaç olduğu kaçınılmazdır.

Şuursuz bir patlamadan, şuurlu bir tabiat, şuurlu bir nizam nasıl mey­dana gelebilir?

Büyük patlama teorisi, çağdaş bilimin şişirdiği teorik balonun patlatılmasından başka bir şey değildir. Şu gördüğün varlığın ve varoluşun sırrı, varlık âleminin milyarlarca yıllık târihinde değil, bu târihin ilk sayfasında, ilk sayfanın ilk satırında, ilk satırın ilk harfindedir. Harfleri okumaya Z'den başlayan ve Z'den önce hangi harfin olduğunu araştıran çağdaş bili­me, A harfi sorulmalı. Büyük patlama diyorlar!. Bu fantazi görüşü tartışmaya gerek duymadan sorulmalı onlara “Neyin büyük patlaması?” Patlayan bir şey var ise, bu şey nasıl varolmuş? Kendiliğinden varolması mümkün olmayan bu şeyi vâr-eden, bu şeyi yaratan ne? İşte Allah (c.c.) “Böyle bir güç ve kudret sâhibi olan sâdece Benim. Bu kâinâtı Ben yarattım, bu kâinâtı Ben yarattım?” buyuruyor. Aynı vasıflara sâhip başka bir iddia sâhibi var mı?”

Fındık-kabuğunun içinden çıkmadan, fındık ağacının varlığına ilişkin teoriler üreten modern bilim, meseleye Z harfinden başlıyor. Varlık aleminin geldiği son nokta olan görünür Z harfini dikkate alıyor ve Z'den önce hangi harfin bulunduğu araştırılıyor. Oysa Z'den önce Y'nin, Y'den önce V'nin olması hiç önemli değildi. Bütün bunlar varlık alemindeki değişimleri gösterebilecek merhâlelerdi.

Önemli olan A harfidir.
Önemli olan A harfinin varlığıdır.
V'nin değişimiyle Y,  Y'nin değişimiyle Z meydana gelebilir.
Fakat A, A nasıl meydana gelmiştir? Kendinden önce hiç-bir harf, hiç-bir şey bulunmayan A nasıl varolmuştur?

Modern bilimin târifi, mahkemece kabûl edilip belirlenmiş ve onaylanmış olandır.

Aslında yapılmak istenen şey, bilim sâyesinde insanları refaha ulaştırmak vs. değildi. Tek yapmak istedikleri şey; bilimi dînin yerine geçirip ilâhlaştırmaktı. Böylece “birileri” bu “yeni din” ile sömürülerini daha çok ve daha kolay bir şekilde yapacaklardı. İnsanların ellerinden dini alarak, çeşitli reklamlarla, filmlerle vs. şişirilmiş ve abartılmış, reklamı çok fazla yapılmış ve din gibi gösterilmiş bilimi sundular. İnsanları matematiğe kitlediler. Çocukların bile matematiksel-kafaya sâhip olanları makbûl olarak kabûl edildi/ediliyor. Hâlbuki insanların çoğu matematikten anlamıyorlardı. Matematikten anlamayınca bilimden de anlamıyorlardı doğal olarak. Anladıkları sâdece gerçek-dışı reklamlardı. (Hz. Ali: “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulü’nün yalanlanmasını ister misiniz?” der). Bu, zamanla öyle bir hâl aldı ki, bilimden şüphe etmek suç sayılır oldu. İnsanlar anlamasa da bilime laf edemez oldular. Tabî ki de bilimin bâzı buluşları ve ürünleri olacaktı. Zâten bu hep vardı. Belki biraz hız kazandı. Hâlbuki bir şeyin hızlı gelişmesi her zaman iyi-sonuç getirmeyebilir. Zamanla insanların heyecanlarını tükettiler bu sâyede.

Başta Big-Bang Teorisi olmak üzere ortaya atılan teoriler bilimle ilgilenmeyen kişiler için faso-fisodan ibârettir. Anlamadıkları bir şeyi kabûl ediyormuş gibi gözükmelerinin nedeni medyanın etkisidir. Bir teorinin, her kesimin kolayca anlayabileceği bir açıklaması olması gerekir. Fakat bilim-adamları bile bu teoriyi tam açıklayamıyorken normal vatandaşın anlamasını beklemek çok zordur. Kendilerine bir “teori” yapmışlar, kendi aralarında oyalanıyorlar. Almışlar ellerine bir emzik, emiyorlar. Modern kâhinler ha-bire atıp-tutuyorlar işte. Normal vatandaş için Big-Bang Teorisi “ha var, ha yok” ne fark eder?

Lord Rutherford:

“Bilim, bilim adamlarının yaptığı şeydir” der.

“De ki: 'Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vâdetmiyorlar” (Fâtır 40). Bilim-adamları kendi aralarında kurmuşlar bir düzen, birbirlerini aldatmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

Peki bunları düşünen ve yapanlar kimlerdir? Tabî ki de her pis işin altından çıkan Yahudilerdir. Tek dertleri, insanları maddeye kilitlemek ve maddenin esîri etmek. Bilimi de insanları madde-perest yapmak için kullandılar/kullanıyorlar. Bunu daha çabuk ve etkili yapmanın yolu ise bir değer öçlüsü olan dini bloke etmekten geçiyordu. Bakın bir Yahudi protokolü bu gerçeği nasıl yansıtıyor:

“Allah fikrini, yahudilerden başkalarının zihinlerinden silmemiz, bunların yerine de matematiksel teoriler veya maddiyat düşüncesini koymamız gerekmektedir”. Demek ki bu ideoloji/teori en temelinde Yahudiliğin ideolojisidir.

Evet; bu protokollerin sonucu olarak dinsiz kuramlar geliştirdiler. Evrim Teorisi ve onun uzantısı olan Big-Bang Teorisi bunlardan en meşhur olanlarıdır. Bu teorileri onca çıkmazlarına rağmen hâlen tartışmasız doğru gibi gösteriyorlar değişik kanallarla. Aslında kendileri bu teorilerin tutarsız olduğunu çok iyi biliyorlar. Maksat başka birileri bilmesin. Çünkü insanlar bu tuzakları fark ederlerse bütün plânları suya düşecek. Bu yüzden bilimi dînin düşmanı gibi göstermeye devam ediyorlar. Hâlbuki dînin içinde bilim de vardır. Fakat tağutların sundukları bilimin içinde din yok. İşte bu durum “birilerinden/bir şeylerden” şüphelenmek için yeter.

Big-Bang ve evrim teorileri -ki birbirlerinin sebep-sonucudur- bilimi bir dogma, bir din hâline getirdi. Öyle ki insanlar artık bunları sorgulayamıyorlar. Onlara karşı bir düşünce üretemiyorlar. Dindarlar bu bilimlerle cedelleşmek istemiyorlar.

Evet; bilim bir dogma hâline gelmiştir. Bu dogmaların başını da Evrim ve Big-Bang teorileri çeker.

Çağın kapitalist-emperyalist zihniyeti yahudi ortağı İngiltere, 1900’lü yılların başında, oyalayacak ve oynayacak çeşitli şeyler ortaya çıkardı ve sundu insanlığa. Spor, müzik, televizyon gibi. Bilim alanında ise, Evrim ve Big-Bang Teorilerini sundu ki, insanlar bu oyun ve oyalama nedeniyle yaptıkları sömürüyü-talanı göremesinler ve fark edemesinler. Böylece mutlu-azınlık mevcut hayâtiyetini rahatça sürdürsün.

Bana bilim-adamlarını kimin finanse ettiğini söyleyin, size ortaya atılan teorinin ne olduğunu söyleyeyim.

Mehmet Bahadır:

Bilime şu-anki olağan-üstü mevkiini verenler, dîni inkâr veya kasten göz-ardı eden bilim-adamlarıyla, onlarla ittifak eden bir-takım sermâye ve güç-merkezleri olmuştur” der.

En nihâyetinde bu teoriden zulüm çıkar. Çünkü bu teoriyi zâlimler finanse ediyor, zulüm finanse ediyor.

Psikolojik bir baskı vardır. Bilimin ilâh kabûl edilmesi için yapılan bir baskı. Bilim gibi bir ilâh hayâtımızın hiç-bir şeyine karışmayacağı için “istediğimiz gibi” yaşanabilecektir.

Böyle bir teorinin psikolojik arka-planı nedir? Çünkü bu teoriyi ortaya atan uygarlığın! aklı sürekli büyük patlamalar (Big-Bang) yapıyor. Dünyâ’nın her yerinde zâten sürekli “patlamalar” gerçekleştirdikleri için, zihinleri de patlamaya ayarlanmış/uyarlanmış. Bu teori de bu zihnin bir sonucu. Patlatmadıkları yer kalmadı. Buna gelen îtirazları def-etmek ve yaptıklarını meşrûlaştırmak için evrenin de patlamayla oluştuğunu söylüyorlar. Böylece insanlara olan şeylerin doğal bir iş olduğunu düşündürtüyorlar. Bunu popüler bilim-alanı olan gök-bilim ile yapıyorlar.

ReklÂm FAKTÖRÜ

Kâinâtın sâdece %4’ü tespit edilebilmiştir. Yâni araştırılabilen kısmı sâdece %4’tür. Geri kalan %96’sı hakkında ise bir şey bilinmiyor. Fakat buna rağmen sanki kâinâtın tüm alanı taranmış, sırları çözülmüş ve kâinâta hakim olunmuş havası estiriliyor.

Özellikle Higgs bozonunun bulunmasından sonra -ki aslında bulunan somut bir şey yoktur, bu sâdece bilimsel bir magazindir- bu görüş ve inanış arttı. Her şeyin bilindiği iddiası. Oysa meselâ gravitasyonun ne olduğu bilinmiyor ve bilinemez de. Çünkü gravitasyonu çözmek için şu-an aldığımız nefes de dâhil kâinâtın tüm enerjisine ihtiyaç vardır ve bunun için gravitasyonu ve dolayısıyla evreni tam anlamıyla açıklamak imkânsızdır.

Sanki bilim-adamları her şeyi çözmüş gibi bir hava estiriliyor. Hâlbuki evrene bir belirsizlik hâkimdir. Bir şeyi tam olarak bilmek neredeyse imkânsızdır. Bırakın koca evren materyâllerini, bir parçacığın yeri-hızı aynı-anda bilinemez. Werner Hisenberg belirsizlik prensibine göre bir parçacığın hareketi sırasında hem yeri ve hem hızı aynı-anda bilinemez, sâdece biri bilinebilir, dalga ve parçacık görüntüler hiçbir zaman bir-arada olamaz. Bir parçacık uzayda her yerde olabilir ve ne zaman nerede olacağı bilinemez. Bu, uzay sistemleri için de aynıdır. Uzayda görülen hiç bir şeyin yeri aslında “orası” değildir, “orası” olmadığı için hesaplar tutmaz, yanlış çıkar. İşte bu yüzden evrenin yaratılışı konusunda son sözü ancak Kur’ân söyleyebilir. Bilim, kâinât hakkında son sözü söyleyemez, çünkü söylenen şeyler değişme ve çürütülme olasılığı olan şeylerdir. O yüzden mutlak-doğru olarak kabûl etmek yanlış olur.

Şâir Ahmet Arif:

“Düşün, uzay çağında bir ayağımız/Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri/Düşün, olasılık, atom fiziği”… der şiirinde. Niceleri var ki mağaralarda yaşıyor; ağaç kabuğu yiyor; bir-içimlik berrak suya hasret kimileri.. Diğerleriyse evrenin (güya) en uzak mesafelerini seyre dalıyor, neler-neler keşfediyorlar. Neye yarar??...

Daha önce de nice toplumlar aynı şekilde bilime/bilgiye güvenerek küstahlaşmışlardı.

“Resûlleri kendilerine apaçık belgeler getirdiği zaman, yanlarındaki bilgi dolayısıyla sevinip-böbürlendiler de, kendisini alay-konusu edindikleri şey, onları sarıp-kuşatıverdi” (Mü’min 83).

Evreni o kadar da karıştırmaya/incelemeye gerek yok. Çok daha önemli meseleler var. İnsanlar evren-bilimden daha çok, toplum-bilime, târih felsefesine, iktisâda ve târihe gereksinim duyar.
 
Kapitâlizmin kuramsal temeli olan klâsik (liberâl) iktisat kuramında, doğal düzenin ahlâki niteliklerden sıyrılmış olduğu ve yasalarının adâlet, akıl veya insan refahıyla ilgisi bulunmadığı inancı vardır.

Bir teorinin manşetten verilmesi, onun sloganlarla tekrarlanması onu meşru ve geçerli kılmaz. Doğruluğun ölçütü bu değildir.

Bülent Akyürek:

“Bir millet en kolay, bilim ve filimle değiştirilebilir” der.

Bu teorinin medya ve bilim-câmiâsı tarafından bu kadar dikte edilmesinin nedenlerinden biri de, bu teoriden beslenenlerin baskısıdır. Zâten Big-Bang zamanla “Big-Bank”a dönüşmüştür. Üzerinden kazanan-kazanana..

Muhammed Nur Denek:

“Bilim, para getiriyorsa değerli, ama insana, adâlete, eşitliğe hizmet ediyorsa değersiz ve gereksiz görülmeye başlandı” der.

Zâten “modern evren araştırmaları”nı Allah’a karşı kazanacakları, dolayısı ile palazlanmalarıyla sonuçlanacak bir zafer olarak yapıyorlar.

Eren Erdem:

“Yaygın medya araçlarının bu denli taraflı kullanımı; analitik ve entelektüel kültürün ciddî mânâda gerilemesine neden olmuştur. Bundan ötürüdür ki, bir nefeslik TEZ’ler, mûteber hâle gelmiş, bir nefesle yıkılacak kaleler, neredeyse “en güvenilir sığınak” sanılır olmuştur” der.

FELSEFÎ ANALİZLER

Big-Bang Teorisi’ne göre evrenin hiçbir noktası aynı yaşta olamaz. Helyum ve Hidrojen, patlamanın 3. milyon yılında ortaya çıkmıştır meselâ. Çünkü patlama bir yere doğru açılım yapmıştır ve sözde açılma yaşanırken parçacıklar her noktada ayrı bir zamanda oluşup ayrı bir zamâna muhâtap olmuşlardır. Biraz ilerideki maddenin/enerjinin az-öncekine göre yaşı daha genç olacaktır. Çünkü az-önceki bulunduğu yere daha-önce gelmiştir. Arada milyon yıl farklar vardır. Bu nedenle tek bir “yaş”tan bahsedilemez.

Kâinâttaki her varlık orijinâldir. Kendine-has varlıkları vardır. Hiçbir şey başka bir şeyden oluşmamıştır ve türememiştir. Orijinâl olarak yaratılmıştır. Yıldız-gillerin bir ortak-atası yoktur; kedi-gillerin bir ortak-atası yoktur; turunç-gillerin bir ortak-atası yoktur. Hepsi tek-tek orijinâl varlıklardır ve mevcut şekillerinde yaratılmışlardır.

Bir de çok fazla üzerinde durmak istemediğimiz şöyle bir düşüncemiz var: Şu-anda okuduğunuz yazının mutlak bir gerçekliği olmadığı gibi, kâinatın da mutlak bir gerçekliği yoktur. Kendine-has bir gerçekliği vardır tabî ki de. Ama bu gerçeklik mutlak bir gerçeklik değildir. Çünkü Allah’tan başka mutlak bir gerçeklik yoktur. (Lokman 30) Bir yazı insanda nasıl bir etki bırakırsa, kâinat da insanda öyle bir etki bırakır. Burada aslolan nokta, mutlak bir varlığı olmasa da o şeyin bıraktığı etkidir. Bu etki öylesine yoğundur ki, biz o şeyi “mutlak gerçek” zannederiz. Gerçek olan şey, “ol” ve “öl” emirleridir. Ve biz de diyoruz ki; bu iki emrin arasında geçecek olan zaman ortalama 10.000 sene olacaktır. Evet; kâinatın mutlak bir gerçekliği yoktur. Mutlak gerçekliği olmayan şeyler için ise, ânında “ol”ma ve ânında “öl”me vardır. Aynen televizyonda olduğu gibi; açarsınız; kapatırsınız. Televizyonu açtığınızda “kün”-“ol”, kapattığınızda “hün”-“öl” emri vermiş olursunuz. Evet; kâinat sâdece bir imajdır. Demek istediğimiz şu ki: Kâinat “hak”tır ama “el hak” değildir.

Tek Mutlak-Gerçek olan Allah, kâinatta Zâtı ile yoktur, yasaları ile vardır. Aksi-hâlde kâinat fâni olduğu için, Allah da fâni olurdu. Kâinat yok olacağı için Allah da yok olurdu ki böyle bir nitelendirme hâşâ yapılamaz. Bu yüzden kâinatta mutlak-gerçeklik yoktur/olamaz. Mutlak-gerçekliğin olmadığı yerde de doğal olarak mutlak-doğrulara ulaşılamaz. Mutlak-varlığı olmayan şeyin mutlak-bilgisi de olamaz. Olsa bile bunu mutlak olmayanlar bilemez. Ancak “Mutlak Olan” bilebilir ve bildirebilir. Fakat bildirdiği de “size az bir bilgi verildi” âyeti mûcîbince “mutlak” olamaz. “Mutlak” olsa bile biz bunu mutlak” olarak değerlendiremeyiz ve bilemeyiz. Ancak Allah’ın izin verdiği ölçüde.

Gorgias genel olarak varlık hakkında bilginin olanaksızlığını ileri sürer. Ona göre hiç-bir şeyin varlığı kesin değildir. Varlık olsaydı bile onu bilmek olanaksızdır. Bir şekilde varlığı bilseydik bile bunu başkalarına bildiremezdik.

Descartes’e göre yalnızca doğuştan gelen bilgiler doğruluğu açık ve seçik olan bilgilerdir. Descartes'e göre duyularımız ve anlama yetimiz bizi yanıltabilirler.

Bir şeyi “anlamak” için onu “aşmak” gerekir. Aşılması mümkün olmayan şeyin tam olarak anlaşılması mümkün değildir çünkü.

Neden kâinâtı araştırırken onu yaratan Allah’ın sözleri/Kur’ân hesaba katılmıyor? Oysa Allah, Kur’ân’ında diyor ki..

“İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir; sana bunları hak olmak üzere okuyoruz. Öyleyse onlar, Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze îman edecekler” (Câsiye 6).

"Gökleri ve yeri Hakk'a dayalı olarak gerektiği gibi yaratmıştır” (Teğâbün 3).

Hakka dayalı olarak yaratmak ne demektir? Her şeyin hakkını vererek yaratmak demektir. Her şeyin hakkını vermek; her şeyi belli bir düzende yaratmak demektir. Hak, bunu gerektirir. Belli bir ölçüye göre, belli bir biçimde, belli bir hızda, yönde, mesâfede vs. gibi. En ideâl seviyesine gelmemiş olan bir yapı ise, hakkını almamış demektir. Hak ilkesi her-şeyi en ideâl şekliyle yaratmayı gerektirir. Allah, kâinâtı hak ilkesiyle en ideâl şeklinde yaratmıştır. Kâinâtın hakkını vermiştir. Kâinâtta haksızlık hiç yapılmamış, hiçbir şey en ideâl hâlinden bir önceki hâlde hiç bulunmamıştır. Çünkü hak sonradan ortaya çıkmamıştır. Hakkın ezeli olması bunu gerektirir. Kâinât hakka dayanır. Hak ise her şeyin hakkı ne ise vermeyi gerektirir. Hiçbir haksızlık yapılmaz.

Allah her şeyi hiçbir doğa-yasasının olmadığı bir zamanda yaratmıştır. Bu yüzden bir ihlâlden bahsedilemez. Mûzice olması ise, şu-anda “ilk-yaratılış”ı anlamlandıramayışımız ile ilgilidir.

Evrimdeki sözde ara-geçiş aşamasındaki varlık ideâl hâlde olmadığından işlevini tam yerine getiremeyeceği için o halde bir-süre bulunamaz. Evren materyâlleri de ideâl hâllerinden bir-önceki durumlarında bilinçli/düzgün hareketler sergileyemeyecekleri için o durumlarında bir-süre bulunamazlar. “Hak” ile yaratmak, yaratılıştaki anlamlılığa ve amaçlılığa delâlet eder. Peki, mükemmel hâle gelmemiş ve yarım olan bir yapı işlevini nasıl gerçekleştirecektir? İşlevini yapamayan bir yapıya nasıl “anlamlı bir yapıdır” diyebileceğiz? Çünkü mükemmel hâle gelmediği zaman işlevini tam yapamayacağı için o yapı anlamsız bir yapı olacaktır. Bu Allah’ın “hak” ile yaratmak amacına terstir.

Çünkü onların o durumda bir kaderi/ölçüsü yoktur. Bir yasaları yoktur. Boştadırlar. Tamamlanamadıkları için her-hangi bir yasaya da dâhil değildirler. Bir yasaya tâbi olmayan şey ise aslında Allah’a tâbi değil demektir ki pozitivist bilim de zâten bu düşünceyi yerleştirmeye çalışıyor. Kendi-kendine, rast-gele, gelişi-güzel bir yaratılmanın olduğunu söylüyor. Allah gelişi-güzel bir yaratma yapmaktan münezzehtir.

Allah’tan “mutlak olan” tahakkuk eder ancak. Tahakkuk eden mutlak olandır. Mutlak olanda eksiklik olmaz. Mutlak olan, kusursuz olan ve mükemmel olandır.

Allah Hâkimdir. Hâkim, her-şeyi kusursuz şekilde yapmak-yaratmak demektir. Allah kusursuz yaratmıştır. Şimdi; bu kusursuz yaratılma aşama-aşama mı olmuştu, yoksa bir-anda mı? “Kusursuz”un bir-önceki aşaması “kusurlu” olduğuna göre ve  o da bir “yaratma durumu” olduğuna göre ve Allah kusursuz bir şey yaratmayacağına göre, bu kusursuz yaratılış bir-anda olmuş olmalıdır. Âlimül hakim, her-şeyi hakkıyla bildiği için, “her-şeyi yerli-yerince, tam hakkıyla yapan” demektir.

Allah’ın yarattığında isâbetsiz bir yaratış yapmaz. İlk attığında tam 12’den vurur. Hedefe aşama-aşama gelmek Allah’ın şânına yakışmaz.

Kâinât yoktan bir-anda yaratılmıştır. Her-hangi bir “şey”den yaratılmamıştır. “Yok”ken bir-anda “var” olmuştur. Her şey aslına dönücüdür/dönecektir. Kâinât da aslına dönecek, yani ilk-başta olduğu gibi “yok” olacaktır.     

Gerçek olan budur ve hakîkat kendini her zaman olanca sesiyle haykırır.

Bir şey yanlışsa yanlıştır. Çoğu kişinin o yanlışı doğru kabûl etmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi:

“Yanlış yargıların toplumsal bir mutâbakata dönüşmüş olması onu yanlış olmaktan çıkarmaz”.

Peki bilim-adamları neden yanlış sonuçlara varıyorlar? Yanlış sonuçlara varmaları çok doğal; çünkü çıkış noktaları yanlış. Çıkış noktaları “din-merkezli” olmadığı için başlangıçta yaptıkları küçük bir hatâ, ileride büyük hatâlara ulaşılmasına yol açıyor. Tasavvurları da bozuk. Yaratan üzerinden değil de, yaratılan üzerinden yola çıkmalarının sonucunda bu yanlış tasavvurlara varıyorlar. “Tasavvurda mili-metrik sapma, eylemde kilometrelerce büyüklüğünde bir sapmaya yol açar” sözü tezâhür etmiş oluyor. Doğru sonuca ulaşmanın kaçınılmaz yolu olan, “Allah-Din-Âhiret” merkezli düşünce sistemine girmedikçe doğru yol kendilerine açılmayacaktır. Üstad Seyyid Kutub da bu konuda şunları söylüyor:,

“Âhiretteki hesaplaşmayı (din-gününü) yalanlayan kimse ise, olayları kısa ve sınırlı dünyâ-hayâtındaki görünümleri ile hesaplar. Yer-yüzünün ve insan ömrünün daracık sınırları içinde hareket eder. Bu-yüzden hesâbı değişir, ölçülerinin sonuçları farklı olur. Zaman ve mekânın dar kalıpları içine hapsolmasının yanı-sıra yanlış sonuçlar elde eder. Sürekli düşüncesini, hesâbını ve değerlendirmesini sınırlandırdığı bu dünyâ-hayâtında olup-bitenler tatmin etmez kendisini, hiçbir zaman rahat yüzü göremez, çünkü elde edilen sonuçlar âdil ve mâkûl değildir. Hiç kuşkusuz bunun nedeni olayları hesaplarken daha büyük ve daha uzun olan öteki yönünü hesaba katmamasıdır…

Yaptıkları şuna benzer: Ressamın biri sürrealist bir resim yapıyor ve onu bir müzeye asıyor. Müzeyi ziyârete gelen sözde “resimden anlayanlar”, resim üzerinde değişik yorumlar yapıyorlar. Ressamın anlatmak istediği şeyi farklı bir şekilde anlıyorlar. Hayâllerine gelen şeyleri resmin anlatmak istediği şey zannediyorlar. Tabî ki yanılıyorlar. Hâlbuki kendi keyfi vargılarına ulaşmadan önce resmi yapan ressama danışsalardı vardıkları sonuçların hiç de öyle olmadığını görürlerdi. Evet; yapmaları gereken tek şey “Ressama” danışmaktı.

Bütün âlemin yaratıcısı olan Allah’ı bilmeyen biri, O’nun yarattığı âlemin detaylarını ve inceliklerini tam-mânâsıyla nasıl bilebilir? Ressamı tanımadan resim hakkında ne kadar doğru yorum yapılabilir? Ressamı tanımadan resim üzerinden konuşanlar câhildir. Bakın Üstad Mevdûdi bu konuda ne diyor:

“Küfür bir nevi cehâlet; hem de tam mânâsıyla cehâlettir. Kâinâtın sâhibi ve kurucusu olan Allah-u Teala’yı bilememekten daha büyük cehâlet olur mu? Bir kimse tabiatın geniş manzarasını; ara vermeden işleyen hârika mekanizmayı; kâinâtın her köşe ve bucağında kendini gösteren şahâne modeli müşâhede eder. Bu geniş teşkilâtı müşâhede etmesine rağmen onu meydana getiren ve idâre edenin kim olduğunu bilmez. En mükemmel sûrette işleyen ve şâyan-ı gayret bir organizma olan kendi vücuduna bakar. Fakat bu varlığı meydana getiren kudret; kalsiyum, sodyum vs. gibi cansız maddelerden eşsiz hayâtı yaratanın kim olduğunu anlayamaz. Kâinâttaki kusursuz plâna şâhit olur. Fakat o plânı hazırlayanı göremez. İşlemesindeki ahenk ve letâfeti görür. Fakat yaradanını asla. Tabiatın akla hayret veren modelini müşâhede eder, fakat o modeli çizeni bilemez. Kâinâtın içinde olup, kendi çevresinde bulunan her türlü ilim ve hikmet, riyâziye, mühendislik, plân ve hizmetle alâkalı hünerlerin tezâhürlerini müşâhede eder. Fakat bu uçsuz-bucaksız kâinâtı halk-eden varlığa karşı gözlerini yummaktadır. Bu muazzam ve mânâlı hakîkate karşı gözlerini yuman kimsenin hakîki bilgi görüşüne yaklaşmasına imkân var mıdır? Böyle bir kimseye hakîkat ve bilgi manzarası açık kalabilir mi? O hakîkatin izini bulamayacaktır. Doğru yol onun için kapalı kalacaktır. Fen ve sanattaki gayretleri ne olursa-olsun, hakîkat ve bilgi-ışığı ona asla ulaşamayacaktır. O karanlıkta yürüyecek ve cehâlet kasvetinin içinde yuvarlanacaktır. Bu isyan ve hakîkati inkârın kaçınılmaz netîcesi, hayat tasavvurlarında hüsrâna uğramak olacaktır. Böyle bir âsi, hakîki bilgi ve ilhamın yolunu asla bulamayacaktır; Çünkü kendi yaratanını keşfedemeyen bilgi, hakîkati keşfedemez. Böyle bir adamın muhâkeme ve idrâkı fesat yoluna sapmış olur; çünkü yaratanını bilmemek günahını işleyen mantık, hayat yolunu aydınlatamaz”.
 
Böyle bir adam hayâtındaki bütün işlerde başarısızlıkla karşılaşacaktır. Ahlâki, medeni ve sosyâl hayâtı ile siyâsi ve âile hayâtı dâhi berbât olacaktır. Bu Dünyâ’da fesat ve huzursuzluğu yayacaktır. Kan akıtacak, başkalarının hakkını ihlâl edecek, başkalarına zulüm edecektir. Sapık fikirleri ve ihtirâsı, bulanık görüşü ve değerleri yanlış ölçen terâzisi ve kötü faaliyetleri onu ve çevresindekilerin hayâtını tatsız hâle sokar. Böyle bir adam Dünyâdaki denge ve istikrarı bozar.

Eğer onlar, Allah’ın âfak ve enfüsteki âyetlerine ve hikmetlerinin sırlarına, bâsiretlerini akıl ve gözlerine yardımcı yaparak baksalar onun takdirlerinde ve hesaplarında kendilerinden daha mükemmel olduğunu görecekler.

Küfrün bedbaht âkıbeti budur, hem bu Dünyâ’da, hem de âhirette insanları mutlak sûrette başarısızlık ve çıkmaza sürükleyecektir.

Gerçeklerin sosyolojik/doğal sonuçları topluma/kişiye maddi-mânevi her-hangi bir zarar vermez. Fakat pratikte sonuç olarak toplumda bozulma sürekli artıyorsa, o topluma yön-veren her konudaki teori yanlış ya da eksik olduğundan dolayı hatâlıdır.

Caner Taslaman:

“Bilimin içinde çözülmemiş daha bir-çok sorun var. Örneğin şu-anda fiziğin içinde kuantum teorisi ile izâfiyet teoremi (genel rölativite) uzlaştırılamıyor. Bu fizik açısından büyük bir sorun. Mikroyu çok iyi açıklayan bir teorimiz var. Makroyu da çok iyi açıklayan bir teorimiz var. Doğal beklenti bu ikisinin birbiriyle son derece uyumlu olması ama aralarında uyumsuzluk var. Fizikte, fizikçilere saç-baş yolduran ve hâlen devam eden bir sorun bu.

Aslında “zamânın doğası nedir”, “uzayın doğası nedir” gibi sorular da hâlen fizikte tartışılıyor. Fiziğin içinde çözülemeyen ancak çözülmesi umulan sorular bunlar. Siz, fizikteki bütün bu soruları çözseniz de, karşımızda bir evren duruyor. “Bu evrenin varlığının açıklaması nedir” gibi daha bir sürü felsefeyi ilgilendiren soru var. Bunlara bizim fizik-alanından değil de felsefe ve teolojinin alanına geçerek verebileceğimiz cevaplar var. Sonuçta fiziğin bize verdiği açıklamalar, bu evrenin nasıl işlediğiyle alâkalı açıklamalar.  Diyelim ki iki tane cisim çarpışıyor, bunlar hangi hızda çarpışırsa nasıl ayrılırlar, Mars ile Jüpiter’in yörüngesi nedir, karıncalar nasıl haberleşir, beynimizdeki nöronlar nasıl irtibat kurar gibi sorular… Fakat bu soruların hiç-biri, bu bilim-yasalarının hiç-biri; “ne oluyor da bu bilim-yasaları vardır” sorusunun cevâbı değildir. Bilim, var olan düzenleri bulmaya çalışıyor; “karınca nasıl haberleşiyor”, “ay yörüngesinde nasıl duruyor”, “su hangi derecede hangi basınç altında donuyor ve-yahut kaynıyor gibi…” şeklinde sorulara bilim cevap verirken; “ne oluyor da bu donma yasası” var, “ne oluyor da madde hâl değiştiriyor” şeklinde, “var olan fizik-yasalarının varlık sebebi nedir,” sorusunu sorduğunuz andan îtibaren mesele fiziğin konusu olmaktan çıkıyor, felsefenin alanına geçiyor.

Fiziğin üzerine konuşmak gerektiği zaman bile mesele fiziği aşıyor. Bakın basit bir örnek vereyim; bir-çok kimse, “fizik nedir,” diye sorduğunuzda hemen, ”deneyle gözlemle yapılan bir şeydir” diyor. O zaman ben de şu soruyu soruyorum;” fizîkî bilgi deney ve gözlemle yapılır” cümlesinin kendisi deney ve gözlem sonucu meydana gelmiş bir cümle midir? İlk adımda sarf ettiğiniz cümlenin kendisi bile fiziğin dışında!  Bir-çok fizikçi bu ayrımları ne yazık ki yapamıyorlar, daha kurdukları ilk cümlenin bile fizikle alâkası olmadığının farkında değiller.

İşin doğrusu şu: Bizim birinci şahıs olarak içimizde gözlemlediğimiz hiçbir şey fiziğin konusu olamaz. Buraya çok dikkat etmek lâzım. Genellikle gözden kaçıyor çünkü. Nedir bunlar: Bizim arzularımız, korku, mutluluk, ondan sonra istek veya mantık kurallarının kendisi. Dikkat ettiyseniz bunların hiçbirisi herkese açık deney ve gözlemin erişim alanında değil. Biz, birinci şahıs olarak kendi içimizde, içe-bakışla bunları fark ediyor, biliyoruz. Bir deneyim burada var ama bu farklı bir şey. Biz, içe-bakışla bunu idrâk ediyoruz. Korkunun ne olduğunu, arzunun ne olduğunu her ferd kendi içinde idrak ediyor. Klasik doğa-bilimindeki gözlemden son derece farklı bir şey bu” der.

Bilim-adamlarının attıkları ok her-hangi bir yere saplanmış­ken; daha sonra okun vurduğu yerin etrafına hedef çizip; ne kadar da keskin nişancı olduklarını savunuyorlar. Bilim-adamlarının ön-görülerinin çoğu buna benzer.

Allah zamandan ve mekandan münezzeh olduğuna göre, kâinâtın aşama-aşama oluştuğunu söylemek, kâinâtı yaratan Allah’ı (hâşa) zaman ve mekana bağımlı kılmak değil midir?

Felsefî bir kaynaktan aktararak bilime yapılan eleştirileri görelim:

Bilimsel ilerleme devam ettikçe gerçekliğin daha “doğru” tespit edildiğine dâir delil yok. Dış-Dünyâ hakkında tek doğrunun bilimsel bilgi ile anlatıldığının ölçütü de yoktur.

Bilimsel-bilgi bir dil ve ideoloji hâline gelmiştir. Kendi dışındaki tüm bilgileri yok etmek istemektedir. Bilim-adamları yönetimi elinde tutanlarla iş-birliği yaparak egemenliklerini sürdürmektedirler. Orta-çağda dînin yaptığı gibi, evrendeki her şeyi en doğru kendisinin açıkladığını, ilerleme ve kurtuluşun ancak onu izlemekle elde edilebileceğini iddia etmektedir.

Bilimin sanat, edebiyat, din v.s. gibi diğer bilgi türlerini ya görmezlikten gelip ya da reddetmesi; sâdece kendini üstün görmesi de kabûl edilemez. İnsanın düzenlediği her türlü bilgiye yaşama ve yarışma şansı vermelidir.

Pozitif-bilim, dış-dünyâ’daki olguları (nesneleri ve ilişkileri) gerçekten temsil edebilecek ifâdelere ulaşmış mıdır? Dilin mantıksal çözümlenmesi üzerinde yapılan çalışmalar genellikle başarısızlığa uğramıştır. Bilim olgular üzerine mi kurulacaktır, olguları yansıtan kavramlar ve önermeler üzerine mi? Gözlem ve deneylerle olguları sistematik hâle getiren mantıksal çerçevede kesin bir tercih yapılamamıştır.

Pozitif-bilimin dayandığı, doğada gözlemlenen düzenli nedensel ilişkilerin ilerde de geçerli olacağı (yâni geleceğin aşağı-yukarı tahmin edilebileceği) ilkesinin dayandığı tüme-varım ilkesi, mantıksal ve psikolojik bir yanılsamadır. Tüme-varımsal genellemeler geçerli değildir, çünkü eldeki kanıtların ötesine geçememektedir. Tüme-varım bilime temel olamaz. Buna karşı ileri sürülen matematiksel olasılık (probabilite) kavramı bile bilimsel-bilgiyi doğrulamaz.

Deneysel bilimin, tüme-varımcı bilgi yönteminin kurucusu Francis Bacon, deneye baş-vurmadığı, salt düşünsel bir uslamlama olduğu için tümden-gelimi yadsımıştır. Buna karşıt Hegel, tersine, ancak tümden-gelenin gerçek olduğunu, bireyselden yola çıkılarak tüme varılamayacağını savunmuştur. Ona göre ideâlizm için tek geçerli yöntem, tümden-gelim yöntemidir.

Kâinât tüme-varım yönteminden ziyâde, tümden-gelim yöntemine uygundur. Hipo-tezsiz/teorisiz bir tümden-gelim. Tüme-varım yönteminde süreçler muntazaman doğru bir şekilde tâkip edilemez. Özel-yargılardan genel-yargılara mutlak-doğru bir şekilde ulaşılamaz. Genel-yargılardan özel-yargılar çıkarmak hem daha doğru hem de daha sağlamdır. Tümden-gelimin doğruluk değeri kesindir. Çünkü bütün doğru ise parça da doğru olmak zorundadır. Aksi durumda “yoldan sapma” kaçınılmazdır. Çünkü “eksik” olan parça, “tam” olan bütünü açıklayamaz. Mâlik bin Nebi de:

“Her türlü tüme-varımsal sonuç hatâlı pozitivist bakış-açısıyla kavramsallaştırılmıştır” der.

Gestalt kuramına göre de; bütün, parçaların toplamından farklı bir anlam ifâde eder ve birey, bütünü parçalarına ayrıştırarak değil, bütünlük içinde algılar.

Aristo da tümden-gelimin sağlam bilgi olduğunu söyler. Aristoteles’e göre bilime konu olan, zorunlu olmalı ve sıkça değişmemelidir.

Kâinâtta aşağıdan-yukarı bir açıklama yapılamaz. Yukarıdan-aşağı açıklama yapmak bir referansa sâhip olunacağından dolayı hem daha doğru, hem de daha yararlıdır.

Popper’a göre önemli olan, bilim-insanının ortaya koyduğu hipotez veya teorinin sınanmaya açık olması, yanlışlanma imkânının bulunmasıdır; bilimselliğin gerçek ölçütü budur. Popper’a göre nihâi olarak doğrulama (tüme-varım sorunu nedeniyle) mümkün değildir.

Big-Bang Teorisi “resmî” bir teoridir. Bu “resmîyet”, “gayrı-resmî olanlar”ı sindirmiştir/sindiriyor. Onlara imkân tanımıyor. İnsanlar popüler olmayan gerçekleri kabûl etmek istemiyorlar. Çünkü kitleler doğruya değil, popüler olana inanmaya daha yakın ve yatkındır. “Aksi” düşünüldüğünde de farklı düşünceler olduğu kabûl edilmek istenmiyor.

Yeni bir teknolojik ürünün popüler hâle getirilmesi ve insanların ona rağbet etmesiyle, yeni bir teorinin ortaya atılarak popüler hâle getirilmesi ve insanların ona rağbet etmesi arasında fark yoktur.

“Bu teorinin yanlış olduğuna bu kadar inanıyorsan yanlışlayabilmen gerekmez mi?” sorusuna: “Hiç-bir masal yanlışlanamaz” cevâbını veriyorum. Ali Şeriati de: “Yanlış bir anlayışı kanıtlamaya veya inkâr etmeye çalışmak boşunadır” der.

Bu teori “göreceli” bir teoridir. “Birilerine göre” olan bir teori. İşte o birileri, gördüklerinin mutlak-gerçek olduğunu zannediyorlar ve bu “zan”ı çeşitli yollarla dayatıyorlar. Erich Rothacker:

“Bir stiller (üsluplar) çokluğu vardır. Her somut stil ve bu stili dışa vuran dogmatik, zorunlu olarak “perspektifsel”dir. Bu demektir ki, her dogmatik kendi perspektifi doğrultusunda “görsel”dir, yâni ancak bu perspektif doğrultusunda nesnesiyle ilişki kurar. Dolayısıyla hiç şüphe yok ki, her stil kendi gücünü, nesnesini gördüğü kendi görü-tarzında bulabilir. Bu stil, sanki bir doğrudan algıymış gibi “özne”ye nesneyi nasıl görmesi gerektiğini dikte eder. Her stil kendi nesnesi üstüne kendi açısından konuşur. Her stil, bu açı doğrultusunda kendi yolunda mantıksal çelişkisizliğini kazanır. Ama apaçıktır ki, her biri mantıksal çelişkisizliğe sâhip olan bu stiller, birbirlerini yok sayamazlar. Her biri nesneleri üstüne kuşatıcı, hattâ evrensel bir kapsayıcılıkla konuşur; perspektifsel olduğunun farkında olmayarak, işte stiller, dogmatikler, yalnız ve yalnız bu anlamda nesneleriyle “doğrudan” bir ilişki içindedirler. Bu, kendisini evrensel sanan, ama aslında perspektifsel ve dolayısıyla göreli bir ilişkidir. Stillerin, sistemlerin nesnelerini açıklamaları, işte bu anlamdadır.

Örneğin her bilimsel veya felsefi sistem, nesnesi hakkında genel açıklamalar veren, ama nesnesiyle ilişkisi hep perspektifsel ve göreli kılan bir sistemdir. Çünkü sistemi belirleyen “stil” ve “tutum”, görü-tarzını da belirler. Bu anlamda “görüsellik” ile “perspektivite” eş-anlamlıdırlar. Dolayısıyla “nesnelere doğrudan-doğruya yönelme, “nesnelerin kendisine yönelme” denen şey, yâni filozofların intentio recta dedikleri şey, aslında bir perspektiviteye baştan bağlıdır. Bu demektir ki, kendilerini keşfettiren, genişleten, değiştiren şeyler asla “nesnelerin kendileri” değildir. Genişleyen ve değişen, bizim nesneler üstüne edimsel-yaratımsal, yâni perspektiflere bağlı olarak geliştirdiğimiz bilme stillerdir. Bir stil, yalnız ve yalnız, kendi görüşünden, yâni kendi perspektifinden hareketle kendi olumlu etkinliğine sâhip olabilir. Dünyâ bize yalnızca görü, yalnızca perspektif içinde bir Dünyâ tablosu olarak açıktır. Bu tablo, bir resim olmak zorundadır; çünkü o, biz onu hangi stilden hareketle yapmışsak, bize o stil altında resmedilmiş olarak görünecektir. Kendi stilimizi evrensel saydığımız sürece, o tablo bizim için biricik olacaktır. İşte, yaşama, böyle çok sayıda “biricik” tablolar üretir” der.

Hegel:

“Dünyâ Tininin oluşması için öne çıkan bireyler farklı karaktere sâhip insanlardır ve bu yüzden de birbirinden farklı sonuçlar ve yasalar ortaya çıkmaktadır” der.

Meta-fizik, felsefe ve teoloji olmadan evren hakkında konuşmak mecbûren eksik kalacaktır. Çünkü bu dili kulllanmadan zâten bilim bile olmaz. Bu konuda Caner Taslaman şunları söyler:

“Leibniz’in ünlü sorusu olan “neden hiç-bir şey yerine bir şeyler var”, ayrıca buna ilâve edebileceğimiz “neden kaos yerine doğa-yasaları var” veya “neden doğa-yasaları, evrende gözlenen tasarımları ve tüm çeşitliliği ile canlıların oluşumunu olanaklı kılacak şekildedir” tipindeki sorular cevaplanmış olmaz. Bu tip soruları cevaplamaya kalktığımızda felsefe ve teoloji alanlarına geçmiş oluruz. Felsefe ve teoloji bu soruları cevaplarken, bilimin sunduğu verilerden faydalanabilir (doğal felsefe ve doğal teolojide olduğu gibi), fakat bu durumda bile bu soruların cevâbı felsefe ve teoloji gibi alanlara geçilerek verilmektedir. Ayrıca genelde bilimin ve fiziğin metodunun ne olması gerektiği tipindeki sorunlar bile felsefenin alanındadır. “Bilimin metodu deney ve gözlemdir” şeklindeki bir cümle bile deneyin ve gözlemin konusu olamamaktadır. Çok ünlü bâzı fizikçiler bile fiziğin sınırları ve bu temel sorulara felsefenin alanına geçmeden cevap verilemeyeceğinden habersiz gibidirler. ..Burada, bir kez daha, fizikçilerin, fizikteki konularla ilgili olanlar dâhil, her açıklamalarının bilimsel olmadığını; birçok-zaman felsefe ve teoloji alanlarına geçiş yaptıklarını ama bu açıklamalarını bilimsel bir açıklama gibi sunduklarıyla ilgili hususa dikkat çekmek istiyoruz”.

Deneylerin, kişinin içinde oluşan izlenimlerden daha doğru ve gerçekçi olduğunu deneyimleyecek bir mekânizma var mıdır? O hâlde, bunun gibi kozmik-çapta bir yapı için, deneyi iç-görüye neden önceleyelim?

Caner Taslaman:

“Son bir-kaç yüzyılda bilimin, felsefenin ve dinlerin arasına kalın duvarlar örüldü. Bilim-adamlarının çoğu, evrenin “nasıl” oluştuğu ve yapısının “ne” olduğu konularına o kadar odaklandılar ki, elde ettikleri bilimsel verilerin, felsefe ve ilâhiyat alanı açısından sonuçlarıyla ilgilenmediler. Felsefecilerin çoğu, bilimin verilerini tâkip etmeyi gerektiren bir uğraştan uzak durdular ve pozitivist dil-felsefesi geleneği gibi, felsefeyi dillerin çözümlenmesine indirgeyen sınırlayıcı yeni geleneklerin etkisi altında kaldılar. İlâhiyatçıların çoğu da, bilimsel araştırmaya girişmekten uzak durarak bilim, felsefe ve dinler arasında örülen bu duvarları kabûllendiler. Bilimin farklı, felsefenin farklı, dînin farklı hakîkatleri olamaz; fakat, yanlış bilim, yanlış felsefe ve yanlış din olabilir. Anlaşılıyor ki, bu duvarların içinde kalan tüm bu faaliyetlerin yanlışlıklarına müdâhale edilememesi ve her alanın kendi otoritesini muhâfaza edebilmesi için bu duvarlar örülmüştür. Bu ise, bilimin verilerinden gerekli sonuçların çıkarılamamasına, felsefelerin kısır şüphelere boğulup kalmalarına ve din alanına sayısız hurâfelerin sokulmasına sebep olmuştur” der.

Platon; araştırmanın her türlüsünün beyhude olduğunu dile getirmiştir. Bunu da şu şekilde îzah etmiştir:

“Aradığım her-hangi bir şeyi ya önceden biliyorumdur, (bu durumda araştırmama gerek kalmaz) ya da araştırdığım şey hakkında hiç bir şey bilmiyorumdur. Bu durumda da her-hangi bir şey öğrenmeme imkân yoktur. Çünkü araştırmayı nasıl yapmam gerektiğini bilemem. Demek ki bilimin değeri olmadığı gibi başarıya ulaşma şansı da yoktur.

Kant, bilgi hakkında;

“İnsanoğlu somut sezgi tarafından ortaya konulan bilginin dışında her-hangi çeşitten başka bir şey elde edemez”.

Doğru tektir. İki veya daha fazla doğru olduğunda doğrulardan biri “daha az doğru” olmak zorunda kalır. “Daha az doğru” ise “daha çok doğrunun” yanında doğru olmaktan çıkıp yanlış olma konumuna düşer. Çünkü doğrunun doğru olabilmesi için “mutlak-doğru” olması gerekir. Mutlak-doğru değişmez, hattâ doğruluğundan bir şey bile kaybetmez. Mutlak-doğruyu ise ancak Mutlak Olan söyleyebilir. Bu yüzden doğru olduğu düşünülen bir düşüncenin veya bir teorinin Mutlak Olan’a dayanması gerekir. Aksi takdirde bir zaman sonra o düşüncenin değişmesi yada çöpe atılması kaçınılmaz olur. Mutlak Olan’a dayanmayan her düşünce-teori mutlak-doğru olmadığı için kendini yenilemeye mecburdur. Çünkü doğru zannedilip sâhip çıkılan her düşünce-teori kendini ayakta tutabilmesi için yenilemesi gerekir ve bu yüzden de değişmesi kaçınılmazdır. Hattâ öyle teoriler vardır ki, zamanla ona bir-çok ilâveler yapılmış ve o teorinin ana-düşüncesi değişmiş ve ortaya başka teoriler çıkmıştır. İşte Big-Bang Teorisi de bu süreci yaşayan bir “hipotez”dir. Bu sözde “teori” de artık yeni düşünceler-sorular karşısında çâresiz kalmaya başlayınca teorinin özüne ters şeyler söylenmeye başlanmıştır. Meselâ artık Big-Bang’in sâdece tek bir noktada değil, iki yada daha fazla noktada, hattâ sonsuz noktada patladığını savunmaya başladılar. Hâlbuki bu sözler teori için ilk söylenen sözlerle birebir çelişir. Mutlak Olan’a dayanmayan hiç bir düşünce ve teoriye yenilikler ve ilâveler yetmez. Şeytan da bu sapık düşüncelere-teorilere malzeme tedârik etmekten ve telkin yapmaktan zevk duyar. Zâten onun işi budur. Bu sürecin sonunun ne olacağı şimdiden belli oluyor; yeni şeyler eklene-eklene mâlûm teori özünden sapacak ve yeni bir “teori” ortaya çıkacaktır. Evet; Allah’a dayanmayan her düşünce kendini yenilemeye, değişmeye ve en sonunda çürümeye mahkumdur. Bu durum Allah’sız (sapık) düşünce ve teorilerin kaderidir.

Pozitivist Dünyâ, ideolojisini, bilimini, sosyolojisini, teknolojisini, dilini, dînini ve teorilerini “modern insana” göre düzenler. Doğal olarak sürekli değişim hâlinde olan insan sürekli değişim ister. İşte modernizm de bu ihtiyâca cevap vererek kazancını sağlar ve Dünyâ’yı elinde tutar. Teoriler, insanı ele geçirmek ve elde tutmak için kurgulanmış oyunlardır. Big-Bang Teorisi ise bu oyunun gök-bilim ile ilgili yönüdür. Modernizm, değişemediğinde yıkılışa geçer. İşte Big-Bang Teorisi de, son asrın popüler bilim teorilerinden/oyunlarından biridir. Zamânı geldiğinde değişmeye mahkûmdur.

Kâinâtı bir makine gibi görenler, onun için söyledikleri şeyleri de mutlak-doğru olarak kabûl ediyor. Hâlbuki kendini değiştirerek sürekli olarak hareket eden bir sistem makine olamaz.

Allah’ın “ilk hareketi” verip bir kenara çekildiğini söyleyen “deizm” insanlara bu şekilde dikte edilmiştir. Fakat şu unutulmamalıdır ki, Allah “mod-ern” değildir. Çünkü modernlikte bir “mod-a mod” vardır ki hep aynı olan anlamındadır. Allah ise sürekli bir “şeen” dedir. Her-an yeni bir iştedir. Allah’ın yarattığı varlıklar da sürekli hareketli oldukları için her-an yeni bir durumdadır.

“Tıpa çekilmiş ve oluşum başlamış”. Şişme bot mu lan bu?. Müslümanlar da tohumdan örnek veriyor: “Tohum nasıl açılıp koca ağaç oluyorsa, kâinat da bir tohum gibiyken açılıp koca bir evren olmuştur” diyorlar. İyi de, tohum nasıl olmuş? Otomatik-mekanik bir sistemin bir dokunma ile açılması gibi; Allah, deizm felsefesinde-inancında olduğu gibi, o meçhul şeye “ol” demiş, ya da bir dokunmuş, hareket ettirmiş, başlamış o şey açılmaya. Descartes, kâinâtı yaratılmış otomat makineler hâlinde düşünmekteydi. Tanrı’nın her şeye “kurmalı makine” özelliği verdiği kanısındaydı. Gerçi bâzıları “açılma değil, oluşma” diyorlar ama bunun bir açıklaması yok tabi. İşte biz de diyoruz ki: Allah ol demiş ve her şey bir-anda olmuştur. Yokken nâgehan olmuştur.

Akıl erdirilemeyecek olan şeyler için tekrar akla dönmek ahmaklıktır. Yapılacak şey “Akıl-üstü” olana dönmek olmalıdır.

Şirk’in en büyük tezâhürlerinden olan putlara tapmada; insanların kendi yaptıkları taştan-tahtadan vs. nesnelere büyük bir tutkuyla bağlanmaları görülür. Bu putlara olan tutku öylesine güçlüdür ki, bu nesnelere kul olanlar taptıkları putları kendilerinin yaptıklarını unuturlar. Bu putlara olmadık özellikler yüklerler. Onların olağan-üstü olduklarına inanmaya başlarlar. Bu öyle bir duruma gelir ki, taptıkları bu putlara laf ettirmezler, edenleri de çeşitli şekillerde suçlarlar ve onları toplumun câhilleri, gericileri, ayıpları vs. sayarlar. Çünkü artık yeni bir din türemiştir.

Meselâ Bâbil böyle bir inancı yaşarken ve bi­rer ilâh olarak gördüğü yıldızların hareketlerini yüksek kulelerden gözlem altına alırken, bu inanca karşı çıkan Hz. İbrâhim'i yakarak öldürme cezasına çarptırmış ve bunu başaramayınca da onu bölgeyi terke mecbûr etmiştir. Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Hz. İbrâhim'in kendisi de bir insan olarak gökleri merak etmiş ve uzayı gözlemiştir. Fakat yüce Allah ona Bâbil kulelerinden görülemeyen gerçekleri göstermiştir.

İşte, bâzı bilim-adamlarının, yaratılışa alternatif bir yol aramaları sonucu masa-başında oluşturdukları (kâinâtın sınırlarını göremedikleri için başka türlü oluşturamazlar), sonra da süsleyip piyasaya sürdükleri Big-Bang Teorisi de bir nevi putçuluktur. Kendi ürettikleri bir “tez”e çeşitli sıfatlar takıp onun insanların gözlerinde büyümesine sebep olmuşlardır. En sonunda onu “tek teori” hâline getirmişlerdir. Öyle ki ona laf ettirmezler, laf edenleri de yukarıda saydığımız gibi suçlarlar. Aslında yaptıkları hayâl kurmaktan başka bir şey değildir. John Dewey bunu şöyle ifâde eder:

“Bilimde tüm büyük atılımlar insanın hayâl-gücünden kaynaklanmıştır”.

Pierre-Paul Grassé:

“Hayâl kurmayı yasaklayan bir kânun yoktur, ama bilim bu işin içine dâhil edilmemelidir" der.

Bir yalanı yüksek sesle ve defâlarca tekrarlarsanız insanlar artık ona inanmaya başlar.

“Sürekli değişiklik” kapitâlizmin/neo-liberâlizmin âmentüsüdür. Kapitâlizm ancak bu felsefeyle hayatta kalabilir. İşte Big-Bang Teorisi’ni finanse eden kapitâlizm, aynı felsefeyi kullanarak evrenin nasıl oluştuğunu “yeni” bir teoriyle anlatıp bu konuda da değişimi gerçekleştirmiştir ve bundan sonra da sürekli değiştirecektir. Çünkü “yalan” hakîkat gibi değildir. Çok çabuk eskir. O yüzden sürekli yeni yalanlara ihtiyaç duyar. Bu yüzden her-şeyin tanımının sürekli değiştiği bu “kahpe” Dünyâ’da, evrenin yaratılışının nasıl olduğu tanımı da değişmek zorunda.

Ey bilim-adamları!; Bu kâinât sizin babanızın malı mı ki istediğiniz gibi atıp-tutuyorsunuz?

Aynı şekilde bu masanın başında başka hayâller de kurarlar. İşte size bir âyet ve Seyyid Kutub yorumu:

"Yoksa insanın her hayâl ettiği şey gerçekleşir mi sanıyorsunuz?" (Necm 24).

“Her-hangi bir iş, kişisel arzuya ve ihtiraslara gelip dayanınca çığırından çıkar, doğru yolu bulma imkânı ortadan kalkar. Çünkü böylesine durumlarda yanılgının sebebi gerçeğin gizliliği yada delil yetersizliği değildir. Asıl sebep, istediğini ille de yaptırmak isteyen kişisel arzudur. Bu kişisel arzu önce istediğini yaptırıyor, sonra yaptığına gerekçe ve kılıf arıyor. Bu durum insan nefsinin yakalanabileceği en kötü hastalıktır. Böylesine hastalıklı bir ruha, ne gerçeğe ilişkin bilgi yararlı olabilir ne de ona her-hangi bir delil inandırıcı gelebilir.

Yanlış yoldan başlayıp yanlış yola gidenler!; gittiğiniz yolda gördüğünüz hayâlleri gerçek zannediyorsunuz. 

Furkân Sûresinin 45. âyetinde: “Rabbini görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatıvermiştir? Eğer dilemiş olsaydı onu durgun kılardı. Sonra biz Güneşi ona bir delil kılmışızdır” denir. Burada da ilk önce gölgenin yaratıldığı, daha sonra da gölgenin sebebinin Güneş olduğu söylenir. Demek ki Allah’ın sisteminde, neden-sonuç değil, sonuç-neden ilkesi geçerlidir. Sonuç-neden ilkesinde ise, aşamadan bahsedilemez. Kuantum mekaniğinin kânunları deterministik olmaktan çok olasılıkçıdır. Sonuç-sebep süreci gözlemlenemez ve bu nedenle de bilinemez. Ali Şeriati: “Sonuçtan sebebe olan yol kapalıdır” der.

İş bilimsel açıklamaya gelince “neden-sonuç” oluyor, yoksa normâl hayatta insanlar “sonuç-neden”e göre hareket ediyorlar. Neden-sonuç, amaçsız-gâyesiz bir açıklama biçimidir.  

Nedensellikle amaçlılık farklı şeylerdir. Allah kâinâtı ilk başta, yâni nedensellikten önce amaçlılık için yarattı. Allah’ı kâle almayanlar işin bu tarafını hiç düşünmedikleri için evren hakkında sürekli yanlış sonuçlara varıyorlar. Oysa Kâinât salt nedenselliğe indirgenemez. İndirgenirse yanlış sonuçlara varılarak yanlış kazanımlar edinilir ve bu da Dünyâ’nın kaosa girmesine neden olabilir/oluyor.

“Bu 10.000 teorisi bilimsel değil” diyenler; Kâinâtın sınırını mı gördünüz? Sınırı görülemeyen şey hangi alanın konusudur? Elbette bilimin değil. Çünkü bilim, sınırını gördüğü şey üzerinde çalışır. Bilim ancak; bizim deneyimlediğimiz ve gözlemleyebildiğimiz şeyleri açıklamaya çalışır. Kâinâtın bütününü anlamak bilimin değil felsefenin/meta-fiziğin konusudur; Test edilemeyen şey ancak meta-fizik bir önerme olabilir. Bilimin konusu, kâinâtın içindeki materyâlleri incelemektir. Sonra, araştırılacak olan şeyin bulunduğu yerin de bilinmesi gerekir. Meselâ elektronun yeri Heisenberg’in belirsizlik ilkesine göre bilinemez. Bilinemediği için de isâbetli bir yorum yapılamaz. Söylenecek her şey tutarsız olur.  Bu, bütün kâinât için de aynıdır. Çünkü ölçülemeyen değerlendirilemez. Evet; tüm kâinât hareket hâlindedir ve hareket eden bir şey hakkında mutlak bilgi edinilemez. Bu yüzden kâinât; meta-fiziğin, felsefenin, mantığın ve tabî ki de din-merkezli tefekkürün konusudur. Her şeyin cevabını kâinâtın içinde aramak yanlıştır. Einstein, en anlaşılmaz şeyin evrenin anlaşılması olduğunu söylemiştir.

Bâzı çıkarımlar yapılabilirse de, “tamâmı görülmeyen” şey, “görülmeyen” şey gibidir yada görülmeyen şeye benzer. “Görülmeyen şeye” mutlak bir anlam verilemediği gibi, “tamâmı görülmeyen şeye” de mutlak bir anlam verilemez. Bu dediğimize göre kâinât, gayb-şehâdet arası bir konudur. Bu ise bir tür ikicilik ya da ikilik değil, insana ve onun bilgiyle olan ilişkisine oranla göreli bir bölümlemedir. Hangi pencereden bakıldığıyla alakalıdır. Dolayısıyla gayb ve şehâdet şeklinde yapılan bir bölümleme, gerçekte kozmolojik (evren-bilimsel) değil epistemolojik bir konudur.

Fuat Sezgin:

“Müslümanlar, nazariye (teori-kuram) ile tecrübe (deney) arasındaki ilişkiyi ifâde eden bir kavram ortaya koydular. Buna "Mizan" adını verdiler. Daha sonra İslâm-bilginlerinden Farâbi geliyor ve diyor ki: “tecrübe (deney) ile nazariye (kuram) de yeterli değil, algılama (muhayyile) de önemlidir” diyor. Önce algılayacaksınız, bir-çok şeyi düşünüp-geliştireceksiniz. Daha sonra da nazariyeyi (teoriyi) kuracaksınız. Böylece teori, sizi deneye sevkedecektir” der. 

Pozitif bilim-felsefesi, sâdece gözlenebilir olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler dışında hiç-bir şeyin bilgisine sâhip olamayacağımız, olguların altında yatan yapılar veya mekânizmalar hakkında bilgi sâhibi olamayacağımız var-sayımına dayanır.

Kant:

“Bilimin başarılı olma sebebi zaman ve mekânla sınırlı alanlarda çalışmasıdır. Bu alanlar ölçülebilir alanlardır. Deney ve gözleme müsâde ederler. Ancak bu alanların dışında kalan konularda bilim ve bilimsel akıl-yürütme fena hâlde çuvallar” der.

Caner Taslaman:

“Bilginin tek-kaynağı bilim, bilimin tek-kaynağı gözlem ve deneydir” diyenler, bu iddiâlarının bile gözlem ve deneye dayanmadığını göremeyecek kadar felsefe fukarasıdırlar” der.

“Doğru” ile “Hakîkat” arasında fark vardır. Bilim-adamları bâzı doğruları ifâde etse de, bunlar hakîkat değildir.

Abdurrahman Arslan:

“Hakîkat ve gerçeklik farklıdır. Bizim gerçeklik dediğimiz, toplumun yaşarken kendi hakîkat anlayışına göre inşâ ettiği sosyal-dünyâdır. Yâni hayat dediğimiz, sosyal ilişkilerimizin aracılığıyla yeniden inşâ ettiğimiz sosyal-dünyâmızı temsil eder. Bu nedenle dedik ki akıl bize gerçeklik hakkında bir şeyler söyleyebilir; ama doğruyu söylemeyebilir. Böyle sapkın zamanlarda ise, yâni hakîkat ve gerçek arasındaki örtüşmenin ortadan kalktığı zamanlarda, akıl nefsin arzularını rasyonelleştirerek, meşrûlaştırarak insana kabûl ettirmekte zorluk çekmez. Burada akıl nefsin kılavuzluğunu yaptığından, ortadaki yanlışlığı görmek kolay olmaz. Diğer bir ifâdeyle akıl, bütün bunların şüphe edilmeyecek gerçeklikler olduğunu söyleyerek kabûlünü meşrûlaştırır; bunların her-hangi bir mahzurunun olmadığını söyler. Oysaki birileri de bunların mahzurlu olduğundan, kirlenmiş olduğundan bahsetmektedir. Akıl insana böyle bir uyarıda bulunamaz; eğer dışsal bir referansa sâhip değilse.

Sizin paradigmanız açısından normal olmayan bir şey, bu sosyo-kültürel ortamda kendini inşâ etmiş akıl tarafından normalleştirilebilir. Dolayısıyla onun size değil de sizin ona uyumunuzu sağlar. Böyle bir durumda da siz normal olmayan bir şeyin normal olmadığını fark etmezsiniz” der.

Gözlemlenemeyen bir süreç için istediğinizi söyleyebilirsiniz.

Tespit, sabitlemek demektir. Yâni tesbit, sabit olana yapılır. Sabit olmayana mutlak-tesbit yapmak mümkün değildir.

Telkinlerden ve dayatmalardan bağımsız olan zihinler evrene ilk baktıklarında yâni “tabula rasa” (insan beyninin başlangıçta "boş bir levha" olduğunu öneren felsefî görüş) bir gözle deneyimleyecekleri ilk şey evrenin çok genç olduğudur.

John Searle:

“Çağdaş zihin felsefesinde, târihsel gelenek, yanlışlığı çok açık olan hipotezleri kabûl edilebilir gösteren bir yöntem ve bir kelime hazînesi sunarak deneyimlerimizin apaçık olgularına karşı bizi kör ediyor” der.

Evren algılanabilecek bir yapıdır. Fakat oluşamamış bir yapı algılanamaz. O hâlde evren hiç-bir zaman algılanamayacak bir durumda olmamıştır. Çünkü Allah algılanamayacak/değerlendirilemeyecek bir şey yaratmamıştır.

“Felsefe yapıyorsun” suçlamasına; “bilim-adamlarının yaptığı şey de zâten aynısıdır; “senarik felsefe” (bilimin %90’ı senaryodur) cevâbını veriyorum. Bilgi, felsefe/fikirdir zâten. Bilimin özü felsefedir zâten . Gözlemlerine felsefi yorumlar yaparak sâdece “tez” öne sürmektir yaptıkları. Fakat bilim-adamları iyi felsefe yapamıyorlar. Bu yüzden de devrimsel nitelikte bilimsel buluşlar yapılamıyor. Ivır-zıvır işlerle uğraşıyorlar. Kâinât ile ilgili tasavvurları yanlış olduğu için teorileri de yanlıştır. Kuantum boyutundan bakıldığında ise zâten kâinât herkesin tasavvurundaki gibidir.

Yine sakın kimse “dini yorumlar yapıyorsun, din bilime karışmaz” demesin. Dinin/Kur’ân’ın karışmadığı hiç-bir alan yoktur.

Hâki Demir:

“Kâinât o kadar girift bir yapıya sâhiptir ki, fizik-biliminin “takdim”inde şunu yazması gerekir. “Kâinâtta, belirli şartlarda doğrulanmayacak hiç-bir fikir veya teori olmadığı gibi, belirli şartlarda tekzip edilmeyecek teori de yoktur”. Gerçekten kâinât o kadar engindir ki, deli-saçması zannedilen bir fikrin, kuralın, teorinin dâhi kâinâtın her-hangi bir yerinde ve her-hangi bir zamanda geçerli olduğu ispatlanabilir. Tasavvur ve tahayyül edilebilecek her türlü fikir, kâinâtta bir-an ya da bir noktasında gerçekleşebilir. Bu düşünce, küçücük bir kuraldan kapsayıcı teorilere kadar tüm zihni üretimler için câridir. (Mevcut bilim-anlayışına göre ne dersen doğrudur yâni.. H.G.)

Fizik-biliminin zemini uzay-tasavvurudur. Teoriler ve kânunlar, uzay-tasavvuru üzerinde kurulurlar ve fizikteki her açıklama uzay-tasavvuru denilen çerçeveyi kullanır. Temelde uzay-tasavvurunun yanlış olması, tüm teorilerin ve kânunların yanlış olabileceği anlamına gelir. Ne var ki, yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, her uzay-tasavvuru bir-çok açıklama ve teoriyi besleyebilir. Yanlış olduğunun anlaşılması için, tasavvura sığmayacak kadar ileri derecede keşifler yapılmış olmalıdır.

Gözle görülecek, elle tutulacak kadar gerçek ve yakın olan varlığın, kendini ele vermemek konusundaki bu ısrarı çok ilginçtir. Madde, her uzay-tasavvurunda özellik değiştirmekte veya maddenin yeni bir özelliği keşfedildiğinde uzay-tasavvuru değişmektedir. Problem kaynağı tabî ki, uzay-tasavvurudur. Netîcede madde ile ilgili tasavvurlar dâhi tasavvur edilen uzayın özelliklerine göre şekillenmektedir.

Bilimin, fikrin arkasından geldiği ve onu takip ettiği doğrudur. Tasavvur (ya da teori) fikirdir ve bilim bunun ispâtını yapar veya içini doldurur. Tasavvurun mevcut bilimin verilerini kullanması onun fikir olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu-anlamda bilim batıda felsefenin açtığı yoldan ilerleyebilmiştir. Batıda felsefenin bitmesinden sonra bilimdeki ilerlemenin de durduğu gözden kaçmaktadır. Gerçekten bu-günkü fizik-biliminin temel teorileri yirminci asrın en fazla ortalarına kadar geliştirilebilmiş ve o zamandan bu-yana yeni bir teori geliştirilememiştir. Yeni bir teori geliştirememek, bilimdeki gelişmelerin de durduğu anlamına gelir. Zîra ciddi keşifler olsaydı yeni teoriler ortaya çıkacaktı. Son yarım asırdır uzaydaki yıldızları saymak ve onlara isim vermekle meşgul olan fizik-biliminin, filozof ya da “filozof bilim-adamları” kalmadığı için ilerlemediği de anlaşılamamaktadır.

Uzay tasavvurlarının yanlışlığı bir tarafa, yeni bir tasavvur geliştirilemediği için bilimin ilerlemesinin durması ayrı bir problemdir. Eksik de olsa yeni bir tasavvur, yeni hamleler ve yeni keşifler demektir. Fizik-biliminin her zamankinden daha fazla bilgi, malzeme ve imkâna sâhip olmasına rağmen yeni tasavvurların (teorilerin) geliştirilememesi, bilimin değil felsefenin zâfiyetindendir” der.

Kâinâtı anlamak bilimden çok felsefenin konusudur. Bu yüzden daha iyi bilim yapan değil, daha iyi felsefe yapan kâinâtı daha iyi anlar. Bilim, çağımızda bu kadar popüler diye her şeyi ille de bilimle mi açıklamak zorundayız. Başka bir yol yok mu? 150-200 yıl öncesine kadar insanlar hiç mi bir şey gözlemlemediler ve anlayamadılar?

Kâinâtın bilimle açıklanması evrenin gizemini ortadan kaldırır ve sonunda Yaratıcı’ya olan inanç-güven de kaybolur. Yaratıcı’sına güvenini kaybeden artık sonsuz tağutî düzenlere güvenmek zorunda kalacaktır. Yapılmak istenen budur.

Big-Bang’e dâir elde edilen deliller; önce teorik temelde, matematiksel hesaplamalarla ortaya konmuştur. Aslında daha da önce felsefî düşünceler yapılmıştır. Yâni en öncesinde felsefe var bu teorinin. Daha sonra yapılan gözlemlerle teoriye destek aramış ve bulmuşlardır.

Hiç-bir şey mutlak olarak açıklanamaz; ne kâinât ne insan ne de Kur’ân. Mutlak açıklamayı sâdece Allah yapabilir. Mutlak açıklama yapmaya çalışmak Allah’laşmaya çalışmak demektir. İnsanın (sosyoloji), kâinâtın (gök-bilim) ve Kur’ân’ın (teoloji) mutlak açıklaması ancak Allah tarafından bilinebilir/yapılabilir.

“Açıklanamaz” derken, “mutlak bir açıklaması yapılamaz” demek istiyoruz. Aksi hâlde evreni tesâdüften başka bir şeyle açıklayamayız. Bizim îtirâzımız, evrenin mutlak açıklamasının yapıldığı ve bilim-adamlarının, söylediklerinin “mutlak doğrular olduğunu söylemeleri”nedir.

İnsanın kâinâtı tam olarak mutlak bir şekilde anlayabilmesi demek, insan aklı ile, kusursuz bir yaratılışa sâhip kâinâtı yaratan Allah’ın “mutlak-aklı” ile aynılaşması demektir ki bu, hâşâ insanın ilahlaşması demektir. Çünkü kâinâtı mutlak olarak anlamak demek, Allah’ın yüce aklını/kudretini anlamak demek olacağından, Allah ile insan arasında bir fark kalmayacaktır. Hattâ, “Allah’ın aklı, yaratması demek” olacağından, -sümme hâşâ- o akla ulaşmış olan insan, kâinâtı kendisinin yarattığını ve Allah’ın da bizzat kendisi olduğunu söylemeye başlayacaktır. O hâlde söylenmesi gereken şudur: “İnsan, cüz-i aklıyla doğrulara ulaşabilir, fakat Allah’a âit mutlak aklı kesbederek, mutlak doğrulara ulaşamaz”.

Bir şeyin doğruluğunun delîli ancak Mutlak Varlık olursa anlamlılaşır. Ancak Allah’ın onayı ile bir şeyin doğru olduğundan emin olabiliriz. Caner Taslaman:

“Teizmin düşünce târihindeki en önemli alternatifi, maddî doğa dışında başka hiç-bir varlık kabûl etmeyen natüralizmdir ve günümüzün etkili yeni-ateistleri (new-atheists) de natüralisttir. Burada şu soruyu sormak önemlidir; bir natüralist zihninin doğruya ulaşabileceğini düşünmekte rasyonel bir zemine sâhip midir? Burada bahsedilen sorunu daha önce fark eden önemli bilim-insanları olmuştur (hem teist hem ateist). Darwin bunlardan birisidir; Darwin, daha aşağı hayvanlardan evrimleşen insan zihninin kanaatlerine güvenilip-güvenilmeyeceğine dâir “korkunç şüphenin” (horrible doubt) kendisinde sıkça göründüğünü ifâde etmiştir. Ünlü natüralist evrimci biyolog J. B. S. Haldane, şu sözleriyle natüralist paradigma içerisinde zihne güven duymanın zorluklarını îtirâf etmektedir: “Eğer zihinsel süreçlerim tamâmen beynimdeki atomların hareketleri tarafından belirleniyorsa, inançlarımın doğru olduğunu varsaymam için hiç-bir gerekçe yoktur… ve dolayısıyla beynimin atomlardan oluştuğunu varsaymak için de hiç-bir gerekçem yoktur” der.

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiç bir çatlağı yok” (Kâf 6) âyeti, kâinâtı araştırmaya sevkediyor ama araştırmanın nasıl bir ön-kabûl ile yapılacağını da söylüyor. Kur’ân bizden, araştırmayı şu ön-kabûl ile yapmamızı istiyor: “Hiç-bir çatlağı yok haa… ona göre.. Çatlak bulmaya çalışma, çatlak bulmamaya çalış. Herhangi bir eksiklik bulmaya çalışmadan araştırma yap”. Tabi buradan meselâ şu sonuç da çıkar: “Bir çatlak-yarık-delik-çukur olmadığına göre, bir karadelikten de söz edilemez. Karadelik diye bir şey yoktur”.

Evreni (mutlak anlamda olmayan bir anlamda) idrâk etmek için “ciddî ve samîmi” bir bakış yeter. “Evreni aşırı anlama” çalışmaları anlamayı zorlaştırır ve bir-zaman sonra da imkânsızlaştırır.

Abdurrahman Arslan:

“Aklı başında bir adam, batıda artık bilimin mutlak anlamda bize doğruyu söylediği iddiâsında bulunmuyor” der.

Pozitivist bilim tek bir hakîkati dayatıyor ki o hakîkat değildir. Pozitivist bilim, kendi zannını hakîkat diye herkese dayatıyor. Pozitivist bilim, sadece kendi çizdiği sınırlar üzerinden bilim yapıyor ve insanların bu sınırların dışına çıkmasını istemiyor. Bu sınırları zorlayanları bile yadırgayarak komik, zavallı gösteriyor.

“Göklerin ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin yaratılışında da Ben onları şahid tutmadım. Ben, saptırıcıları yardımcı-güç de edinmedim” (Kehf Süresi 51).

“Ey insan! Sana hiç kimse, her-şeyden haberdar olan Allah’ın verdiği gibi doğru haber veremez” (Fâtır 14).

Mustafa İslamoğlu bu âyete: “Ne deney, ne tecrübe, ne keşif, ne cin, ne melek; hiç kimse ve hiç-bir şey” diye not düşmüştür.

Gök-bilimcilerin kâinâtı araştırma metotları yanlıştır. Çünkü ters taraftan başlıyorlar. Doğru sonuca varmak için, sondan başa doğru gelmek gerekir. Aksi hâlde tutarsızlık kaçınılmazdır.

Caner Taslaman:

“Kâinâtın bu-günkü durumu mecbûri değildir. Yâni evrenin başlangıcına gitsek ve Big-Bang patlamasını yüzde-yüz aynı şekilde gerçekleştirsek, muhtemelen evren bu-günkü gibi olmayacaktır ve biz de burada olmayacağızdır. Fakat determinist evren modeline göre yeniden bu patlama olsa yine aynı konumda aynı şartlar içinde olacakmış mecbûriyetinden bahsediliyor. Çünkü gelecek belli değildir. Big-Bang de ise bir determinist yapı mevcuttur. Bir şeyin mümkün olması, onun mutlaka bu şekilde olduğu anlamına gelmez” der.

Gerçek değişmez, duyularla sağladığın bütün bilgiler durmadan değiştiği için gerçek değildir. Aslında kâinâtın bile mutlak bir gerçekliği yoktur. Çünkü mutlak gerçek olan yalnızca Allah’tır.

Evren hakkında en doğru yorumu ancak, bilgiyi içselleştirmiş olanlar yapabilir. Yâni, karnından konuşanlar değil, yüreğinden konuşanlar/konuşabilenler yapabilir.

“Bu (hükümler), elbette ilk sâhifelerde de vardı: İbrâhim'in ve Mûsa'nın sâhifelerinde” (A’la 18-19). İlk sayfalar denilen zamanlar Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsa’nın zamanlarıymış demek ki. Bundan da, zamânın çok da gerilere gitmediği anlaşılıyor. Çünkü adı geçen peygamberlerin ne zaman yaşadıkları biliniyor.

Big-Bang’in bir felsefesi vardır. Uydurulmuş bir felsefe. Bir masal anlatırlar. Aslında burada yapmak istedikleri evrenin gerçek anlamını ortaya çıkarmak değil, Dünyâ’daki toplumsal bütünlüğü parçalama felsefesidir. Her yönden parçalama felsefesidir. Çünkü parçalarla uğraşıyorlar. Ve parçalamaya alışmışlar. Parçalamayı seviyorlar. Çünkü “parça” olan daha kolay bir şekilde sömürülür ve yutulur. Evrendeki parçacılığın Dünyâ’daki iz-düşümü ferdiyetçiliktir ki, en iyi tüketim bu şekilde sağlanır. İşte bu yüzden Big-Bang’teki felsefe, bütünlüğü-birliği parçalama felsefesidir. Sosyâl sonuçları, parçalanma doğurur.

Big-Bang’in kökeni pagan felsefedir. Bu felsefe Plotinus’un “sudur felsefesi”dir. Bu felsefe İslâm-dünyâsına da sudur-feyz teorisi olarak geçmiştir. Bu felsefenin ana-teması; âlemin Tanrı’dan suduru, akışı, tanrısal hayâtın derece-derece yayılması ve varlığın son gâyesi de, onun Tanrı’da yeniden erimesi olan, sudurcu panteizmdir. Tabi Big-Bang, Allah’sız materyâlist bir sudur teorisidir. Sudur teorisi “bir” denilen mutlak varlıktan yayılırken; Big-Bang Teorisi “tek”illik denilen yoğun enerjiden yayılmıştır. İşte o tekillik, materyâlist anlamda ilahtır. O ilah her-şeye hulûl etmemiştir. Sudur teorisinde de “Bir” her-şeye hulûl etmiştir.

Bir tekillikten oluşan bir evrenden bahsetmek, ezelî bir evrenden bahsetmek demektir. Zîrâ evren o yoğun enerji-maddeden oluşmuştur teoriye göre, yokluktan-yoktan-yokken değil.

Bir yazıda şöyle denir:

“Plotinus meta-fiziği Pagan Gnostizm’inden gelen Kutsal Üçlemeyle başlar. Bunlar Bir, Akıl/Nous ve Nefs/Ruh‘tur. Onlar, Hristiyan Üçlemesinin kişileri gibi bir-birine eşit değillerdir. Bir’e; bâzen Tanrı, bâzen İyi adı da verilir. Lâkin bu kelimelerle bir şahsiyet kastedilmez. O, sâdece “Dünyâ’nın biricik kaynağı” anlamında Tanrı’dır. Ona yüklemler yüklemekten kaçınmalı, sâdece “vardır”? demeliyiz. Tanrı, kendinden türeyenlere gereksinim duymaz ve dolayısıyla yaratılmış Dünyâ’yı da bilmez. (Tekillikte olduğu gibi). Tanrı‘nın dışında hiç-bir şey olamaz. Onun dışında mekân da yoktur, madde de. Her-şey Tanrı’dandır. Tanrı’nın kâinâtı yaratması varlıkların ondan derece-derece uzaklaşması şeklinde olmakla birlikte, varlığın gâyesi bu inişi geriye doğru kat ederek kaynağa dönmektir. Her-şey Tanrı’ya döner”.

Sudûr (feyz, emanation), terim olarak, “çıkmak”, “fışkırmak”, “meydana gelmek”, ”taşmak”, gibi anlamlara gelmektedir. İslâm düşüncesinde feyz terimiyle de karşılanan sudûr; bütün varlıkların -kâinâtın yoktan ve hiçten yaratma (halk) inancından farklı olarak- bir düzen içinde Bir’den çıkması, taşıp yayılması anlamında kullanılmaktadır. Tıpkı güneşten ışığın, kardan soğuğun çıkması gibi, Tanrı’dan taşma (feyz) ve sudûr yoluyla kesretin, âlemin meydana gelmesidir.

Bu teoriyi kabûl eden filozoflar her ne kadar sudûrun zaman-dışı olduğunu söylüyorsa da sudûr bir olgu ve eylem olduğuna göre, belli bir süreçte gerçekleşmesi gerekir. Oysa onlar yaratma fiilinde zaman problemini çözemedikleri için bu teoriyi benimsemişlerdi. Bu bir kısır-döngüdür. Bu teoriyle filozof ezelî ve kadim olanla sonradan olanı, değişmeyenle değişikliğe uğrayanı, bir başka deyişle bir ve mutlak olanla çok ve mümkün olan varlıklar arasında olan ilişkiyi belirtmek, böylece en ulvîsinden en süflîsine kadar bütün kâinatı bir sıra düzeni içinde yorumlamak istemiştir. Sistem âdeta yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya inip çıkan bir dönme-dolap gibi takdim edildiğinden, burada mânevî ve maddî varlıkların yeri, mâhiyet ve fonksiyonları belirlenmiş olduğundan, aynı-zamanda determinist bir sistemdir. Sudur süreci baştan sona gayr-i iradîdir. Tanrı evreni yaratmayı bile dileyemeden, o kendiliğinden ezelde zorunlu olarak sudur edivermiştir”.

Modern bilimin otomatik bir şekilde, Tanrı’nın müdâhalesi olmaksızın işleyen evreni, kapitâlistlerin kendilerine epey uygun bulacakları bir evren modeli ortaya koyacak ve aşağı yukarı 18.yy.da belirmeye başlayan ekonomik liberâlizm, kapitâlistlerin artık devlete gerek duymadıkları bir durumda, devletin müdâhalesi olmaksızın -evrensel iktisat yasaları ile- görünmez el ile kendiliğinden düzene ulaşan bir piyasa ve evren tasarımını açıkça dile getirecektir. Daha başka bir deyişle, modern bilimin sekülerleşmiş (din-dışı) evreni, klâsik liberâlizmin anarşik evreni ile uyumlu bir hâle gelerek ortak bir evren oluşturacaktır: Modernite.

Mehmet Bahadır:

Evet, pozitivistler her-şeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşkı, korkuyu, sevinci hormonâl “fenomenler” sanıyorlar. Hakîkat’in tezâhürü yok onlar için, sâdece tezâhür var. Sebebi? Eşya. Eşyânın sebebi? O da eşya. Biz buna “pozitivist îman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Semâvî dinlere alternatif bir ilâhiyat ürettiler” der.

Teori, karmaşık ifâdelerle anlattıkları sözlerden oluşur. Açık-seçik bir ifâde/kavramlarla ile anlatmazlar/anlatamazlar. Descartes, “kavramlarda açıklık ile seçiklik şarttır” der.

Michael Rivero:

“İnsanlığın gelişimi bilimin eriştiği noktalarla değil, bâtıl inancının sınırları ile ölçülmelidir. Gerçek bilinir, fakat gerçek her zaman popüler değildir” der.

Felsefelerinin temelini çatışma oluşturan batı düşüncesi, evrenin de çatışmalardan/çarpışmalardan olduğunu söylüyor.

Big-Bang’e ve bâzı yanlış düşüncelere göre kâinât oluşumunu henüz tamamlamamıştır. Bu durumda hiç-bir zaman da tamamlayamayacaktır. Çünkü döngü hiç-bir zaman bitmeyecektir. Bu nedenle de tamamlanmamış bir yapı eksik-ilkel kalacağından, ilkellikten hiç-bir zaman kurtulamayacağız demektir.

Big-Bang Teorisi’ne göre kâinât, evrimini daha tamamlamamıştır. Yâni oluşum devam etmektedir. Tamamlanmamış bir yapı için doğru yargılarda bulunulamaz. O yüzden evrene yorum yapmak için henüz erkendir. Hareket varsa o şeyin oluşumu devam ediyordur çünkü. Yorum ancak oluşumun son-anında yapılabilir fakat o zaman da anında çökme olacağı için bu da imkansızlaşır. Yâni evrene hiç-bir zaman sağlıklı bir yorum yapılamaz. Değişip duran bir yapıya yapılacak yorumlar her zaman eksik ve dolayısıyla yanlış olacaktır.

Evren için bir açıklamanın yapılabilmesi için bir-anda yaratılmış olması gerekir. Çünkü açıklama, tamamlanmış bir şeye yapılabilir. Süreç-aşamada ise henüz tamamlanmamış yapılar vardır ki onların ne olduğu bile belli değilken onlar için ne denebilir ki? Bir şeye benzemeyen şeyler için bir açıklama yapılamaz. Biçimsiz bir şeyin biçiminden bahsedilemez. Anlamsız bir şey için anlamlı bir şey söylenemez.

Allah insanlar gibi bir plân yapıp, sonra onu aşama-aşama hayâta geçirmez. “O’nun tasarımı, yapmasıdır” zâten. Tasarımı ve yaratmayı ayrı-ayrı yapmaz. Tasarım ve yaratılış “ol” sözünün içinde aynı-anda bulunur ve aynı-anda “ol”ur. Kâinâtın bu mükemmel tasarımı, varlığın aşama-aşama olamayacağını gösteriyor. Tasarımın bizzat kendisi, yaratılışın bir-anda olan bir yaratılıştan başka şekilde olmasının mümkün olmadığını gösterir.

Gerçeklik ve etkinlik aynı şeyler değildir. Bir şeyin etkili olması, onun gerçek olması anlamına gelmez. “Somut doğrular” gerçek doğrular olmaz her zaman.

Mâlik bin Nebi:

“Gerçek bir fikir her zaman geçerli ve etkili olmadığı gibi, etkili bir fikir de (Big-Bang) her zaman geçerli ve doğru değildir. “Gerçek fikir” ve “etkili fikir” arasındaki farkın dikkate alınmaması ve dış-görünüşlerine fazla önem verilmesi karışıklığa ve bu karışıklık da sapık fikirlerin doğmasına neden olur. Bir fikrin her-hangi bir çağda kutsal bir görünüş kazanması, o fikrin belli bir ortamda etkili olmasından ileri gelir. Avrupa sömürgeci sistemi her-şeyden önce gerçeklik ve sağlamlık değerlerinin karşısına etkililik ve geçerlilik değerlerini ileri sürmekle işe başlar” der.

Evet; etkili bir teori, fakat yanlış bir teoridir aynı zamanda. Zâten biz bu teorinin etkili olup-olmamasını değil, yanlış olup-olmadığını tartışıyoruz.

Hayâtın her belirtisi, onun doğru bir belirtisi değildir.

Bilim, “güzel olan doğrudur” diyor?. Bir şeyin doğruluğu, kendisinden önce doğruluğu sâbit olana göredir.

Evren fiziğin değil, metafiziğin/felsefenin konusudur. Genişleyen evrenin bu-günkü boyutuna ulaşabilmesi, daha evvel daha küçük, ondan evvel daha da küçük olması demekti. Geriye gidilince karşımıza bir tekillik çıkıyordu. Bu önerme felsefi bir önermedir.

Evrenin dışına çıkmadan evren hakkında mutlak-doğru olan bir şey söylenemez.

Ey bilim-adamları! İnsanların daha kendi yaşlarını tam hesaplayamadığı bir dönemde koca kâinâtın yaşını mı hesaplama çalışıyorsunuz? Belki de annelerinizin/dedelerinizin yaşını hesaplayamıyorsunuz..

Doğa, yalnızca olasılıkları hesaplamamıza izin verir.

Vahiy, her bilgiye değil, doğru bilgiye ilim adını verir.

Her gerçek tutarlıdır ama her tutarlı gibi gözüken fikirler gerçek olmayabilir.

Kâinât, insan-merkezli bir algılamayla değil; Allah/vahiy-merkezli bir algılamayla anlaşılabilir ancak.

Kozmoloji, kozmogoniyi açıklayamaz.

Arşimet:

“Bana bir kaldıraç verin, Dünyâ’yı kaldırayım” demiştir.

Ben de; “Bana yeterli zamânı verin, aklınıza gelen her-şey için bir teori üreteyim” diyorum. Nasıl olsa “zaman” onu gerçekleştirebilir..

Sürekli hareket  hâlinde olan, yâni sürekli değişen bir mekânda kesin/kalıcı bilgiye ulaşılamaz.  

Hiç-bir patlama düzen meydana getirmez. Aksine, düzensizlik meydana getirmesi kaçınılmazdır. Kaostan düzen çıkmaz. Bir patlamayla bütün bu mükemmel düzenin oluşması mümkün görünmüyor. Demek ki bu mükemmelliğin nedeni patlama değil.

“Düzenlilik, düzensizliklerin toplamıdır” derler. Bu önerme yanlıştır. Çünkü, düzensizliklerden yine düzensizlik doğar. Entropi Kânununa göre, düzenlilik bile bir-zaman sonra düzensizliğe doğru giderken; “düzensizlikten düzenlilik doğmuştur” düşüncesi kabûl edilebilecek mantıkta değildir. Düzenlilik, düzensizliklerin toplamı değildir. Aslolan düzensizlik değil, düzenliliktir. Bu da kâinâtın ilk-yaratıldığı anda gözüken durumdur.

Kâinât muazzam bir çeşitliliğe sâhiptir. Patlamalar da çok parçalara ayırarak çeşitlilik yaparlar. İşte bu durum bilim-adamlarının bu muazzam çeşitliliğinin bir patlama ile olması gerektiğini düşündürmüş olabileceğinden teori câzip hâle geliyor.

Kâinâtın nasıl bir şey olduğunun bilgisini, kâinâtın içindeyken bulamazsınız.

Netîcede insanların dil-çerçevesi/kelime haznesi, kâinâtın çerçevesi/kapsamı karşısında çok cılız kalır. O yüzden insanlar kâinâtı kesin olarak açıklayamazlar. Bunu açıklamaya dil de yetmez.

Seyyid Kutub’un dediği gibi...

“İnsanın kavrayış gücü, yüce Allah'ın zâtını idrâk edemediği müddetçe, Allah'ın işlerinin de nasıl meydana geldiğine akıl erdiremez. Zîra bir şeyin nasıl olduğunu düşünmek ne olduğunu düşünmenin ayrıntılı bir uzantısıdır. Yüce Allah'a izâfe edilen bütün işlerin nasıl olduğunu düşünmeye çalışmadan onların birer realite olduğunu kabûl etmekten başka çıkar yol yoktur”.

Kâinât müteşâbih değil, muhkem bir âyettir. Muhkem âyetler topluluğudur. Müteşâbih her zaman şüphe içerir. Şüphe ile müteşâbih aynı köktendir. Bu şüphe ancak Allah ile olursa “şüphesiz” olabilir. Ancak Allah ile bakarsak müteşâbih bize açılır.

Bu müteşâbih kâinâtın “modern” teorisi olan Big-Bang teorisinin “bir şüphelik” canı var.

“Düşünüyorum”.. öyleyse bir-anda yaratıldım.. (Yarı-düşünme biçiminde olamayacağıma göre).

Gerçek, var olmak için bilinmeye muhtaç değildir.

Kâinâtın niçin yaratıldığına bilim değil, din karar verir. Nasıl yaratıldığına ise sâdece Allah..

SosyolojiK GÖRÜŞ

Dindar kesim, kâinatın bir başlangıcı ve bir sonu olduğunu -sözde- açıkladığı için Big-Bang Teorisi’ni hemen kabûl ettiler. Hâlbuki evrenin bir başlangıcının ve bir sonunun olduğunu ispat etmek için ille de Big-Bang Teorisi’ne gerek yoktur. Termodinamiğin ikinci kanunu olan entropi yasası bunu zâten daha evvelden yapıyordu. Kâinat sürekli soğuyor, demek ki soğuk olmayan bir zamânı vardı. Geriye doğru gidildiğinde bir başlangıca ulaşılır. Bu da kâinâtın bir başlangıcı olduğunun delîlidir. Başka delillere ihtiyaç yoktur. Kâinâtın bir başlangıcı olduğunu entropi ve soğuma süreci kanıtlayabiliyor. Bu nedenle -özellikle inançlı kesimin- mal bulmuş mağribi gibi Big-Bang Teorisi’ne yalakalık yapmalarının gereği yoktur.  

Bilimsel bir bulgunun, varlığı, dolayısıyla Allah’ı ispat ettiğini söylemek, bilimsel bulgunun hâşâ Allah’tan daha üstün olduğunu söylemektir. Çünkü açıklayan açıklanandan üstündür. Zâten imanın deneyi/isbâtı olmaz.

“Hani Rabbin, Adem-oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhidler kılmıştı: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti de) onlar: Evet (Rabbimizsin), şâhid olduk  demişlerdi”..(A’raf 172).

Yazar Mehmed Alagaş bu âyeti yorumlarken, bâtıl teorilerin milyarlarca yıllık bir zamâna ihtiyaç duyduklarını, çünkü müstekbirlerin asıl amacının başka bir şey olduğunu dile getiriyor:

“Dünya âlemine gelen her insanın özünde bu ilâhi gerçek, bu fıtri hakîkat bulunmaktadır. Nitekim “hatırlat” emri ile muhatap olan tüm peygamberler, insanlara bu ilâhi gerçeği hatırlatıyorlar ve insanları bu ilâhi gerçeğe dâvet ediyorlardı. Duydukları ve gördükleri âyetleri tefekkür ederek bu ilâhi gerçeği hatırlayacak olan samîmi insanlar, tabî ki bu gerçekler istikâmetinde yaşayacaklar ve kendile­ri gibi birer beşer olan müstekbirlerin şeytâni taleplerine karşı çıkacaklardır.

Tabî ki dünya insanlarını kendi çıkarları istikâmetinde ezmek ve sömürmek isteyen müstekbirler için oldukça sakıncalı bir îtikaddır bu!. Bu îtikadı bozmaları ve iğdiş etme­leri ise, insanları Allah'ı inkâra veya eş koşmaya dâvet et­meleriyle mümkündü.

Ancak, bu insanlara kendilerini ve tüm kâinâtı yaratan Allah (c.c.)'ı inkâr ettirebilmeleri için, herkesin açıkça müşâhade ettiği bu yaratılışla ilgili; bir görüş, bir teori ileri sürmeleri gerekiyordu. Çünkü en basit düşünceli insanlar bile, Allah'ı inkâr etme temâyülündeki bu kimselere; “Yaratıcı olarak Allah'ı inkâr ettiğinize göre, bütün bu yaratılmışların yara­tıcısı kim?” sorusunu soracaklardı.

İşte dünya emperyalistleri, kendilerine bağlı bilim-adamlarından bu konuda çalışmalarını ve insanların zihin­lerini bulandıracak bilimsel safsatalar üretmelerini istemiş­lerdir. Nitekim insanın yaratılışıyla ilgili olarak bilimsellik adına son yüzyıllarda ileri sürülen bütün teoriler, gerçeğe veya ciddi bilimsel bulgulara değil, kesinlikle ve kesinlikle küfre dayanan teorilerdir. Çünkü söz-konusu bilim-adam­larından bu konudaki gerçeğin araştırılması değil, küfür te­orisinin güçlendirilmesi istenmiştir. Allah'ın varlığına yüzbinlerce âyet, yüzbinlerce işâret ve delil içeren tabiattan, Darwin gibi sapıkların teorilerine delil arayan bu zavallılar, kendilerine değişik gelen bir kemik fosiliyle karşılaştıkları zaman, bu fosil hakkında milyarlarca seneyi içeren ve sâdece hayâllere dayanan bir destan yazmaktadırlar!. Elleri­ne aldıkları bir mâdeni inceledikten sonra “bu mâdenin veya bu bileşimin bir gramının meydana gelebilmesi için şu kadar milyon yıl gerekir, dolayısıyla dünyânın yaşı şu kadar milyar yıldan fazladır!” şeklinde görüş beyân eden bu şaşkınlar, Allah (c.c.)'dan gâfil oldukları gibi, şânı yüce Rabbimizin şu sünnetinden de gafildirler.

“Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: Ol der, o da hemen oluverir (Mü’min 68).

Yaratıcıya inanmadıklarını söyleyen bu kimseler, mahluklara-özgü kafaları ile söz-konusu mâdenin “Ol” emri ile hiç beklemeden nasıl oluvereceğini de anlamaya­caklardır. Netice olarak dünyanın yaşını kendi mahluk anlayışlarına göre milyarlarca ve hattâ trilyonlarca yıl olarak ifâde edecekler ve küfrî teorilerini, milyarlarca yıllık bir târihi geçmişe nispet edeceklerdir!.   

Peki ama neden?

Bu sapıklar, küfrî teorilerini milyarlarca seneyi içe­ren, gözlenmesi, sorgulanması ve tartışılması mümkün olmayan târihi bir boşluğa neden götürüyorlar? Dünya in­sanlarına günümüzdeki gözle görülebilir, elle tutulabilir olaylardan da neden örnek vermiyorlar?

Bilimsel somutluktan anladıkları bu mu?

Yoksa savundukları bu safsatayı, sâdece ve sâdece târihin bilinmezlik boşluğunda mı koruyabileceklerini zannediyorlar?

Oysa hakkı açıklayan ve insanları hakka dâvet eden Kur’ân-ı Kerim, insanlara yaşadıkları zaman-diliminden binlerce örnek, binlerce âyet göstermektedir.

Netice olarak küfrî bir ön-kabûlle başlayan veya daha açık bir ifâdeyle kalkış noktası sâdece küfür olan bu teorilerin asıl amacı, ortaya bilimsel bir gerçeklik koymak de­ğil, insanların yaratılışla ilgili düşüncelerine şüphe katmak ve bu düşüncelerden kaynaklanan temiz inancı bulandır­maya çalışmaktır. Nitekim bu şeytâni girişimler genel ol­masa da bâzı istisnâi sonuçlar elde etmiştir. Milyarlarca se­neye nispet edilen efsâneyi kabûl ederek, düşünsel olarak milyarlarca senelik bir derinlik kazandıklarını! zanneden bazı zavallılar, yegâne yaratıcı olarak Allah'a inandıkları­nı söylemelerine rağmen, Darwin teorisini de ciddiye alan bâzı şaşkınlar bulunabilmektedir.

Eğer Big-Bang Teorisi doğruysa, yâni bu mükemmel düzen kaostan kozmosa, karmaşadan düzene doğru aşama-aşama gerçekleşebiliyorsa, Evrim Teorisi de belli aşamalardan geçerek müthiş bir insan düzeni ortaya çıkarabilir. Çünkü insan ve kâinat unsurlarının ikisinde de dizayn ve dizilim açısı mükemmel olma bakımından aynı ölçüdedir. Bu bakımdan Büyük Patlama Teorisini kabûl edip de Evrim Teorisini kabûl etmemek saçma olur. Çünkü ikisi de birbirlerinin neden-sonuçlarıdır. Birinin olma imkânı varsa diğerinin de olur. Ey Müminler! Evrim Teorisini sorguladığınız gibi Big-Bang Teorisi’ni de sorguladınız mı hiç?

Uzak-tanrı tasavvuru insana âhireti unutturur. Âhireti unutmak yeniden dirilişi unutmaktır. Yeniden dirilişi unutmak tek-dünyâlı olmaktır. Tek-dünyâlı olmak materyâlist olmaktır. Materyâlist olmak hırçınca yaşamaktır. İşte bütün Allah’sız teoriler gibi Big-Bang Teorisi de, insanlara hırçınca yaşamanın yolunu gösteriyor.

İnsanlar; “Hubble teleskopunun gönderdiği veriler”… sihirli ifâdesiyle başlayan her bilgiyi ilâhlaştırıyor. Hubble özne, kendileri ise bu teleskop karşısında nesne olmuşlar. Aynen câhiliye araplarının Kâbe’de bulunan putları Hubel karşısında nesneleşmeleri gibi. Câhiliye araplarının Hubel’i putlaştırdıkları gibi, başta bilim-adamları olmak üzere insanlar da Hubble teleskopunu putlaştırıyorlar. Bu durumda Hubel ile Hubble arasında fark kalmıyor. Yoksa bu Hubble, Hubel’in isminden kinâye mi?? J

Seyyid Kutub, bir Müslümanın bilimsel teorilere nasıl bakması gerektiğini şöyle açıklıyor…

Bir Müslüman, Allah’ı hesâba katmayanların, toplum, siyâset ve ekonomik alanlarında ortaya koydukları sözde "bilimsel" ideolojilere, ayrıca evren, hayat, insan, insan hayâtı ve insanlık târihi hakkında geliştirdikleri teorilere, en azından insan hayâtının açıklanmasını ve düzenlenmesini ilgilendiren konularda onların ortaya koyduğu düşüncelere; duyu organları işlevini yitirmiş, görmekten, duyumsamaktan ve kavramaktan tamâmen yoksun bir körden kaynaklanan sapmalar olarak bakmalıdır. Bir Müslüman hiçbir konuda böylesinin görüşüne baş-vuramaz. Bakış-açısını onların düşüncelerine göre biçimlendirmesi, hayat-sistemlerini bu körlerden alınmış bir teoriye dayandırması ise olacak iş değildir.

Bu mesele îman ve inanç meselesidir. Görüş ve düşünce meselesi değildir. Düşüncelerini, hayat felsefesini, aynı şekilde hayat sistemini ve maddi evrenin hem kendisini, hem de insanı var-ettiği temeline dayandıran biri, düşünce, hayat felsefesi ve hayat sistemini temellendirmede büyük bir yanılgıya düşmektedir. Bu yüzden bu temele dayanan organların, düzenlemelerin ve uygulamaların iyi sonuçlar vermesi iyilik getirmesi mümkün değildir. Bu düşüncenin ufak bir parçasının müslümanın hayatına monte olması, onun inancına ve düşüncesine dayanak oluşturması imkânsızdır. Çünkü bir Müslüman, düzenini ve hayâtını yüce Allah'ın evren üzerindeki ilâhlığı, yaratıcılığı ve yönlendiriciliği ilkesine dayandırmak zorundadır.

Yüce Allah'ın yaptıklarını insanların yaptıkları ile karşılaştıranlar, "Bu nasıl olur", "Şu nasıl olabilir?" gibi sorular sorarlar. Ama her iki tabiatın farklılığını, her iki tabiatın baş-vurduğu araçların başkalığını bilenler, kesinlikle böyle sorular sormazlar, gerek bilimsel, gerek bilimsel olmayan gerekçeler uydurmaya çalışmazlar. Mesele kesinlikle bu alanla ilgili değildir. İnsanların kullandıkları ölçülere ve kriterlere göre yüce Allah'ın yaptıklarını analiz etme, yorumlama ile ilgili değildir. Bu mûcizeleri yüce Allah'ın sınırsız gücüne bırakmanın dışında bu mûcizeleri yorumlamak amacı ile baş-vurulan bütün düşünce sistemleri temelden bozuk sistemlerdir. Çünkü yüce Allah'ın yaptıkları insanların kriterlerine, az ve sınırlı bilgilerine uymaz.

Bu evrenin planı ve evrene egemen olan birbiriyle uyumlu yasalar sistemi, insan kâlbinin bu evrenin yaratıcısı ve evrendeki bu ince ve akıllara durgunluk veren düzenin kurucusu yüce Allah'a doğru yol almasının garantisidir.

Sâdece yüzeysellikle uğraşıp “derin”e dalmayan bilim-adamları doğal olarak insanların hizmetinde bulunmayı ve sorumluluk almayı düşünmezler. Bunlar bilim için bilim yapıyorlar. Hâlbuki yapılan her-şey insan için yapılmalı, insan için olmalıdır.

Ali Şeriati:

“İnsanların hizmetinde bulunmayan bilimi, toplumsal sorumluluk taşımayan bilgini şiddetle eleştirmişimdir hep. Bilim için bilimden, sanat için sanattan, güzellik için güzellikten, edebiyat için edebiyattan, bilimsel tarafsızlıktan, bilgin’in tarafsızlığından ve bilimsel araştırma özgürlüğünden büyük bir fâcia, insanlık karşıtı bir aldatmaca diye söz etmişimdir hep. Bilimin tarafsızlığı ve “bilimin ideolojilere ve inançlara hizmet etmekten kurtulması” sloganını -ki bu-gün şiddetle gündemdedir- Dünyâ’da gücü ellerinde bulunduranların -ki hep insan-yığınlarını yoksun bırakmakla bilimi para ve güç için bir araç kılmaya çabalamaktalar- ortaya attıkları bir slogan olarak görüyorum. Onlar, bu sloganı halk için öyle aldatıcı bir biçimde boyamışlardır ki saf-inançlı bilginlerin ağızlarından bile bu slogan duyulmaktadır. Örneğin bilgin ve görüşsüz bir üniversite hocası da kendi kişisel inancı olarak, bilimin inançla, dinle, din-karşıtlığıyla, ideolojiyle, toplumsal kuramlarla ve genel olarak eylemle bağlantı içinde olmasını eleştirmekte ve bilimin tüm bunlardan bağımsız kılınması ve özel bir eylemi gerçekleştirme yükümlülüğünün bilime ve bilimsel araştırmaya yüklenmemesi gerektiğine inanmaktadır. Tüm bunları hep söyledim ve söylemekteyim; şiddetle eleştirdim ve eleştirmekteyim. Fakat şu da var ki bilim, toplumsal yükümlülük almak, yükümlülüğünü yerine getirme amacıyla uzmanların çerçevesinden çıkmak, genelin hizmetinde olmak ve herkesin düşünce ve inanç silahı durumuna gelmek istediğinde zarar görür, avâmileşir ve bilimsel derinlik ve değerini azaltır” der.

Hiç bir insan, kendisini çevresinde ve Dünyâ’da olup-bitenlerden soyutlayamaz.

Big-Bang Teorisi’nin yanlış olduğunu anlayan ve gören bilim-adamları, “kral-çıplak!” demeye korktukları için  bu teorinin yanlışlığını açıklayamıyorlar.

Enis Doko:

“Bilim-Dünyâsı insanların sandığı kadar âdil değildir” der.

Bir kere bu teorinin ve diğer bâzı Allah’sız teorilerin ne kadar isâbetli olduğunu sınayacak bir ortam yok. Bilerek bu ortamı bırakmıyorlar. Ancak, “sistemden” rahatsız olanlar ve zihinsel devrimler yapanlar farklı bir şeyler söylemeye cesâret edebiliyorlar.

Ali Şeriati:

“Gereken ilke, iki göz, iki bakış, öz-bilinç ve toplumsal bilinçtir. Öyleyse, insâni öz-bilinç ve toplumsal bilincin yolunda, bizim için ortaya konmayan her görev, her söz, her çağrı, her mutluluk, her lezzet, her ilerleme -iyi dikkat ediniz- her ilerleme, her güç, uygarlık ve kültür, insan olmanın, bağımsız yaşama düşüncesinin iğfal edilmesi, eşekleştirilmesidir. (İstihmârın ne olduğunu biliyor musunuz? Yâni insanları eşekleştirmeler.) Bu, târih boyunca, hiç bir zaman bu-günkü gücüne ulaşmamış olan, en büyük belâ ve en büyük kudretin eşekleştirilmesinin sebebidir.

Geçmişte eşekleştirilme, yalnızca eşekleştirenlerin dehası, zevki ve tecrübesiydi. Bu-gün “bilim” kargaşaya düşmüştür. Bütün kitle-iletişim araçları, radyo, televizyon, eğitim-öğretim, basın, doğu, batı, çeviri, tiyatro, keşme-keşe kapılmıştır. Bilimsel ruh-bilim, teknik toplum-bilim, siyâsi ruh-bilim, eğitim ve öğretim ruh-bilimi karışmış, teknik, fennî bir eşekleştirilmeye dönüşmüş, bilimle donanmıştır! Bu yüzden onu tanımak da o ölçüde zorlaşmıştır.

İlke; yeniden söylüyorum, öz-bilinç ve toplumsal bilinçtir. Ortaya koyduğum her mesele, çok büyük bilimsel bir mesele, felsefî bir mesele, teknik bir mesele, Hattâ toplumun ve hayâtın ilerlemesi meselesi bile olsa, eğer insanî öz-bilince ve toplumsal öz-bilince sâhip değil idiyse, aldatıcı, uğursuz, yalancı, sonunda köleliğe ve zillete düşmek olan, eşekleştirilmeye mâruz bırakan bir tür modern mıknatıs gibi uykuya daldıran bir çağrıdır. Eski bir köle olmakla, çağdaş bir köle olmak... ne fark-eder? Hiçbir farkı yoktur, yalnızca sunuluş biçimi farklıdır. O birisi “zâife” diyor, bu birisi “latîfe”, her ikisi de “insan değilsin” anlamına. Bundan dolayı istihmar, yâni insan zihnini, bilgi ve bilincini, yönünü tahrip etmek, -ister birey, ister toplum olarak- öz-bilinçten ve toplumsal bilinçten alıkoymaktır” der.

Bilim-adamlarının ve onların “sâhipleri”nin istedikleri, ilk önce Big-Bang Teorisi’ni peşinen kabûl edip, sonra da “vay bee!” demek gerekir.

Belli bir dönemde ve bölgede hâkim olan felsefî görüşlerin, bilimdeki gelişme ve yeni anlayışların, teolojideki yaklaşımların, ekonomik koşul ve teorilerin, politik ve sosyolojik ortamın ve diğer belirleyici unsurların hepsinin bir-arada bilimsel çalışmanın yapılış şeklini ve kabûlünü nasıl etkilediklerini Evrim Teorisi üzerinden anlatmaya çalışalım:

 Evrim Teorisi sosyal ortamın bir yansımasıdır. Evrim teorisi ana-fikirlerini aslında “iktisat teorileri”nden almıştır. Zâten kapitâlin ilâhlaştırılmaya başladığı 1700’lü yıllardan sonra ortaya atılan teorilerin çoğu ana-fikrini “iktisat teorileri”nden almıştır. Caner Taslaman “Evrim Teorisi Felsefe ve Tanrı” adlı kitabında:

“1750 yılının İngiltere’sinde doğan her üç çocuktan ikisi beşinci yaş günlerini görememiştir. Malthus’un teorisi böyle bir ortamda oluştu ve etkili oldu; onun etkisiyle ise Darwin’in ‘yaşam mücadelesi’ ve ‘doğal seleksiyon’ kavramlarının zihnî yapısı vücut buldu. Yarışmacı kapitâlizmin oluştuğu yer ve yıllarda bulunmuş olması da Darwin’i etkilemiş olmalıdır, çünkü o dönemde kimi şirketler tekniklerini geliştiriyor, büyüyorlar ve etkilerini artırıyorlardı, kimi şirketler batıyor, eski meslekler ise ölüp gidiyorlardı. Bu tabloyu saptayan ünlü evrimci biyolog John Maynard Smith, Darwin’in daha durgun olan bir feodal toplum içinde yaşamış olması hâlinde, doğada var olmak için ‘yarışma’ ve ‘savaşım’ gibi kavramların pek aklına gelmeyebileceğini söylemektedir. Robert Young, Darwin’in doğada da İngiliz fabrika sistemine benzer bir iş-bölümünün geçerli olduğunu keşfettikten sonra, doğru yolda olduğuna daha çok kanaat getirdiğini belirtir. Bu yüzden dönemin kapitâlist iş-verenlerinden bir-çoğu, Darwin’in teorisini coşkuyla karşılamışlardır. Çünkü o dönem, işçilerin rahatsızlıklarının olduğu, çalışma reformu için baskı yapıldığı, işçi ve iş-veren ilişkisinde gerilimin en üst düzeyde olduğu bir dönemdi. Burjuvazi, iş-bölümü sürecini makineleştiren bu yeni fabrika sistemini onaylayacak sağlam bir gerekçeye muhtaçtı. Benzer bir sürecin doğada da var olduğunu söyleyen Darwin, kapitâlistlere, yönettikleri ve yararlandıkları bu ekonomik hiyerarşiye karşı işçi sınıfından gelen tehdidi savuşturmaları için en sağlam gerekçeyi sunuyordu. Adam Smith’in iktisat teorisinde ‘verimlilik için ayrışma’ kavramını Darwin kullanmıştı ve bu yaklaşım, o dönemin İngiliz sömürge emperyalizminin işine yaradı. Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ kitabını yazdığı yıllarda (1859), İngiliz İmparatorluğu’nun üzerinde Güneş’in hiç batmadığı söyleniyordu, İngiltere Dünyâ’daki oluşumların en önemli aktörüydü. Evrim Teorisi’ni meşrûlaştırmak için sömürü düzeninden doğaya (sosyo-politik ve iktisâdi düzenden doğaya) analojiler kurulurken, sömürü düzenini meşrûlaştırmak için tam tersi yönde, doğadan sömürü düzenine analojiler kuruldu. Bu süreçler bilinçsiz olarak gelişmişse de teorinin kabûlünde rol oynadı. Adam Smith’e göre bireyler arasındaki yarışa ‘görünmez bir el’ müdâhale etmekte, ekonomik pazardaki arz ve talep, güvenilir bir tabiat kânunu tarafından düzenlenmektedir: Tanrı’nın doğayı yaratışı, bu kânunun güvenilirliğinin garantisidir. Adam Smith iktisat teorisini, böylece teolojik bir kökenle birleştirmişti. Bu yaklaşıma göre herkesin bireysel menfaatini korumasıyla üretim ve tüketim arası denge sağlanır. Darwin’in doğanın işleyişi üzerine görüşleri, ekonomideki ‘görünmez el’ formülüyle benzeşiyordu. Darwin gerek Smith gerekse Malthus’la, toplumda olduğu gibi doğada da her bireyin kendi çıkarlarını en üst düzeye yükseltme ve sınırlı kaynaklar içinde diğerleriyle giriştiği hayat mücâdelesinde ayakta kalma amacını gerçekleştirmeye çalıştığında hem-fikirdi. Darwin’in temel problemi böyle bir birey eyleminin nasıl olup da bir bütün işleyiş ağı oluşturduğunu anlamaya çalışmaktı. Smith’in ‘bırakınız-yapsınlar’ merkezli yarışmacı ekonomisi, Malthus’un ‘nüfus analizi’ ile kendisinin ‘doğal seleksiyon’ teorisi arasında kurduğu paralel ilişkiyle teorisini oluşturdu. Darwin, tıpkı ekonomik alanda arz ve talebi düzenleyip dengeleyen bir kânunun işlemesi gibi, doğada da dengeleyici benzer bir kânunun (doğal seleksiyonun) var olduğu sonucuna ulaştı. Darwin, İngiliz sömürgeciliğine biyolojik bir temel sağlamıştır. O; “Farklı ırklardan iki insan karşılaşınca tıpkı iki farklı türden hayvan gibi davranırlar. Dövüşürler, birbirlerini yerler, birbirlerine zarar verirler. Ama ardından en güçlü bünyenin (yâni insandaki aklın) kazanacağı daha ölümcül bir mücâdele başlar... Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm-dünyâda alt-ırklar üst-medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla ber-taraf edileceklerdir” diyordu. İngilizler, sömürgecilik yaparken doğanın bir gereğini yerine getirdiklerini düşündükleri için güven tâzeliyorlardı ve tabî ki bu durum teorinin ilk ortaya konduğu ortamda benimsenmesinin kolay olmasına katkıda bulunmuştur. 19. yüzyılın İngiltere’si, aynı-zamanda, endüstriyel ilerlemenin, vahşi kapitâlizmin (Marx komünizme dâir fikirlerini bu dönem İngiltere’sini gözleyerek geliştirdi), bireysel teşebbüsün serbestliğini savunan liberâl görüşlerin hâkim olduğu bir yerdi. İşte böyle bir ortamda ‘yaşam mücâdelesi’ içinde ‘en güçlünün yaşaması’ ve ‘güçsüzlerin elenmesi’ne dayalı ‘doğal seleksiyon’ fikri oluştu. Darwin, Wallace, Spencer gibi ‘doğal seleksiyon’ fikrini ortaya koyanların hepsinin de İngiltere’de aynı dönemde yaşamış olması ve aynı fikri (birbirlerinden bağımsız geliştirdikleri söylenir) ileri sürmelerini her-halde tesadüfle açıklamak çok zordur” der.

Diğer bilimlere de etkisi için de:

“Kant-Laplace ile gök-cisimlerinin oluşumunun evrimi ve Lyell gibi bilim-insanlarıyla yer-kürenin evrimi hakkındaki evrimsel yaklaşımlar, sosyo-ekonomi ve felsefe alanının dışında bilimde de ‘evrim’ görüşünü yaygınlaştırmıştı. Bu da ‘evrim’ kavramının 19. yüzyılda özellikle İngiltere’de hâkim bir kavram olmasına yol açtı. Marx ve Engels’in, târihin evrimine ve sınıf kavgasına dayalı komünist felsefelerini bu yüzyılın İngiltere’sini (aynı paradigma içinde) gözlemleyerek geliştirmelerini de tesadüf olarak göremeyiz. Felsefe, fizik, yer-bilimi, sosyoloji, iktisat, târih gibi alanlarda oluşan ‘evrim’ kavramı, canlıların dünyâsındaki karşılığını Darwin ve Wallace gibi isimlerin çalışmalarında buldu. Evrimin mekânizması olarak görülen ‘doğal seleksiyon’ da, daha önce belirtildiği gibi çağın olayları, iktisat ve sosyolojisi gibi unsurlarla uyumluydu. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemde, Newton fiziğinin ve felsefe ile bilimde mekânist yaklaşımın hâkimiyeti vardı. Teologların bir-çoğu evrenin mekânik işleyişini, Tanrı’nın yaratışında bir araç olarak görerek; Tanrısal yaratma ile gâyeselliği ve mekânist yaklaşımı uzlaştırmışlardı” der.

Tüm teoriler sosyoloji ile direkt alâkalıdır.

Duane T. Gish’in, Evrim Teorisi’ne karşı türlerin birbirlerinden bağımsız yaratılışını kabûl edenlere makâle yayınlatmada, doktora ve profesörlük derecelerini kazanmakta zorluk çıkarıldığına; televizyon, radyo gibi medya kuruluşlarında ve National Geographic, Reader’s Digest, Life gibi etkin popüler dergilerde evrimci bilim-insanlarının hâkimiyetinin alternatif görüşlere geçit vermediğine dâir tespitlerini göz-ardı edemeyiz. Çünkü bilim-sosyologlarının ve Kuhn’un gösterdiği gibi bilimsel faaliyet; sosyolojik ortamdan bağımsız, mutlak olarak objektif bir uğraş olmadığı için, bilim-cemaatinin ön-kabûl, tavır ve organize olma şekillerini göz-önünde bulundurmalıyız.

Thomas Kuhn, günümüzdeki şekliyle ders kitaplarıyla eğitimin 19. yüzyılda ortaya çıktığını, daha önce temel matematik kitapları dışında, bu tarz hazırlanmış kitaplarla eğitimin olmadığına dikkat çeker ve bu ders kitaplarının mevcut paradigmanın temel kabûllerini ve problem çözme kurallarını aktardığını, öğrencilerin ise paradigmayı sorgulama şansına hiç sâhip olamadıklarını belirtir. Kuhn’un dediği gibi günümüzün paradigmasının muhafazasında ders kitaplarının yeri çok önemlidir, diğer yandan en-ünlü evrimci biyologların bile yanlışlığını kabûl ettikleri çizimler hâlâ bu ders kitaplarında yer alabilmektedir. Paradigmanın muhafazası için çabalar, paradigmaya uygun çalışmaların ödüllendirilmesi, paradigmaya karşı olanların dışlanması, paradigmanın bilim-insanlarının ‘nereye’ ve ‘nasıl’ bakmaları gerektiğini buyurması göz-önüne alınmaz ise; ‘bilim’in ideoloji, sosyolojik baskı, ödüllendirme mekânizmalarından bağımsız, her zaman için objektifliğini muhafaza edebilen bir faaliyet olduğunu zannetme hatâsına düşebiliriz. Bu ise ders kitaplarında aktarılan bilgilerin temel ön-kabûller olarak alınmasına ve sonraki tüm gözlem ve deneylerin bu dogmatik ön-kabûllerle şekillenmesine yol-açmaktadır. Din-adına veya ideoloji adına, nasıl dogmatik ön-yargılı yaklaşımlar veya sahtekârlıklar yapılabiliyorsa, aynı şeyin ‘bilim’ adına da yapıldığını, ‘bilim’in bâzılarının zannettiği gibi her zaman objektif olan, ön-yargılardan uzak bir faaliyet olamadığını, söz-konusu örnekler göstermektedir.

Haeckel, Avustralya yerlileri gibi ırkların, maymunlar ve köpekler gibi canlı türlerine, medenî Avrupalılardan daha yakın olduklarını söylemiştir. Ayrıca Darwin’in yapay seleksiyon ile ilgili anlattıklarının insanlara da uygulanabileceğini, eski çağlarda Spartonların zayıf ve hasta çocuklarını öldürerek güçlü bir ırk oluşturduklarını övgü ile anlatmıştır. Wilhelm Bölsche, Haeckel’in fikirleriyle Hitler’i tanıştırdı ve Nazilerin 200.000 vatandaşını sâdece zihinsel özürlü oldukları için öldürmelerinde bu fikirler etkili oldu.

Görülüyor ki bu teorilerin sosyal boyutları vardır ve toplumu genelde olumsuz etkilemektedir. Evrim Teorisinin sosyal etkileri yukarıda anlatılan ve anlatılmayan bir-çok sosyal etkiye sebep olmuştur/olmaktadır. Big-Bang Teorisi de Evrim Teorisi’ne, istediği zamânı vererek ve sûni değerler üreterek destekler ve bir-çok sosyal etki yapar. Meselâ kapitâlizmi sağlamlaştırıyor.

Kendi-kendime şu soruyu hep sormuşumdur: Niçin (özellikle dindar olanlardan) Evrim Teorisine sıcak bakanlar (Evrene 15 milyar yıllık bir yaş biçen “dindar”ların hemen hepsi evrim teorisine “sıcak” bakıyor) ve Big-Bang Teorisi’ni kabûl edenler; bir “yapı” kurarak Dünyâ’daki zulmün ber-taraf edilmesinden bahsetmezler ve böyle bir yapı kurma hayâline kapılmazlar? Dindarların kâinâtı Big-Bang teorisiyle/süreciyle açıklamak istemelerinin nedeni nedir? Kendimce bu soruya verdiğim cevap şudur: Çünkü Dünyâ’ya “batı”nın paradigması/bakış-açısı hâkimdir. Bakış-açısından başka niyet de önemli ve belirleyicidir. Bu sebeple “diğerleri”ne maddi-manevi-bilimsel-psikolojik baskı yapılıyor. Bunun için de ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmiyorlar. Bu “baskı”nın bir yönü de Evrim ve Big-Bang Teorileridir. İnsanlar/Müslümanlar artık batının sûni-yanlış değerlerine bakarak böyle bir yapının kurulamayacağını/kurdurulmayacağını düşünmeye başlıyorlar. Yapısalcılık (mevcut yapıdan yola çıkarak sonuca ulaşma yöntemi, strüktüralizm) bilimin her dalında kendini gösterir. Batı bu paradigmadan besleniyor. Bu yüzden bu paradigmayı her-türlü koruyorlar. (Bilimsel teoriler “an” dan beslenirler, bilim-adamları “şu-an”daki argümanların yıkılacağı korkusunu hep yaşarlar. Çünkü onlara çok umut bağlamışlardır)

Ali Şeraiti:

“Batı kültürünün ameli mekâniktir ve faydacılığa dönüktür. Maddî yaşamın gelişmesi ve maddî uygarlığın güçlendirilmesi yönünde kullanılır. Ama insanın sorunlarını çözmez, dertlerine çâre olamaz ve onu yüce varlık değişimlerinden geçiremez. Batının sömürü aracıdır bâtıl bilim. Aklı gücün hizmetine, bilimi teknolojinin, teknolojiyi üretimin ve üretimi de kazancın hizmetine veren batının.

Realistim diye ortaya çıkan bilimsel düşünürler yalnızca maddeye, dış tecrübelere, fizik ve biyoloji kânunlarına dayanarak düşünce üretiyorlar; bilimin temellerini bunlar üstüne kurmuşlar. İnsanın Allah'a tapmasını bile maddî bir oluş ve doğanın ürünü olarak görüyorlar. Orman kânunu neden geçerli olmasın böyle bir Dünyâ’da; bilimsel, sosyolojik, biyolojik ve ideolojik veriler duygulara, mânevî değerlere, inançlara pay mı ayırıyor ki!?

Bu bilim ve bu cebrî kânunlar hayâta egemen olunca, maddecilikten uzak soyut kavramlara, ideâlist düşüncelere, dîne, fizik-ötesine ve inanca elbette yer kalmayacak ve bunlar hayâl, ütopya ve duygusal olarak niteleneceklerdir.

Bilimin, şu yeni uygarlığın egemenliğinde aldığı biçim ve çekildiği yöne bakın. Yeni burjuvazinin dîne karşı açtığı örgütlü savaş ve onu hayattan, toplumdan ve insanların kâlbinden silme çabasında bilim önemli bir rol oynuyor. Burjuvazi, bilimin özgürlüğü, aklın bağımsızlığı, kültürün insancıllığı, eğitimin ulusallığı, ahlâkın mantıkîliği ve sanatla dinin zincirlerden kurtulması gibi caf-caflı ve yalancı sloganlarla dîne karşı savaş veriyor.

Bilim, “sömürücü”lerin sömürülerine meşrûluk kazandırmak için kullanılıyor. Bu yüzden sürekli yeni “teori”ler ortaya atarak güncellemeler yapmak zorunda.

Bu-gün ilmin hedefini kapitâlizm veya siyâsetçiler tâyin ediyor, âlimler değil. Günümüzün âlimi kapitâlizmin elinde bir araç olmuştur. Misâl olarak kapitâlist "şu kimyasal maddeyi yap!" diyor, âlim de onu yapıyor. Orta-çağ ile asrımız arasındaki belirgin fark, ilmin kilisenin emrinden çıkarılıp, fabrikaların emrine girmesidir. Dün sloganı hakîkati keşfetmek idi, bu-gün ise güç kazanmaktadır.

Arnold Toynbee:

“Şu-anda Hıristiyanlığın boşalttığı alanı bilimin doldurmaya başlamasıyla oluşmuş bir zihin yapısı var” der.

Bilim, kilisenin hizmetinde olan orta-çağlardan sonra bu-günün iddiasının tersine özgürleşmedi. Kilisenin kaydından kurtuldu ve burjuvazinin kaydıyla gelişerek bu-günün egemeni durumuna geldi. Eğer bilim-adına ahlâki değerlere muhâlefet edildiğini görüyorsak, bu görülen, bilimin muhâlefeti değildir. Bu, bilim-putu içerisinde, altın dana kıyâfeti içerisinde bağıran kuyumcu burjuvazinin Samiri ilmidir”.

Bir düşüncenin, bir teorinin, bir önermenin doğru mu yanlış mı olup-olmadığı, sosyal sonuçlarına bakılarak değerlendirilebilir ancak. Bu fikirler insanlarda fıtratlarıyla uyumlu olarak iyi işler mi yaptırıyor; yoksa fıtratlarına aykırı olarak kötü işler mi yaptırıyor. Son 150 yıllık insan davranışlarına ve düşüncelerine baktığımda, hangi sonucun ortada olduğunu tartışmam bile. Bütün her şeyin sağlaması genel durumun iyi-kötü sonucuna göre değerlendirilebilir ancak. Aslında bu sonucun kritik konusu, bu fikirlerin âhirete atıf yapıp-yapmaması ile alâkalıdır. İnsanların son 150 yılda ortaya attığı fikirlerden sonra insanlar maddi-manevi olarak güllük-gülistanlık içinde mi yaşıyor; yoksa perişan bir hâlde mi? Evrim Teorisinin sonucu ortada: “Sosyal Darwinizm”.. Bu vahye aykırıdır. Vahye aykırı olanın doğru olma şansı yoktur. Tüm Dünyâ’yı ilgilendiren bu fikirlerin toplumsal sonuçları olmayacak mı? Peki ne oldu? Hiç kimse “doğalcı yanlış” saçmalığından bahsetmesin. Bilimsel teorilerin sosyal boyutlarının olması kaçınılmazdır. Çünkü “sosyal-insan” tarafından ortaya atılmıştır.

Yaptığım bâzı tartışmalarda, söylediklerimin “Yahudi-hristiyan”ların tahrif edilmiş metinlerden bir etkilenme sonucu dile getirildiği suçlamasına maruz kaldım/kalıyorum. Oysa bu konuyla ilgili mevcut bilimsel-görüşlerin de çok-çok daha fazla bir şekilde aynı kültürün çocuklarından etkilenerek söylendiği hiç düşünülmüyor. Hâlbuki benim görüşlerimde Kur’ân-merkezli bir düşünce hâkimdir. Mevcut bilimlerde ise laik-seküler-kapitâlist-liberâl-materyâlist-ateist-hazcı-şüpheci ve birilerinin emeğini çalarak zenginleşmiş Yahudi-hristiyan kültürlerin sözleri vardır.

“Sopa” kimin elindeyse teoriyi de o yapar. 1.000 sene önce “sopa” Doğu’da olduğu için teorileri Müslümanlar yapıyordu. Şimdi ise sopa batılıların elinde ve teorileri onlar yapıyorlar. “Neden her şeyi batılılar yapıyor/buluyor” sorusunun cevabı budur. Fakat batı, teorileri/bilimi Allah’sız/dinsiz/laik/seküler/kapitâlist/materyâlist bir paradigmayla/bakış-açısıyla yaptığı için bilim/teorileri az-doğru yada yanlış yargılara ulaşırken; Allah’lı/dinli bir paradigmayla, bakış-açısıyla bilim/teori yapan Müslümanlar daha doğru yargılara varmışlardır.

Her kültür kendi gök-yüzüne bakar ve her kültür kendi gök-yüzünü yaratır.

Düşüncelerine hangi felsefe hâkimse ona göre bir yorum yaparlar, ona göre araştırma yaparlar. Etkisi altında bulundukları düşünceye uygun olarak fikirler üretirler.

Seyyid Kutub:

“Her-hangi bir ilim, Allah’a giden yolu göstermiyorsa, insanın bilmediğini insana öğretenin Allah’ın fazlı ve ihsânı olduğunu idrâk ettiren bir esâsa dayanmıyorsa, o ilim hem sapıktır hem de saptırıcıdır. Bir ilim, idrâke kudretini bahşeyleyenin Allah olduğunu, tabiat kânunlarının da bunun emrine verdiğini anlatmıyorsa, kısaca gösterilen esaslara ve temellere dayanmıyorsa, o ilim hem sapıktır hem de saptırıcıdır. İşte bu bilim Kur’ân âyetlerinin amaçladığı ve övdüğü bir bilim değildir. Hâlbuki bâzı kimseler Kur’ân naslarını/âyetlerini asıl amacından saptırıyorlar, böylece onu uygun olmayan yerlerde kendileri için delil olarak gösteriyorlar” der.

  Bu teori laik-seküler-kapitâlist-neo-liberâlist bir düşünce sistemine sâhip olan bir kültür tarafından dile getirildiği için kabûl ediliyor. Eğer aynı teoriyi İslâm toplumuna mensup biri söyleseydi kabûl edilmediği gibi bir de alay-konusu olurdu. Batı-düşüncesi karşısında oluşan bir komplekstir bu.

“Big-Bang Teorisi Allah’ın varlığını gösteriyor” deniyor. Eğer öyle olsaydı herkesin Allah’a inanıyor olması gerekirdi. Big-Bang’e inandığı hâlde Allah’a inanmayanlar da var. Allah’ın varlığı için ilk-önce fideist bir yaklaşımla davranmak gerekir. Yâni îman ön-kabûlüyle. Allah’a “ilk-îman” maddenin konusu değil, îmanın konusudur çünkü. Melekler madde yokken de Allah’a can-ı gönülden inanıyorlardı. Lâkin, maddenin hâllerini araştırmak bu îmanı pekiştirebilir, mutmainliği arttırabilir. Fakat “îman” olmadan sırf maddesel süreçleri incelemekle “gerçek îman”a ulaşılamaz. Apriori/fıtri olarak bizde bulunan îman-etme potansiyeli her insanda zâten vardır. Evet; Allah’ın varlığını ispatlamaya kâinâtın tümü yetmez. Aksi hâlde (hâşa) Allah “madde”nin yanında nesne durumunda kalır. Çünkü açıklayan açıklanandan üstündür.

Bozuk düzenlerine ilâhi bir kutsallık vermek istiyorlar. Bunun için de sözde “Allah’ı ispatladığı” (hâşa) söylenen bu gibi düzmece teoriler kurup onu yaymak sûretiyle şeytânî düzenlerini meşrulaştırmış oluyorlar. Böylece bu çirkef düzen “câhiller” tarafından “ilâhi takdir” gibi görülüp benimseniyor. Artık bundan sonra da bilimsel bir dünyâ-görüşü oluşuyor. Tabi bu durum hakim-sınıf için bal-kaymak oluyor.

“İnananlar”ın ağzına bir parmak bal çalmaktır bu. Fakat alttan-alta neler alıp götürürler bir zaman sonra. Ali Şeriati:

“Eğer “insani öz-bilinç” ve “toplumsal öz-bilinç” olmazsa, teknik ne kadar ilerlerse-ilerlesin; insanın o kadar hızlı ve daha çok yok olmasına araç olur” der.

Allah’ın varlığının delili bilim değil, îmandır. Kozmolojik kanıta gerek yok.

Bu teori ve benzer teoriler zihinleri Allah’sızlaştırıyor. Caner Taslaman bu konuda şöyle diyor:

“Meselâ karıncaların hayâtını ateist ve dindar bilim-adamlarının aynı-anda incelemesinde sorun çıkmaz ama siz bütün bu süreçlerden bahsederken Allah’ı hiç anmadığınız, Allah ile ilgili en küçük bir atıf yapmadığınız takdirde, zaman içinde zihinler evrendeki oluşum süreçleriyle Allah arasındaki irtibâtı kuramaz hâle geliyor. Yâni zihnin sekülerleşmesi söz-konusu oluyor. “tarafsızlık“ adı altında seküler (burada siyâsetle ilgili bir anlamda kullanmıyorum bu kavramı) zihinler inşâ ediliyor. Bir-çok insan günlük hayatta işini yaparken, evlenirken yahut laboratuarda hücreyi incelerken Allah’ı düşünemiyorsa, bunda, pozitivist felsefeyi benimseyenlerce oluşturulmuş eğitim sistemiyle inşâ edilen zihinlere sâhip olunmasının mesûliyeti var. Allah sâdece Ramazan geldiğinde, bayram namazında, câmiye gidildiğinde hatırlanır, onun dışında sanki seküler bir alana çıkılır gibi Kur’ân’ın inşâ ettiği inanç sistemiyle alâkasız bir anlayış yaygın. Oysa Kur’ân’ın inşâ ettiği zihinler için Allah hayâtın her alanında vardır. Kur’ân öyle bir zihin inşâ ediyor ki, gözünüzü çevirdiğiniz her şeyde, gökle yer arasındaki her varlıkta Allah’ın varlığıyla ilgili delilleri görüyor, hissediyor, takdir ediyor, şükrediyorsunuz. Kur’ân var olan her şeyde Allah’ın sanat ve kudretini görebilen bir zihni inşâ ederek, nerede olursanız-olun Allah’ın varlığını hissetmenizi ve O’nu hayâtınızın her ânına dâhil etmenizi sağlıyor. Dîne inansa da hayâtının bir-çok alanında dindar olamayan, ticârete hile karıştıran, yoksula duyarsız kalan, dînin yönelttiği duygu inceliğinden mahrum bulunan insanların böyle olmalarının önemli bir sebebinin, zihinlerin Kur’ânî bir biçimde şekillenmemesi olduğu kanaatindeyim.

M.Zeki Kirmâni:

“Batıda boy veren disiplinler, Batının sömürgeci etkilerinden ayrı düşünülemez” der.

“Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 104).

Bâzıları iyi şeyler yaptıkların sanıyorlar ama yaptıkları şeyler insanlara dert-tasa oluyor.

MANTIK

Lao-Tzu:

Mantığı dayalı bilim, varlığın birliğini yok eder ve göreli kavramlara mutlak değerler vererek kafa-karışıklığına yol açar” der

Bilimin ilerlemesi sünnetullaha terstir. Çünkü Allah’ın yasası/kânunları olan sünnetullahta değişiklik olmaz.Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın” (Ahzab 62). O yasayı bir kere keşfettiğinizde, o yasa artık ebedî olur, hiç değişmez. O yasaya göre ölçme/değerlendirme yapılır artık.

Arthur Eddington, evren hakkındaki bir teorinin, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz olsa bile doğru olma şansının bulunabileceğini; ama entropi yasası ile çelişiyorsa hiçbir şansının olmadığını söyler. Big-Bang ise entropiyle aykırı olarak ve çelişerek, bozulma göstermesi gerekirken düzelme göstermiştir. 

Caner Taslaman:

“Bir teori belki diğer tüm teorilerle hattâ yasalarla bile çelişebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla (entropi) asla çelişemez. Entropi ile çelişen hiçbir teori kabûl edilemez” der.

Entropinin nedeni protonun yarılanma ömrüdür. Entropiye göre protonun bu kadar zamandır (13,7 milyar yıldır) bozunmuş olması gerekirdi.

Araştırmacı yansız olmalıdır derler. İnsan nasıl mutlak-nötr olabilir ki? O yüzden mutlaka bir tarafa bağlı olmak zorundadır insan. Fakat fıtratla/evrenle/insanla uyumlu olan Allah-merkezli anlayış en doğrusudur ve en doğruya ulaştırır. Bu yüzden de düşünce-iş-eylem bu merkezde olursa en doğruyu bulur.

“Hep felsefe ile zihin ile konuşuyorsun, matematikten bahsetmiyorsun” deniyor. İyi de, bir-anda yaratılma matematik ile açıklanamaz ki.

Caner Taslaman:

“Dinin içinde aklı aşan unsurlar vardır ama akla aykırı unsurlar yoktur. Dinde bizim aklımızı aşan şeyler var, fakat aklımızı aşan hiçbir noktada dîne îtiraz getirilemez. Dindeki aklı aşan hususlarda îtiraz getirilebilmesi için dînin söylediği modelden daha tutarlı, daha rasyonel bir model ileri sürülmesi lazım. Bu yapılamıyor” der.

Peygamberimiz çıksa gelse; dese ki “ne kadar yanlış düşünüyorsunuz.. Bu konudaki (Evrim-Big-Bang) bilimsel yargılarınız yanlıştır”, hemen “dindar”lar daha farklı bilimsel düşünceler üretme yoluna girerler ve de üretirler. Ürettikleri de gâyet bilimsel olurdu.

Seyyid Kutub:

“Mü’min kâinât-varlık olgusunu anlama ve buna ilişkin düşünce açısından da başkalarından üstündür, zîra İslâmiyetin ön-gördüğü tek-Allah inancı bu büyük hakîkati kavramanın en kâmil biçimidir” der.

Bilimin gücü madde ile sınırlıdır. Madde ise zâten sınırlıdır. O hâlde sınırlı bir alandır bilim alanı. Maddenin bittiği yerde biter. Bu yüzden sâdece “nasıl” ile ilgilenebilir. “Niçin”e giremez. Fakat, “niçin” bilinmeden, “nasıl” da doğru olarak kavranamaz. Evreni “idrâk etmek” ve doğru sonuçlara varabilmek için “nasıl” sorusunundan sonra “neden-niçin” sorularını da sormak gerekir.

Caner Taslaman:

“Metodolojik natürâlizm, felsefî natürâlizmi kesin olarak doğru kabûl ederek doğa-dışının var-olmadığı iddiasında bulunmasa da metot olarak felsefî natürâlizmi doğruymuş gibi kabûl eder. Günümüzde bilime hâkim olan paradigmanın metodunun bu olduğu söylenebilir; bu yüzden fizik ve biyoloji kitaplarında Tanrı’ya atıf yapılmaz. Newton’un yazdığı bir kitabı, günümüzde bir fizik öğretmeni ders kitabı olarak yazmış olsaydı; bu kitabın ders kitabı olması her-halde yasaklanırdı. Hattâ Darwin’in en meşhur eseri olan ‘Türlerin Kökeni’ni, bu-gün bir biyoloji öğretmeni yazmış olsaydı; her-halde bu kitaptaki Yaratıcı’ya atıflar çıkartılmadan, bu kitap ders kitabı olarak okutulamazdı” der.

Toplumun genel kabûlü bir bilginin sahih/doğru olduğu anlamına gelmez. “İnsanların çoğunluğuna uyarsanız sizi yanlışa götürürler” diyen Kur’ân’a göre belki de “herkesçe kabûl edilmiş” olması yanlış olduğunun ispatıdır. Bu konuda Caner Taslaman şöyle der: “Her bilimsel çalışma bir toplumda yapılır. Bu yüzden sosyolojik ortamdan bağımsız bir bilimsel çalışma olamaz. Bilimsel çalışma yapılırken belirlenen ilkelerde de toplumun rolü vardır. Çalışmaların kabûl edilip toplumsallaşmasında ise toplumun değerleri ve menfaatleri ile toplumu yönlendiren siyâset gibi kurumların etkisi vardır. Tüm bu unsurlar objektif bilgiye ulaşmak arzusunda olan bilimin önünde ciddî engellerdir. Objektif bilgi; menfaatlere, mevcut siyâsete, kültüre veya peşînen kabûl edilmiş ilkelere aykırı olabilir. Toplumdan soyutlanmış bilgi olamayacağı için, elde edilen bilginin objektifliğini belirlemekte bir-çok defa önemli zorluklar olmaktadır. Çünkü bu bilgiyi değerlendiren ‘biz’ de toplumun bir parçası olarak; kabûl edilmiş ilkeler, toplumsal kurumlar ve kültürle kuşatılmış bulunmaktayız. Tüm bunlar, objektif bilimsel bilgiye ulaşmanın imkânsız olduğu anlamına gelmez. Paradigmanın, bilgiye ulaşma ve bilginin kabûlünde zorlaştırıcı veya kolaylaştırıcı etkisi olduğunu, ele aldığımız bilginin kabûl veya reddinin, bilginin doğruluk veya yanlışlığından bağımsız olarak paradigmaya bağlı olabileceğini göz-önünde bulundurmalıyız. Bu ise bizi, bir bilgiyi (veya teoriyi) değerlendirmek için, o bilginin ortaya konduğu paradigmayı bilmemiz gerektiği sonucuna götürür.

Kâinâtın ancak sezgilerle kavranabileceğini söylemekle berâber, modern bilimin bâzı değerlendirmelerine katılmadan da edemeyiz. Seyyid Kutub’tan bir alıntı yaparak bu konuda şunları söyleyebiliriz:

“İnsan kâinâtı ancak sezgileri ile doğru olarak kavrayabilir. Çünkü insan-fıtratının kendisi de her zerresi bir plana göre yaratılmış olan şu evren bütününün ayrılmaz bir parçasıdır.

Öte-yandan modern bilim, üzerinde yaşadığımız şu yer-kürede egemen olan uyumu, yüce Allah'ın plânı uyarınca bu gezegeni belirli bir "hayat" türüne elverişli kılan şartlar arasındaki âhengi de keşfetmiştir. Öyle ki, bu şartlar arasındaki oranlardan her-hangi birinin bozulduğunu farz edelim; o takdirde ya hayat tümü ile sona erer yada daha baştan ortaya çıkması mümkün olmaz. Şu yer-yuvarlağının hacmini, kütlesini, Güneş’ten uzaklığını, Güneş’in ısı derecesini, Dünyâ ile ekseni arasındaki eğimin açısal değerini, Dünyâ’nın kendi çevresindeki ve Güneş etrafındaki dönüş hızını; ayın Dünyâ’dan uzaklığını, hacmini, kütlesini, Dünyâ üzerindeki denizlerin ve karaların dağılımını bir-arada düşünelim. Bunlara burada sayılmayan binlerce olguyu ekleyelim. Bütün bu olgular ve şartlar arasında ince bir duyarlılıkla planlanmış ölçüler ve oranlar vardır. Eğer bu oranlardan bir teki bile bozulsa bütün dengeler alt-üst olur ve bu dengesizlik, yer-yüzünde süren "hayat" olayının sona ermesini kaçınılmaz kılar.

Yine modern bilim, hayâtı düzenleyen çok-sayıdaki faktörler arasında, canlılarla onları kuşatan şartlar arasında ve bu şartların kendileri arasında vâr-olan uyumu da keşfetmiştir. Öyle ki, bu bilgiler, insanoğluna yukarıdaki kısa âyetin vurguladığı büyük ve derin gerçeği bir ölçüde kavrama imkânı sağlamıştır”.

Tamamlanmamış bir yapı sınırlı bir yapıdır. Sınırsızın sınırlı bir yaratılış yapması düşünülemez.

Evren simbiyotik evrendir. Diğeri olmadan yapamaz. Kaos başlar.

BİLİM-ADAMLARINDAN ve FİLOFOZLARDAN SÖZLER

Copleston:

“Olguların bireysel açıklamaları evreni anlamak için yeterli değildir. Yeterli bir açıklama her şeyi bütünüyle kapsayan, kendine daha fazla bir şey eklenemeyen açıklamadır. Öyle bir açıklamayı bilimden değil, “teoloji” dediğimiz dinsel meta-fizikten bekleyebiliriz ancak. Bilimler, tek-tek ya da topluca alınsın, gerçekliğin özelliklerini belli yönlerden incelemenin ötesine geçemez. Bilimsel yöntemin etkinlik alanı sınırlıdır; “gerçeklik”e ilişkin kimi yaşamsal sorunlar bu alanın dışındadır. Örneğin insana ilişkin bilimleri alalım; Psikoloji, davranışlarımızı, “ruhsal” denen süreçleri inceler. Anatomi, fizyoloji, biyo-kimya, vb. çalışmaların konusu organizmanın yapı ve işleyişine ilişkindir. Antropoloji, sosyoloji ve sosyâl-psikoloji insanî inançları, töre, gelenek ve alışkanlıkları; yaşam ve uğraş biçimleriyle ele alır. Bu çalışmaları birlikte alsak bile, insanı “gerçek niteliği”ne inerek tüketici bir çözümlemeden geçirdiğimizi söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz, çünkü insanın bilimsel yöntemle erişilemeyen bir öz-niteliği, bir varlık ve anlam sorunu kalmaktadır. İşte bu özde saklı kalan şeye ancak Tanrı kavramına baş-vurarak açıklık getirilebilir. Bizim Dünyâ dediğimiz varlığın, Tanrı ile ilişkisi kurulmadıkça, kendi içinde ne anlamı, ne de anlaşılır niteliği vardır.” der

Feyerabend,

“Bilim de tüm diğer arayışlar gibi gelişi-güzel, üstün-körü ve temelde irrasyoneldir; ne dayandığı varsayım veya ilkeler, ne de ulaştığı sonuçlar bakımından ona üstünlük ya da ayrıcalık sağlayan bir özelliği yoktur. Özellikle kuramsal düzeyde bilim, mistik düşünce ölçüsünde özneldir; ideolojiler gibi bağnaz, onlar ölçüsünde totaliter olmaya yöneliktir. Kilisenin Orta-çağdaki baskı ve egemenliğini çağımızda bilim kurmuştur.” der.

Teoman Duralı:

“Bilim çok aldatıcı bir durumdadır. Dışarıdan bakan insanlar, doğrudan-doğruya bilimin içinde olmayanlar, bilimin her şeye cevap getirebileceğine inanmaktadırlar; bir çeşit ilâhî, mûcizevî bir hâdise gibi. Hâlbuki bilimde deneme ve yanılmanın sonucunda bir-takım sonuçlara ulaşılır ve deneme-yanılmayla sonuçlara ulaştığınızda iş işden geçmiş olur” diyor.

Karl Jaspers:

“İnsanı kendine yabancılaştıran bilim dışlanmalıdır”.

Don Page:

Şu-ana kadar bilinen hiçbir mekanizma evrenin tesâdüfi bir olayla başlamasına ve şu-anki yüksek düzeyine gelmesine izin vermez”.

Georges Politzer:

“Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan varedilmiş olması gerekirdi”.

Hoimar Von Ditfurth:

“Bu noktadan önce ve onun başlangıcında neyin bulunduğunu bilmemiz olanaksız. Bu alan bilime kapalı. Niçin bir başlangıç olmuş olduğu sorusu da yanıtı verilemez bir soru. (Dinsiz verilemez. H.G.) Ayrıca bu başlangıç maddesinin ilk yapısının nereden kaynaklandığı, nasıl bir özellik gösterdiği, hidrojen dediğimiz bu ilk maddenin neyin ürünü olduğu türünden sorular da, bu sırlar-alanının içinde kalmaktadır. Eğer doğanın derinliklerinde gerçekleşen işlerin kompleksliği, Dünyâ’nın en zeki beyinleri tarafından bile zor anlaşılıyorsa, bu işlerin sâdece birer kazâ, birer kör tesâdüf eseri olduğunu nasıl düşünebiliriz?

Thomas S. Kuhn;

“Bilimsel bilgi, onu üreten kişilerin inanç ve tercihlerinden soyutlanamaz. Bilimsel bilginin ilerlemesinde ve bilimsel buluşlarda evrensel ve akılcı bir mantık aramak yersizdir; bilimin ilerlemesi, bilim yapanların psikolojik ve sosyolojik tercihlerine bağlıdır. Bir-dönemdeki bilimsel faaliyet; inançları, kuralları, değerleri, kavramsal ve deneysel araçları ile bir çevre, bir yaklaşım (paradigma) oluşturur. Sosyâl-psikolojik süreçte ortaya çıkan bu paradigma, sistemini tamamladığı zaman dogmatik ve baskıcı olur. Her problemi kendi zihniyet ve yöntemine göre çözmek ister. (bu-gün pozitif bilim paradigmasının yaptığı gibi). Ancak çözemediği problemler artar, aykırılıklar çok çetin ve derin olunca, yeni kuram arayışları başlar. Bilimin ilerlemesi, paradigmalar ve yenilikler arasındaki diyalektik sürtüşme ve çatışmalarla olur”.

Caner Taslaman:

“Bilimsel fikirleri ortaya atanlar toplumdan yalıtılmış bireyler değildir, bilimsel aktiviteler de toplumun dışında yapılmazlar. Demek ki bilimin sosyolojik ortamla bir etkileşimi vardır; bu etkileşimin bilimin objektif olma ideâline zarar verebilecek olması ihtimâli bu gerçekliği değiştirmez”.

Bernal:

“19. yüzyılda geliştirilen bilimsel yöntemler sâdece hakîkati gizlemeye hizmet etmişlerdir” der.

Max Planck:

“Şu günlerde kimse tarafından yadsınmamış bir bilimsel belit bulmak güç. Aynı-zamanda, bilim adına öne sürülebilecek her-hangi bir saçma-sapan teorinin şurada ya da burada inananlar ya da taraftarlar bulacağı kesin gibidir”.

Michael Rivero:

“Tabî ki Big-Bang'in meydana gelemeyeceği türündeki fikirler, “Dünyâ’nın her-şeyin merkezi olmadığı” fikrinin karşılaştığı tepki ile karşılaştı. Temel kabûlün sorgulanması yerine, çabalar, mevcut teorinin yeni verileri açıklamasını sağlayacak şekilde geliştirilmesi yönünde harcandı. Zamânın ilk bir-kaç mili-sâniyesinde temel fizik-prensiplerinin neden farklı davrandığını açıklamaya yönelik karmaşık bir kozmoloji teorisi ortaya çıktı. Teorinin matematiği gerçekten etkileyici idi, fakat aslında sâdece “kurallara uyulmasını istemediğimiz yerde kurallara uyulmadı” ifâdesinin kibar şeklinden ibâretti”.

Roger Lewin:

“Kuramsal ön-yargıların, kanıtların yorumlanışına tüm bilim-dallarında gölge düşürebilir, buna özellikle paleoantropoloji alanında sıklıkla tanık oluyoruz.

Ronald Brady:

“Açıklamamızı, açıklanması gerekli durumun tanımına dönüştürdüğümüzde, bilimsel bir hipotezden ziyâde bir inancı ifâde etmiş oluruz. Açıklamamızın doğruluğuna o kadar kanaat getirmişizdir ki, tanımımızı, açıklanması gerekli durumdan ayırmaya gerek bile görmeyiz. Bu tarzdaki dogmatik yaklaşımlar bilim alanından uzaklaştırılmalıdır”.

Wittgenstein;

“Her söylem bir yaşam-biçimidir. Dil bir duyum ortaklığına ihtiyaç duyar. Dil-ortaklığı sâdece duyum düzeyinde değil, kullanma düzeyinde de vardır. Farklı zaman ve çevre şartlarında bu ortaklık değişince, dil ve onun mantık yapısı da değişir. Bunlar değişince kişinin çevreye bakması, değerlendirmesi ve bilimsel faaliyetleri de değişir”.

Aziz İrenaeus,

“Tanrı Dünyâyı gnostiklerin (Anaksogoras, Empodekles, Aristo, Eflatun’dan hareketle) iddia ettikleri gibi ezeli olan maddeye şekil vermekle değil, yoktan yaratmıştır. Kaderi-mutlak olan tanrı her şeyi kendi kelâmıyla hiçlikten çıkarmıştır. İnsan bir şeyi meydana getireceği zaman mevcut maddeyi kullanır, tanrıysa önceden varolmayan maddeyi yaratır”.

Gosse:

Tanrı evreni yarattığında her şeyi sanki çok eskiymiş gibi düzenlemiştir”.  Allah yaratamanın her türünü bilir. Eşyanın sanki eskiymiş gibi yaratılması, o şeylerin insanlığın hizmetine uygun duruma sokulmasının bir gereğidir. Bu “eski”liğe biraz da Nuh-Tûfânı sebep olmuştur. Suyun oksidizesi yüzünden.

Georges Cuvier gibi ünlü bilim-insanları, fosil ve yer-bilim incelemelerinin sonucunda yer-yüzünün âni-yıkımlar (catastrophe) geçirdiğini savunmaya başladılar. Cuvier, fosillerdeki büyük kesintilerin sel gibi büyük afetlerle açıklanabileceğini düşündü. Kitabı Mukaddes’in bu şekilde yorumuna, uzun zaman-diliminde yaratılışı kabûl eden Cuvier’in muhâlifi Lyell’in de bir îtirazı yoktu, Darwin de bu yorumun aynısını ‘Beagle Yolculuğunda’ adlı kitabında savundu.

Karl Popper:

“Bilimde doğruluğun ölçütü, her-hangi bir önermenin yanlışlanamaz olmasıdır. Bir hipotez yanlışlanamadığı sürece doğrudur. Sınama ve deney doğrulama üzerine değil yanlışlama üzerine kurulur”.

Enis Doko:

“Bilim târihinde testlere tâbi tutulduktan sonra yanlışlanmış bir-çok iddia vardır”.

Parmenides:

“Var olan her şey orijinâl varlıktır. Başka bir şeyden dönüşmemiştir”.

Steven Weinberg:

“İnsan yaşamı, ilk üç dakikaya kadar geri giden bir rastlantılar zincirinin az-çok saçma bir sonucu olamaz; ancak, şöyle ya da böyle, daha başlangıçtan işin içine konulmuşuzdur”.

Kant:

“İnsan zihni kendi kategorilerini dış Dünyâ’ya dayatır. Uzay ve zaman sezgileri deneyden değil, akıldan gelir”.

Pisagor:

“Evren sayıların uyumudur”.

Jean Staune:

“Kuantum teorisiyle ortaya çıkan tablo, bilimin tek-başına bizi gerçekliğe ulaştıramayacağını gösterdi”.

Thomas Kuhn;

“Fiziğin ve diğer doğa-bilimlerinin belirli bir paradigma içinde üretildiğini ve belirli bir paradigma içinde üretilen bilgilerin ancak o paradigma içinde değerlendirilebileceğini, dolayısıyla bilimsel bir bilginin evrensel bir gerçekliği olduğunun iddia edilemeyeceğini ifâde etmiştir. Yâni bilimsel bilgilerin çok büyük bir kısmı evrensel değildir. Hakîkat tektir, bireye, kültüre veya paradigmaya göre değişmez. Belki gerçekler birden fazla olabilir ama hakîkat tektir.

Caner Taslaman:

“Bizce, bilimsel teorilerimiz “kendi içinde evren” hakkında bilgiler sunarlar, ama bu sunum eksiktir ve her zamanda eksik kalmaya mahkûmdur”.

Blaise Pascal:

“Matematiğin de içinden çıkamayacağı sorunlar vardır, bunlar ancak içsel olarak çözülebilir” .

Einstein:

“Matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir. Matematikçiler, Görelilik Kuramı’na el attıktan sonra, ben kendi kuramımı tanıyamaz hâle geldim” der.

Einstein:

“Uzay insanoğlu için çok karmaşıktır. Uzayda insan kocaman bir kütüphânedeki minicik bir çocuğa benzer, çocuk oradaki kitapların yazıldığı bin-bir çeşit dili anlamaz, nasıl yazıldığını da anlamaz, dikkatini çeken şey o kitapların karmaşık dizilişindeki âhenktir ve insan-oğlu da uzayın âhengini çözmeye çalışabilir ancak” der.
 
Nazzam; “kümûn” ve “burûz” dediği bir kuram geliştirmiştir. Buna göre; doğada meydana gelen her şey gizil olanın ortaya çıkmasıdır; ki o gizil olanda, olmuş ve olacak olan her-şey mevcuttur. Gizil olandan açığa çıkmaktadır her şey. Buna göre her-şeyin meydana gelişi de bir-anda ve birden-bire olmuştur. Olaylar, meydana gelen şeyler bu birden-bire meydana gelmiş olanın perdelerinin kalkmasıdır.  

Ünlü zihin felsefecisi Searle, maddeci geleneğin (bir-çok açıdan Searle’ün kendisi de bu geleneğin içinde olmasına rağmen) ‘bilim’ ile özdeşleştirilmesinin yol açtığı hatâlardan yakınarak şöyle demektedir:

“Çağdaş zihin felsefesinde, târihsel gelenek, yanlışlığı çok açık olan hipotezleri kabûl edilebilir gösteren bir yöntem ve bir kelime hazinesi sunarak deneyimlerimizin apaçık olgularına karşı bizi kör ediyor”.

Bilimsel realizmi savunan bir-çok kişi de bilimsel teorilerin hatâlı bir şekilde tasarlanabileceğini kabûl etmişlerdir.
               
Peki siz hiç Büyük Patlama Teorisi’ne yanlışlanabilir diyeni duydunuz mu? Tabî ki bir zaman gelir, “yanlıştır” diyen de çıkar.

Yunus Çengel:

“Parçacık fiziği teorileri, evrenin ilk oluşum aşamalarında madde ve karşı-maddenin aynı miktarda olmasını gerektirir. Ama bugün karşı-madde yok denecek kadar azdır ve bu madde-karşı-madde dengesizliği bir muamma olmaya devam etmektedir.

Evrendeki tüm maddenin %80’i karanlık maddedir ve karanlık maddenin en muhtemel temel yapı-taşı adayı evreni dolduran gölgemsi madde parçacığı olan nötrinodur. Yâni içinde yaşadığımız evrenin büyük kısmı fizîken değil “ilmen” mevcuttur. Ayrıca, zaman ve mekân madde yüzünden vardır. Yoksa madde, zaman ve mekânda var olan bir şey değildir.

İlmin önemli bir kaynağı da kâlbe doğan ilhamdır. Ön-sezi, 6. his, ve iç-güdü ilmin akıl yerine kâlbe yansımalarıdır. Bir şeyi anlamak, ancak onun maddesiyle berâber mânâsını da anlamakla mümkündür. Günümüz bilim-Dünyâsının da ciddî bir saplantısı, her-şeyin kaynağının madde veya onun eş-değeri enerji olduğu ön-kabulüdür. Bu da bilimde tıkanmalara ve çıkmazlara yol açmaktadır.

Bilim Dünyâsı, bu tür yaklaşımlara alışkanlıkların getirdiği ön-yargı ile değil, açık yüreklilikle ve objektif olarak bakmalıdır. Unutulmamalıdır ki bilim târihinde en büyük açılımlar, en “uçuk” fikirlerden çıkmıştır. Bilim târihine bakıldığında, bilim-dünyâsındaki en büyük açılımların “alışılmışın dışında” yaklaşımların sonunda gerçekleştiğini görürüz. Einstein’in bir asır evvel klâsik mekaniğin katı kurallarından sıyrılıp izâfiyet teorisini kurması gibi” der.

Levi-Strauss:

“Herkesin bir şeyi doğru kabûl etmesi, onu doğru yapmaz. Dünyâ’da dâima karşıt fikirlere ihtiyaç vardır”.

C. D. Darlington:

Bize insanoğlunun sanatı kademe-kademe geliştirdiği ve sonunda târihin ışığında ortaya çıktığı anlatıldı. Bu "YAVAŞ-YAVAŞ" ve "ADIM-ADIM" gibi insanın beynini uyuşturmak için kullanılan kelimeler sürekli olarak tekrarlandılar. Amaç büyük bir bilgisizliği örtmekti. Biri şu soruyu sormalıydı: Hangi kademeler? Ancak bu soruyu soran kişi de verilen yavan cevaplarla uyuşturuldu ve vaz-geçti. Çünkü hiç kimse medeniyetin bir-anda oluştuğunu düşünmek bile istemiyordu”.

Caner Taslaman:

“Doğa yasaları, ‘kendi içinde evreni’ kısmen temsil ederler; doğa yasaları gerçeğe bir yakınlaşmadır, ama tam olarak gerçeğin resmini vermezler”.

Niels Bohr:

“Bu-günün bilimi yarının mitosudur” der.

Yanlışlama (falsification) metodunu felsefesinin temeli yapmış olan düşünür Karl R. Popper’dir. Buna göre, bilimlerin önermelerinin sağlamlığı “doğrulama” metodu ile değil, “yanlışlama” metodu ile bulunabilir. Tüm önermeler yanlışlamaya tabi-tutulmalı, yanlışlanabilen önermeler elenmeli, yanlışlanamayan bilimsel önermeler kabûl edilmelidir. Bilimsel bilgi, doğruların biriktirilmesi ile değil, yanlışların ayıklanması ile ilerleyebilir. Yoksa tüme-varımcı bir yaklaşımla ortaya atılan ve dâima çürütülebilir olan bir-takım hipotezler zamanla bilim olur çıkar.

ÂLİMLER NE DİYOR

İbn-i Teymiye:

“Duyu organları ve tecrübelerle öğrenilen bilgiler “külli”-“gene” olamazlar” der.

Şehit Seyyid Kutub, Fizilâl-il Kur’ân’da, ilim ve mâhiyeti hakkında bakın nasıl bilgiler veriyor ve yorumlar yapıyor:

“Amerikalı çağdaş bir bilgin, "bilim"in ulaştığı "gerçek"lerden, özetle şöyle söz etmektedir:

"Bilimler deneyle saptanmış gerçeklerdir. Bununla berâber; değerlendirmesinde, nitelendirme ve sonuçlandırmasında titizlikten uzak olduğu oranda insanın hayâl ve kuruntularından etkilenir. Bilimsel sonuçlar bu sınırlar içinde kabûl görmektedir. Oysa bu hâliyle nitelendirme ve bilgi açısından sayıların alanıyla sınırlanmış oluyor. İhtimâllerle başlayıp, ihtimâllerle sonuçlanıyor. Hiç-bir zaman kesinlik ifâde etmemiş oluyor. Dolayısıyla bilimsel sonuçlar yaklaşık sonuçlardır. Her-zaman için ölçü ve yaklaşımlarda bir çabanın ürünü sonuçlar da, olabilen muhtemel yanlışlıklara açıktır. Ekleme ya da çıkarma şeklinde değişime uğrayabilirler. Bu yüzden nihaî gerçekler değildirler. Tabiat kanunlarından birini ortaya çıkaran ya da bir teori ortaya atan bir bilginin şöyle dediğini görebiliyoruz: "Bu, şu-ana kadar elde ettiğimiz sonuçlardır." Böylece ilerde olabilecek değişikliklere kapıyı açık bırakıyor."

Bu sözler, bilimin ulaştığı ve ulaşabileceği tüm sonuçların gerçek mâhiyetini özetlemektedir. "İnsan" sınırlı yöntemleri, hattâ öncesizlik ve sonrasızlığa oranla sınırlı olan varlığıyla, bu sonuçlara ulaşmaya çabaladığından, kaçınılmaz olarak varılan bu sonuçlar, insanın mührünü taşıyacaktır. Bunun sonucu olarak da kısa süreli olmak, yanlış ve doğruya ve iptal edilip değiştirilmeye açık olmak gibi insanınkine benzer özelliklere açık olacaktır.

Bununla berâber, insanın her-hangi bir sonuca varmak için baş-vurduğu yöntemler, deney ve karşılaştırmadır. İnsan önce deneye başvuruyor. Sonra da deneyle ulaştığı bu sonucu karşılaştırma yoluyla genelleştiriyor. Oysa bilim ve bilim-adamlarının itiraflarıyla; karşılaştırma, tahmîni sonuçlara ulaştıran bir yöntemdir. Hiçbir zaman kesin ve nihaî sonuçlara götürmesi düşünülemez. Diğer yöntem ise, insan için o kadar kolay bir yöntem değildir. Sâdece kesin sonuçlara ulaştıran yöntemlerden bir tanesidir. Allah'ın insanlara yönelik yol göstericiliği ve açıklaması olmazsa, insanı kesin, gerçek ve tartışmasız sonuca ulaştıran bir yol olma vasfını koruyamaz. Bu nedenle, Allah'ın bildirdiklerinin dışında insanın tüm bilgisi, hiç-bir zaman kesinlik kazanmayan zanna dayalı bir bilgi olarak kalacaktır.

Bununla berâber insan, ulaştığı bu zanna dayalı bilgilerinin ötesinde çepeçevre bir "gayb" atmosferiyle kuşatılmıştır.

Çevresindeki bu evren... Evet, insan halâ çevresindeki bu evrenin kaynağı, oluşumu, mâhiyeti, hareketleri; "zaman" ve mâhiyeti, "mekân" ve onun "zaman"la olan ilgisi ve evrende yer alan her şeyin "zaman" ve "mekân"la olan ilişkisi hakkında varsayımlar ve kuramlar geliştirip durmaktadır.

Şâyet evren "fikir" ve genel anlamda "enerji"nin mâhiyetinden farklı bir mâhiyete sâhipse, nedir hayat? Kaynağı nedir? Nasıl oluşmuştur? Ne tür bir mâhiyete sâhiptir? Hareket çizgisi nasıldır? Kendisini etkileyen unsurlar nelerdir? Şu “maddi” varlıkla ne tür bir ilişkisi vardır?
 
“İnsanın kendisi nedir? Onu “madde”den farklı kılan nedir? Geri kalan canlılardan ne gibi bir ayrıcalığa sâhiptir? Şu yer-yüzüne nasıl gelmiştir ve ona nasıl egemen olmuştur? Kendisine bir ayrıcalık kazandıran ve onun sâyesinde başka şeyler üzerinde tasarruf yetkisine sâhip olduğu “akıl” nedir? Öldükten ve yok olduktan sonra ne olacaktır?

Bizzat insanın bünyesinde her-an olup-biten analizler ve bileşimler neyin nesidir ve nasıl meydana geliyor?

Tüm bunlar “gayb”ın alanıdır. Bilim ise kenarında durmaktadır. Zan ve tercih yoluyla da olsa, kimi zaman içine dalacak gibi oluyor sâdece. Her ne kadar ileri sürülen görüşler, varsayım ve ihtimâllerden öteye geçmiyorsa da.

Bu çağda çok azı dışında bilimin bizzat ilgilenmediği ilâhlık gerçeği, melek, cin ve Allah'tan başka kimsenin bilmediği yaratıklara ilişkin gerçekleri, ölüm, âhiret, hesap ve ceza konusundaki gerçekleri bir kenara bıraksak... Evet bir-an için tüm bunları bir kenara bıraksak bile yakınımızdaki “gayb” yeterlidir. Bu gayb karşısında bilim, teslim olmuş bir tavır takınmaktadır. Demagojiyi bilgiye, büyüklenmeyi samîmiyete yeğleyenlerden başkası bu tavrı takınmaktan kaçınmaz”.

Kur’ân’ın doğruluğu ile, bilimsel doğruların! karşılaştırması hakkında ise şunları söylüyor…

"Bilimsel" denen teorileri Kur’ân'ın âyetlerini doğrulamak için kanıt olarak kullanmamız doğru değildir. Hatta âyetlerin zorlamasız anlamları ile bu teoriler uyuşsa; bağdaşsa da bu doğrulama girişimi yine de yanlıştır. Çünkü "bilimsel" teoriler sürekli değişme, baş-aşağı dönmeye açıktırlar. Bilginler ne zaman yeni bir “hipotez” bulurlar da bu yeni hipotezin evrensel olguları açıklamada eski teorinin dayanağı olan hipotezden daha yararlı olduğu kanısına varırlarsa, ön-sezileri ile bu sonuca ulaşırlarsa eldeki teorileri bir kenara bırakırlar.

Oysa Kur’ân âyetleri özleri îtibarı ile doğrudurlar. Onların anlattıkları gerçeğe ilmi araştırmalar ister ermiş olsunlar, ister ermemiş olsunlar fark-etmez. Ayrıca bilimsel gerçek ile bilimsel teori arasında da fark vardır. Bilimsel gerçek, her zaman için ihtimâlî bir nitelik taşır, kesinlik ifâde etmez, ama denenmeye dâima açıktır. Oysa bilimsel teori, bir yada bir-kaç evrensel olguyu açıklayan bir hipoteze dayanır ve bu hipotez değişmeye, başkasına yerini bırakmaya, baş-aşağı dönmeye her zaman için açıktır. Bundan dolayı ne Kur’ân, hipoteze dayandırılabilir ve ne de Kur’ân'ın âyetlerine dayalı hipotezler ortaya atılabilir. Hipotezin yolu, Kur’ân'ın yolundan, onun yararlılık alanı, Kur’ân'ın etki alanından başkadır.

Kur’ân'ın âyetleri konusunda "bilimsel" teorilerin onayını aramak psikolojik bir bozgundur. Kur’ân'a yönelik îmanın, içinde ne varsa hepsinin doğru olduğuna, her işi yerinde ve her-şeyden haberdar olan Allah tarafından gönderildiğine ilişkin kesin inancın ciddiyetinden şüphe ettirir. Bu psikolojik bozgun "bilim" tarafından baştan çıkarılmanın, ona doğal alanı aşacak oranda büyük yetki tanımanın sonucudur. Oysa bilime, ancak kendi alanında güvenilebilir, ancak bu alandaki sözleri onaylanabilir. Buna göre kim Kur’ân'ı "bilim"le bağdaştırmak yolu ile bu yüce kitaba ve bu inanç sistemine hizmet ettiğini ve îmanı pekiştirdiğini sanıyorsa, bu tür bir psikolojik bozgunun vicdânındaki ayak seslerini farketmelidir. Pekişmek, yerine oturmak için insan-kaynaklı bilimin söyleyeceği sözü bekleyen îman, gözden geçirilmesi gereken bir îmandır. Kur’ân, asıldır. Bilimsel teoriler ister ona uyarlar, ister ters düşerler, fark-etmez”.

Seyyid Kutub, vahyin ve insan/beşer’in anlayış karşılaştırmalarını şöyle yapıyor…

“Kur’ân'ın sunuş metodu her şeyden önce, "hakîkati gerçek âlemde bütün açılarıyla, bütün yönleriyle ve bütün ilişkileri ve bütün gereklilikleriyle takdim etmesi sebepiyle diğer metodlardan üstün ve farklıdır. (İnsanın anlatım gücü ise bu seviyeye varamaz. Çünkü her yazar belli bir seviyedeki insanlara hitâb eder. Bu seviyenin dışındakiler ise hemen-hemen onu anlayamazlar) Metod, bu kapsamıyla hakîkati zorlaştırmaz ve etrafını sis ile kapatmaz. Tam-tersine onu insan varlığının bütün düzeylerine anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet olsun diye, bu düşüncenin esaslarını belli bir ilmî seviye kaydına bağlamamıştır. Çünkü inanç, insan hayâtının baş-ihtiyâcıdır. Akıl ve kâlplerinde kurulacak düşünce, onların varlık âlemiyle ilgi alanını belirleyecektir. Aynı-zamanda, her-hangi bir ilmi elde etmenin yolunu belirleyecektir. Bu sebeple Allah bu inancı anlamayı, her-hangi bir ön-bilgiye veya başka bir sebebe bağlı kılmamıştır. Allah, inançtan oluşacak düşüncenin, beşerin ilim ve bilgisini desteklemesini ve kemâle erdirmesini istemektedir. Bu inancın, çevrelerindeki kâinâtı düşünme ve açıklama rehberi olmasıyla birlikte; ilimlerinin ve bilgilerinin kendisinden başka hak ve kesin bilginin bulunmadığı gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını istemektedir. Bundan dolayı yüce Allah, inançtan kaynaklanan düşüncenin, beşeriyetin ilim ve bilgi kaynağı olmasını istemektedir.

İnsanın bu kaynağın dışında elde ettiği ve ulaştığı her sonuç ve her şey zannî bir bilgi ve kesin olmayan ihtimâlli sonuçlardır. Hattâ deneysel bilim de buna dâhildir. Çünkü deneysel bilimin metodu kıyastır. Araştırma ve inceleme tümden-gelim (dedüksiyon) ve tüme-varım (endüksiyon) yöntemleri araştırması ve incelemesi kolay değildir. Beşerin elde ettiği sonuç ve hükümlerin doğru kabûl edilmesi hâlinde durum budur. İlmin en yüksek mertebesi, bir-çok deneyden sonra elde edeceği netîceler üzerinde kıyaslama yapmaktır. İlmin kendisi de, bunun gibi kıyaslardan elde edilen bulguların kesin olmadığını ve zannî olduğunu kabûl etmektedir. Üstelik her deney başlı-başına ihtimâllerden birinin tercih edilmesi esasına dayanır. Yâni kesin ve tartışmasız değildir. İnsanın elde edebileceği tek kesin ilim, her şeyi çok iyi bilen ve her şeyden haberdar olan bilgi ve haber sâhibinden gelen ilimdir. O'nun zikrettiği her şey haktır ve O, her şeyde hüküm verenlerin en üstünüdür. (Bu nedenle Kur’ân metodunun sunduğu bu gerçeği insanın bünyesi kabûl eder, onun bir ayrıcalığı olduğunu hisseder. Diğer kaynaklardan aldığı hiçbir anlatımda böylesine bir ağırlıkla karşılaşmaz. Bu da, konuları ele alış yönünden de mûcize olan Kur’ân'ın sırlarından biridir.)

Bütün ilmi araştırmalar, felsefî düşünceler ve sanatsal ilhamlarda karşılaşılan kopukluk, dağınıklık ve bunlar eksikliklerden münezzeh olmadığı için, Kur’ânî metod diğerlerinden farklı ve üstündür. Beşeri metodların yaptığı gibi güzel ve uyumlu olan bütününün bir yönünü alıp, diğerlerinden ayırmaz. Dünyâ âlemini âhiret âlemine bağlayan bir akış içinde, bütünün her yönünü birden gözler-önüne serer. Bu akış içinde kâinât, insan ve hayat gerçekleri, ilâhi gerçek ile bütünleşir. Yer-yüzündeki insan hayâtı, rakîbi veya taklidi mümkün olmayan bir üslup içinde yaşayarak yücelikler âlemindeki hayatla birleşir. Beşerî metodlar bu konuları taklit etmeye çabaladığında gerçekler karışık, meçhul, anlaşılmaz ve dağınık olarak görünür. Bunlarda üslup, açık ve belirgin olmadığı gibi, Kur’ânî metodda olduğu gibi düzenli de değildir.

Aliya İzzetbegoviç:

“Modern insanın dar-kafalılığı en fazla, “her şeyin anlaşılabilir olduğu” kanaâtinde kendini gösteriyor. Akıllılığı, bilgisi ve bilgi olarak telâkki ettiği bilgisizliğinin bir toplamıdır. En büyük sır karşısında bile kendini-beğenmiş ve mağrur davranıyor. O, muammayı görmez. Oysa, asıl burada bilgisizliliğinin ve peşin hükümlerinin ne derece müthiş olduğu belli olur. Kırlangıçlar sonbaharda Avrupa’dan Afrika’nın uzak bölgelerine göç ederler ve ilkbaharda döndüklerinde bırakmış oldukları yuvaları tekrar bulurlar. Göç etmelerinin lâzım olduğunu ve hareket zamânını nasıl biliyorlar? ...“İç-güdü sâyesinde”. …Kabahat bu boş cevapta değildir. Kabahat, karşımızdaki adamın hiç olmazsa bir cevap verdiğini zannetmesinde, başka bir ifâde ile, araştırmaların ve hakîkati bulmanın birinci şartı olan muammayı reddetmesindendir. Genel görelilik teorisini, başkalarına her şeyin açık olduğu bir sahada Einstein’ın muamma görmüş olması gerçeğine borçluyuz. Bu tip insan hiçbir yerde muamma, sır görmez; hayret etmez, hayranlık duymaz, bilinmeyenden korkmaz, yâni ruhla yaşamaz. Bir problem buna rağmen ortaya çıktığı zaman, ona ad verir ve problem bununla çözümlendi diye kendini aldatmaya devam eder. Böyle isimlendirmeler, meselâ, iç-güdü, maddenin yüksek seviyede kendi-kendini organize etmesi, yüksek derecede teşkilatlanmış maddenin karmaşık görüntüleri gibi ifâdelerdir. Yalnızca ilim-adamları sâyesinde hayâtı anlamak mümkün değildir. Çünkü hayat fenomen olduğu kadar mûcizedir de. “Ağaç beni o kadar hayrete düşürüyor ki ona hayran oluyorum.” Ressam Jean Dubuffet böyle diyor. Hayâtı kavramak ve anlamak için tek yol hayret ve hayranlık olsa gerek” der.

Max Planck; “Hiç-bir şeyden hayret duymayacak duruma gelmiş insan, yalnızca düşünmeyi büsbütün unutmuş olduğunu gösterir” diyerek evrenin işleyişindeki düzene hayret nazarıyla yönelmemizi ister.

Kâinât ancak “hikmet” ile çözülür. Hikmet ehlinin durumu bilim-adamının işine benzemez. Ali Şeriati:

“Bilgin; insanın ferâgatine, nasiplenmesine, güçlenmesine, güvenliğine ve saadetine imkân hazırlayan, yönlendiren ve açıklayan kimsedir, sonuçta gerçeklikleri keşfetmektedir. Fakat aydın, gerçeği göstermektedir. Bilgin “bu böyledir” demekte, aydın/âlim, “böyle olması gerekir demektedir”, öyle de olmaktadır. Bilgin yol için veya kaybolmamak için ışık yapar, aydın yolu gösterir, seferi gösterip yolun konaklarını gösterir, kendisi kervanın öncüsüdür. İşte bu yüzden bilgin, zaman-zaman cehâletin ve zulmün elinde âlet olmaktadır. Ama aydın, zâten ve zorunlu olarak karanlığı ve zulmü inkar eden kimsedir. Çünkü bilim güç, aydınlık nurdur.

Kur’ân'da ve İslâm kültüründe “hikmet” bu anlamdadır. Her ne zaman ilimden söz edilse, bundan kasıt teknik, bilimsel ve felsefî bilgiler değildir. Ne din-bilgininin oluşturduğu fıkıh, usûl, hadis, sîret, tefsir, ahlâk, ilâhiyat gibi dînî bilgiler, ne de tabî veya insâni bilimler, bilginin kurduğu fizik, tıp, toplum-bilim, edebiyat, ruh-bilim gibi dünyevî bilimler değildir. Çünkü her ikisi de uzmanlık bilgilerinden ve kültürel bilgiden oluşan birer derlemedir. Bunların belirli bir dönem boyunca, özel bir eğitim sisteminde, öğrenci adında özel kişilere öğretilmeleri gerekir. Gerçi bu dînî ya da din-dışı bilgiler, o aydınca öz-bilince yardım edebilirler, bu bilgi ve birikimler aydın için önemli bir sermâye ve değerli bir silah olabilir. Ama bunlar tek-başlarına aydınlık ve öz-bilinçlik değillerdir, İslâm’da kendisine dayanılan bilim, insana özgü bir bilgi, vicdâni bir görüş, ilâhi bir aydınlıktır. “İlim Allah'ın kimi dilerse onun gönlüne koyduğu bir ışıktır”. Bu nur ve görüş kazandıran ilim, karanlığı aydınlatan ve yola kılavuz olan ilimdir. Bu ilim “ilâhi nur”dur. İnsâni sorumluluk doğurucudur. Fizik, kimyâ, edebiyat, fıkıh, usûl veya kelâm değildir. Bu sorumluluk doğuran, îman oluşturan bir bilgidir. Ebu Zer'de olan, İbn-i Sinâ ve Molla Sadra'da olmayan şeydir bu. İşte bu yüzden bâzen bir okumamış, toplumunun içinde zuhûr eder, toplumu bir hedefe sürükler, dermansız kalmış toplumuna enerji verir. Bâzen de öyle bilginler görürüz ki, insanda bir hareket, değişme, bilinç ve bir ideâl oluşturmak, toplumun vicdânında hareket olmasına sebep olurlar” der.

Ali Şeriati:

“Bizim (mü’minin) dünyâ-görüşümüz Batılı dünyâ-görüşü gibi salt akla dayanan ruhsuz, coşkusuz ve mâneviyâtsız bir dünyâ-görüşü değildir. Gerçekle doğrudan ilişki içindedir. Ateşin yanma formülünü keşfetme değil, ateşin kendisinde yanmaktır bizim dünyâ-görüşümüz. Evrenle birleşen ve varlığın ruhuna eren insanın tabiat içindeki yaşamıdır. Veya tabiatın ve yaşamın, insanın vücut derinliğinde sürmesidir. Kısaca, “sonlu küçüğün” “sonsuz büyüğün” karşısında O'na doğru mıknatıs gibi çekilmesidir. Victor Hugo'nun da dediği gibi, “işte namaz budur.”

Bu bir bilim değildir, yâni görünen fenomenleri bilmek veya “meşhûd”u (tanık olunup durulanları) keşfetmek değildir; varlığın azâmeti ve tabiatın güzelliği karşısında düşülen bir şaşkınlıktır bu, bir hayret ifâdesidir. Sonunda kâlbimizi kırıp, kafesten dışarı fırlayarak havalanmak ve gerçek hayâta, âlemleri elinde tutan ve ruhun, şu büyük tabiat güzelliğinin irâdesini yansıttığı Allah'a doğru kanat açmaktır. Teorik bir bilim, zevksiz ve boş akıl okumaları değildir bu. Varlığın sırlarını aydınlatan, yakıcı ve yaratıcı bir bilimdir. Bir bilim ki, insanı bu Dünyâ’dan başka bir Dünyâ’ya ve başka bir yaratılışa bağlar.

Bu bilgi renklerle oyalanıp, fenomenleri araştırmada şaşkınlığa kapılmaz ve felsefî bir gurura kapılarak, yararsız bilgiler içinde bocalayıp durmaz. O haberci değil, söz-sâhibi olan bilgidir. Ekmek kuponu veren bilimle, ruh veren bilim; güç peşinde koşan bilimle, ışık saçmak isteyen bilim; insanı maddî doyuma götüren, fenomenlerin dış-yüzünü tanıtan ilişkileri belirlemekten öte gitmeyen bilimle, gerçeğe götüren, değer ve özgürlük yaratan, takvâ ile nefis terbiyesini marâzî duyuların yerine koyarak insanı olgunlaştıran bilim; satılık ve oportünist teknolojinin parayla ilişkisinden bir piç meydana getiren bilimle, karanlıkları aydınlatan, insanlığa mânevî ufuklarda uçması için kanat taktıran ve insanı mi'râca, Allah'ın arşına, gerçeğe, hayra, güzelliğe, tamlığa, kurtuluşa ve doğruya götürüp, onu Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmış bir insanlık yapan bilim arasındaki farkı ve zıtlaşmayı görmemeye imkân var mı? O insan ki, tabiatı bir âyetler toplamı olarak görür, zamânın ve mekânın sırlarını kavrar” der.

Mustafa İslamoğlu:

“Bugün bir yığın zorlamalarla bilime adapte ettiğimiz nas, o bilimsel teori yarın değişikliğe uğradığında, kullanılmış ve atılmış olacaktır”.

Big-Bang Teorisi’ne yazar Mehmet Alagaş’ın yaptığı yorum şöyledir:

“Bu teori ile Kur’ân-ı Kerim'de beyân edilen “Yerler ve gökler bitişik iken Allah onları ayırdı ve du­man hâlinde olan göğe yöneldi” buyruğu birbiriyle örtüştüğü için, bâzı çevreler bu bilimsel teorinin ışığında ilâhi vahyin doğrulandığını düşünmekte ve bu teoriye sımsıkı sarılmaktadırlar. Oysa her-hangi bir bilimsel te­orinin, bâzı boyutlarda ilâhi vahiy ile örtüşmesi, ilâhi vahyin doğruluğuna değil; söz-konusu bilimsel teorinin bu gibi boyutlarda kısmî olarak doğruluğa yaklaştığına işârettir. Çünkü hak ve gerçek olan İlâhi vahiy, bilim­selliğin karşısında ölçülecek bir nesne değil, ölçünün ta kendisidir.

Ayrıca şu husûsa da dikkat edilmelidir ki Big-Bang Teorisi, hak olan gerçeği arama kaygısıyla gün­deme getirilen bir teori değildir. Uzun asırlardır Allah'a inanmamak için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur ara­yan insanlar, bu teoriye sarılarak yerlerin ve göklerin yaratılışına bir açıklama getirebilme gayretindedirler. Sözü edilen bu teoriye göre yerler, gökler ve bütün bunları içine alan mekân yok iken bir şey patlamış ve yokluk içindeki bu patlama ile yerleri ve gökleri içine alan böyle bir mekân açılmıştır”.

“O yokluk içinde patlayan şey neymiş?” sorusuna:

“O patlayan şeyin ne olduğu, kendiliğinden nasıl varolduğu, nasıl patladığı ve bu patlamayla yerleri ve gökleri içine alan böyle bir mekânın öyle bir yokluk içinde nasıl açıldığı hiç cevaplanmıyor ve hiç-bir zaman da cevaplanamaz. Çünkü bir yaratıcı olarak Allah'ı dikkate almayan bu teori, ispatlanması müm­kün olmayan bir teoridir. Binlerce yıldır yegâne yaratı­cı olan Allah'ı inkâr edebilmek için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur arayan insanlar, bu gibi sapık görüşleri­ni hiç-bir zaman kanıtlayamayacaklardır. Çünkü bunu kanıtlayabilmeleri için, mutlaka ve mutlaka şu iki şey­den birisini bulmaları gerekecektir: Ya kendiliğinden vâr-olabilecek bir madde, ya da Allah'ın dışında bu maddeyi yoktan vâr-edebilecek yaratıcı bir güç!. Kendi olmadan, kendiliğinden vâr-olabilecek bir maddeyi bu­lamayacakları âşikardır. Bu maddeyi yoktan vâr-edebi­lecek Yaratıcı bir güç aradıklarında ise karşılarına Allah'dan başka bir İlâh, Allah'dan başka bir Yaratıcı çıkmayacaktır. Çünkü Allah'tan başka hiç-bir şeyde “Ben vâr-olma nedenine muhtaç değilim ve diğer her şeyi ben yarattım” gücü ve iddiası yoktur.

Allah Celle Celâluhu duman hâlinde olan göğe yö­nelerek, göklere ve yere “isteyerek veya istemeyerek emrime gelin” buyurdu. Bu ilâhi buyruk karşısında yer ve gökler “isteyerek geldik” cevâbını verdiler.

Hiç kuşkusuz ki yer ve gökler birbirinden ayrıldığı zaman, Big-Bang yâni “büyük patlama teorisi”ni savunanların zannettiği gibi kendiliklerinden böylesine muhteşem bir nizâma gel­mediler ve gelemezlerdi. Bu nedenle Allah Celle Celâ­luhu, yerleri ve gökleri yaratmazdan önce, yerlerin ve göklerin nasıl bir âhenk, nasıl bir nizam ve nasıl bir ih­tişâm içinde olması gerektiğini belirlemiş yâni takdîr etmişti. Dolayısıyla yerler ve gökler birbirinden ayrıldı­ğı zaman Rabbimizin henüz bir duman hâlinde olan göğe yönelmesi, yere ve göğe bu emri vermesi, yerle­rin ve göklerin söz-konusu âhenk ve nizâma gelmesi içindi. Nitekim onlar da ilâhi emri bu şekilde anlamış­lar ve “isteyerek geldik” cevabını vererek, bu-gün de gözlemediğimiz bu muhteşem yapıya ve nizâma gel­mişlerdir”.

“Allah yer-yüzünü milyarlarca yıl önce yaratmış değil mi? Çünkü bilim-adamlarının açıklama­ları böyle” sorusunu da:

“Bilmiyorum; belki bilim-adamlarının tah­mîninden çok daha fazla, belki de çok daha az, bilmi­yorum. Ama bu tespitlerin bilimsel olduğu söyleniyor!. Bilimin bu konudaki yaklaşımı, bâzı maddelerin kaç yılda oluşabileceğinden hareketle ileri sürdükleri zan ve tahminlerdir. Ancak söz-konusu bilim-adamları maddenin bu oluşumunu dikkate alırlarken, ne yazık ki her şeye kâdir olan Allah'ı ve ilk-yaratılışı hiç dikkate almıyorlar.

Meselâ karbon testiyle inceledikleri bâzı maddele­ri bir kenara bırakıp, basit bir örnek olarak ceviz ağacını ele alalım. Bilim-adamları bir ceviz ağacını görüp, onun gövde yapısını ve gövdedeki dâiremsi halkaları inceledikleri zaman, “ceviz ağacının bu duruma gele­bilmesi yüz yıl ister” diyerek, söz-konusu ağacın yakla­şık yaşını hesaplıyorlar. Yerin ve göklerin ilk yaratılışın­dan sonraki dönemler için böylesi hesaplar elbetteki doğrudur. Ancak ilk yaratılış için böylesi hesaplar ya­pılamaz. Dünyâ’daki ilk ceviz ağacına da aynı ölçüyle yaklaşan günümüz bilim-adamları, ilk yaratılışı ne sanı­yorlar ki!. Allah önce bir ceviz yarattı, sonra onu top­rağa dikerek ve uzun yıllar sulayarak büyümesini mi bekledi!. Oysa karşımızda ceviz ağacı yetiştiren bir çift­çi değil, bu ağacı yoktan yaratan Allah vardır. Ve her şeye kâdir olan Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sâdece “ol” der ve o da oluverir. Söz-konusu di­ğer bütün maddelerin de ilk oluşumu bu ilâhi gerçek­liğin içine girer. Allah'ın “Ol” emri karşısında; “Ya Rabbi bizim olmamız için milyon yıl, milyar yıl gerekir” diye bir cevap vermez, veremez bu maddeler. Allah “ol” der, onlar da hemen oluverir. Dolayısıyla yaratıl­mış bütün maddeleri bu ilâhi gerçekliğin içine aldığı­mız zaman, Dünyâ’nın veya kâinâtın yaşı hakkında söy­lenebilecek en doğru söz “Alllahuâlem” yâni “Allah bilir” olacaktır” diye yanıtlar.

“Onlar, O’nun ilminden, O’nun dilediğinden başka hiç-bir şeyi kavrayamaz” (Bakara 255).
                                                                                                                                      
Muhammed Esed:

“Aklımız, yapılış karakteri îcâbı, "küllî oluş" fikrini kavrayamaz. Biz ancak, her-şeyin teferruâtını (nasıl ve nice olduğunu) anlayabiliyoruz. Fakat sonsuzu, ebedî ve ezelîyi, hattâ hayâtı bilemiyoruz” der.

Fakat bu yaratmaların niceliği Allah’sız bilimin değil, Allah’la birlikte olan bir bilimin işidir. Modern bilim ise bu işe Allah’ı karıştırmıyor. Ve bu nedenle de yanlış sonuçlara varıyor. Kur’ân’ın sunduğu bilinci hiç hesâba katmıyor. Bu nedenle yargıları yanlıştır. Yanlış olmak zorundadır.

İhsan Eliaçık:

“Bütün yaratılış Allah tarafından yaratılmadır. Akıp giden zamânın yâni yaratılış sürecinin (dehr) her aşamasında O’nun yaratışı söz-konusudur ve bu yaratma hâlen devam etmektedir. Bunun nasıl olduğu, nerede ne zaman olduğunun araştırılması ise bilimin işidir. Kur’ân burada bir bilinç aşılıyor. Tüm yaratma Allah iledir, bunu sakın unutmayın” diyor.
                                                                                                                                      
S. Hüseyin Nasr İslâm’i bir bilim dilini şu şekilde kullanır:

“İslâm’i bilimlerin gâyesi, mevcûdatın birliğini, karşılıklı bağımlılığını göstererek, insan-oğluna kozmostaki birlikten ilâhi ilke birliğine götürmektir. Tabiat, sembollerle örülü bir metindir ve bu anlamıyla okunmalıdır. Kur’ân, bu metnin kelimelerle örülmüş olanıdır. Tıpkı tabiattaki olgular gibi onda da âyetler/işâretler vardır. Hem tabiat hem de Kur’ân, Allah’ın tecellisine ve ona ibâdete işaret eder”.

Muhammed Esed:

“Beşerî bilgi, ebediyyen yetersiz kalmaya mahkum olduğundan, insan, ilâhî vahyin yardımı olmaksızın hayatta izleyeceği yolu bulamaz” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“Ne insan Darwin’e göre, ne de kâinât Newton’a göre biçimlendirilmiştir”  der.

Saadettin Merdin:

“Hayâl kurmak güzeldir! Realist olmak ise, daha güzeldir” der.

BİG-BANG AFORİZMALARI

Big-Bang Teorisi “tesâdüfler” üzerine kurulmuştur. İslâm’da ise tesâdüflere yer yoktur. Her-şey bir plana göre, bir ölçüye göre belirlenmiştir.

Big-Bang bilimsel değil, ideolojik bir veridir.

Big-Bang maddenin (yoğun enerji) bir açılımı olduğu için maddeden başka bir şey kabûl etmez. Her şeyi madde ile değerlendirir. Materyâlist bir inançtır o yüzden .

Big-Bang materyâlist bir görüştür. Başı-sonu maddedir çünkü. Hume’un “olgusal önermelerden sâdece olgusal önermeler çıkarsanabilir” dediği gibi; bir şeyin nedeninin niteliğinin ne olduğu, sonucunun niteliğinin de o olduğunu gösterir. Tersi de aynı şekildedir. Big-Bang’e göre madde yoğun bir hâlden, seyrek bir hâle geçmiş ve şekil almıştır. Maddeden maddeye bir geçiş/dönüş vardır. Bu nedenle müslümanların ve teistlerin somut Big-Bang teorisini, soyut mânâ ve Allah ile ilgili görmeleri yanlıştır.

Big-Bang teorisi Allah’ın mutlak hakimiyetine güya darbe vurmak için planlanmıştır. (Allah’ın mutlak hâkimiyetine kimse darbe vuramaz. Hattâ dokunamaz bile) Çünkü bu teori insanı zamanla inkâra kadar götürebilecek bir teoridir. Bunu planlayanların tek düşüncesi buydu.

Big-Bang Teorisi kilisenin teorisidir. Kendisine böyle bir teori lazımdı. Îtibârını ancak böyle sürdürebilirdi. Bu sebeple böyle bir spekülasyonu ustalıkla dünyâ gündemine soktu. Evet; Big-Bang Teorisi aslında kiliseyle siyâsetin bir anlaşmasıdır. Böylelikle hem kendilerini meşrû kılmış ve îtibârlarını geri almışlar, hem de birbirlerinin palazlanmasına/ekmeğine yağ sürmesine yardım etmişlerdir. Her ikisi de bu teoriden ! çeşitli şekillerde yararlanmışlardır. Yâni Big-Bang Teorisi politik bir teoridir.

Big-Bang Teorisi “Batı”nın teorisidir. Dünyâyı ellerinde tutmak için uydurulan sac-ayaklarından biridir.

Ahmet Başaran:

“Disiplinler, gökte îmâl edilmiş şeyler değildir. Bunlar Batı’nın içinden çıkmış, onun ideolojisiyle yüklü, “Batılı kabûller”dir” der.

Sömürgenin/sömürgecinin teorisidir.

Big-Bang Teorisi’ne sâdece bir “hipotez” diyebiliriz. Ama hiç-bir zaman doğrulanamayacak bir hipotez.

Bu teori bilimsel bir teori değil, ideolojik ve psikolojik bir hipotezdir.

Bu teori hipotetik (var-sayımsal) bir teoridir.

“Piyasa teorisidir”. Piyasanın teorisi. Bilim piyasasının.

Big-Bang Teorisi materyâlist bir teoridir. Çünkü Big-Bang Teorisi yokluktan varlığa geçişin nasıl olduğunu göstermez; sâdece maddi sürece ayarlıdır.

Dikkat edin! Big-Bang sürecinde yaratılma değil, kendi-kendine vâr-olma düşüncesi hâkimdir. Bu ise vahye terstir.

Big-Bang, sekülerizmin en büyük putlarından biridir.

Big-Bang sâdece bir yorumdur, fakat hatâlı bir yorum.

Big-Bang, Evrim Teorisinin bir uzantısıdır. Evrim teorisinden ve pozitivizmden ilhâm almıştır. Birbirlerini tamamlarlar.

Caner Taslaman bu konuda şöyle der:

“Big-Bang Teorisi ile Evrim Teorisi’nin önemli benzerlikleri bulunmaktadır. Big-Bang Teorisi ile on beş milyar yıl önce başlayan, başlangıcını gözlemleyemediğimiz evrenin meydana gelmesine dâir bir süreç savunulur; Evrim Teorisi ile bir-kaç milyar yıl önce başlayan, başlangıcını gözlemleyemediğimiz, canlıların oluşumuna dâir bir süreç savunulur. Big-Bang Teorisi ile tek noktadaki bir başlangıçtan atomlara, atomlardan toz bulutlarına, toz bulutlarından galaksilere bir evrim gerçekleştiği ileri sürülür. Evrim Teorisi ile moleküllerden tek-hücrelilere, tek-hücrelilerden daha kompleks canlılara bir evrim süreci savunulur”.

Big-Bang bir hurâfedir, bir bidattir. Big-Bang, bâtıl bir inançtır.

Big-Bang Teorisi 20. yy.’da ortaya çıkmış bilimsel bir modadır.

Big-Bang objektif değil, subjektif bir teoridir.

Bu teori teleskop-santrik bir teoridir.

Big-Bang Teorisi bilim falan değildir. Sâdece kendini bilim gibi göstermeye çalışan bilimsel bir doktrindir.

Bu Big-Bang Teorisi, farklı teoriler içinden seçilen, lâik/seküler/kapitâlist vs. düşünce sistemine uygun olarak seçilen/tercih edilen bir teoridir.

Big-Bang, sorgulan(a)mayan aksiyomların bir sonucudur. Bu aksiyomlar (kanıtlanamadığı hâlde doğru kabûl edilen) sezgisel olarak doğru kabûl edilir. Yâni Big-Bang bir sezgidir.

Big-Bang modeli; Einstein’ın matematiğini sadakatle izleyen bir evren modeli.

Big-Bang yâni büyük patlama, işin başlangıcından çok sonuyla ilgilidir. Kıyâmet için daha uygundur.

Big-Bang Teorisi bir paradigmadır. Batı paradigması, seküler paradigma. Yâni bu teori bilim-adamlarının ön-yargılarının bir sonucudur. Big-Bang’in penceresinden ve yine Big-Bang gözlüğü ile bakılan kâinâttan doğal olarak bu sonuç çıkar. Fakat en doğru yaklaşımı hangi gözlükle ve hangi pencereden baktığımız belirler. İşte en doğru yaklaşıma vahyin penceresinden ve vahyin gözlüğü ile baktığımızda -ki bu bakış “doğal bakış”tır- görünen şey: ortalama 10.000 yıllık bir evrendir.

Big-Bang teorisi İslâm’ın teorisi değildir. “Batı”nın teorisidir. Hıristiyanların tahrif edilmiş metinlerine karşı açılmış cephenin geldiği süreçte ortaya atılmış bir “teori”dir.

Big-Bang bir dogmadır.

Big-Bang bir sanrıdır.

Big-Bang Teorisi bilim değildir; bilim-kurgudur.

Big-Bang Teorisi modern bir puttur.

Bu teori bir aksiyom/belit/postulattır. Matematiksel bir postulattır. Yâni doğru olduğu kabûl gören, ancak bunu kanıtlamanın mümkün olmadığı bir önermedir. İspat edilmeye gerek duyulmadan doğru olarak benimsenen/benimsetilmeye çalışılan bir önerme..

Nazarî bir teoridir.

Bu “teori” iyi kurgulanmış “ilginç” bir teori !. Lâkin… doğru değil.

Birilerinin iddia ettiği gibi bu teori insanları Allah’a yakınlaştırmaz/yakınlaştırmıyor, belki de zamanla O’ndan uzaklaştırır.

Big-Bang Teorisi bir romanın konusu olabilir ancak.

Big-Bang süreci, zihnin projeksiyonlarından ibârettir.

Big-Bang Teorisi bir fantezidir. Bir efsânedir. Modern zamânın efsânesi de böyle oluyor işte.

Big-Bang Teorisinin târif ettiği kâinât anlamsız bir kâinâttır.

Bu teori, fikri hür, vicdânı hür kişilerin yaptığı bir önerme değildir.

Big-Bang açıklaması, halk için “açık bir açıklama” değildir.

Big-Bang Teorisi’nin uydurma olduğunu ispatlamaya kalkmak bile gereksizdir. Çünkü her şey ayan-açık belli. Delile gerek yok.

Bu teori “araçsallaştırılmış” bir bilginin/bilimin ürünüdür. İdeolojik bir teoridir. Bir kriz teorisidir. Felsefî/düşünsel yokluktan oluşan bir kriz.

Big-Bang Teorisi bu çağın bir gök-bilim tanımlamasıdır. Zamanla üzerine eklemeler yapılacak ve mevcut açıklama bir-zaman sonra çok farklı bir duruma geleceği için ortaya yeni bir teori atılmak zorunda kalınacak fakat  bu da kâinâtın ilk durumunu açıklamaya yetmeyecektir.

Gaz-toz-toprak-duman içinde ortaya konan bir varsayımdır bu teori. Bu toz-duman ortadan kalkınca geriye “bir-anda yaratılış” kalacaktır.

Bu teori, yağmurdan sonra ortaya çıkan muhteşem renklere sâhip bir gök-kuşağı gibidir, fakat çok kısa bir zaman sonra kaybolacaktır/yalan olacaktır.

Big-Bang Teorisi adından da anlaşılabileceği gibi sâdece bir teoridir. Hakîkat ise başkadır.

Big-Bang bir çeşit “sudur teorisi”dir. Her-şeyin bir şeyden çıkıp tekrar ona döneceği sudur anlayışı.

Big-Bang Teorisi’nin argümanları, kâinâtı açıklamak şöyle dursun, onu daha anlaşılmaz kılıyor ve insanlar onun hakkında cehle düşüyor. Big-Bang, kâinâtı anlamaya perde oluyor, onun hem anlaşılmasını önlüyor, hem de ondaki anlamı yok ediyor. Big-Bâng Teorisi’nden önce kâinat daha anlaşılır, açık ve âyan-beyan idi. Zâten İbn-i Teymiye’nin de dediği gibi: “Apaçık-Bedihi ve basit şeylerin tanıma ihtiyâcı yoktur”.

Kişinin aklı herhangi bir kayıtla zabt-u rabt altına alınmışsa, en basit bilinen şeyleri bile anlayamaz.

Tüm şirkler uzak-tanrı tasavvur ederler. Big-Bang’de insanda uzak-tanrı tasavvurunu doğurduğu için şirktir. 15 milyar yıl uzakta olan bir Allah..

Kâinâtı Allah mı yarattı, Big-Bang mi? 

Big-Bang Teorisi’nin bilimsel yönünün çoğu ile değil ama bâzı felsefî sonuçlarıyla uzlaşabiliriz. Evrenin bir başlangıcı olduğu, zamânın bir başlangıcı olduğu vs. konularında zâten sorun yok.

Big-Bang Teorisi hakîkat değildir. Hakîkat olarak kabûl edilmesi istenilen/dayatılan bir bâtıldır.

Büyük patlama, kâinâtın yaratılışı/başlangıcı ile ilgili değil, sonu/bitişi ile ilgilidir. O patlama, kıyâmetin patlamasıdır.

Kâinâtın “süper teori”si Big-Bang değil, Entropi denilen termodinamiğin 2. kânunudur. Entropi kânunu varken aslında başta Big-Bang olmak üzere başka teorilere de gerek yok.

Son asrın yaratılış hikâyesidir Big-Bang/Büyük Patlama Teorisi. Yeni bir hikâye (hurâfe) yazılana dek okunacak olan.. Big-Bang Teorisi’ni ayakta tutan şey, “kabûl edilmiş” daha iyi bir teorinin olmamasıdır. Olanca tutarsızlığına rağmen yine de iktidârını sürdürüyor.

Bir şeyden bahsediliyor olması, o şeyin mutlakâ var-olması demek değildir. Big-Bang’den bahsediliyor olması, onun var ve gerçek olduğu anlamına gelmez.

Bir tercihe, görüşe, doktirine, ideolojiye göre düşündükleri için vardıkları sonuçlar bir spekülasyondan ileri gidemez.

19. ve 20. yy.ların ideolojileri ancak bu tarzda bir mantık üretebilirlerdi. O dönemlerin Allah’sız ideolojilerine ancak böyle bir “fikir” (Big-Bang) yakışırdı.

Evrenin büyüklüğünü önemsemeyip de, kendi sözde büyüklüklerini ön-plana çıkarmak isteyenlerin oturdukları yerden ortaya attıkları bu teori çökmeye mahkumdur.

İnsanları; “bilim yeni bir şey söyleyene kadar” bu saçmalıkla avutuyorlar/avutacaklar.

Dînin yerine ikâme edilmeye çalışılan bilim, dinleştirilerek dinden kurtulunmak istendi. Fakat -bilim-adamları her ne kadar kabûl etmek istemese de- durum tersini gösteriyor.

Kâinat dışında gezen şuurlu bir varlık bir-anda kâinat ile karşılassaydı ve onu şöyle bir inceleseydi, kâinat için: “Bu yapı bir-anda yaratılmıştır” derdi.

MÛCİZE

"Orada Zekeriyya, Rabbine duâ etti; “Ey Rabbim bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duâyı işitensin” dedi" (Âl-i İmrân 38).

Seyyid Kutub bu âyeti bakın nasıl tefsir ediyor:

Duâ kabûl edildi. İnsanların bir kânun olduğunu sandıkları alışıla-gelen şeyler, yüce Allah'ın irâdesinin gerçekleştirdiği bu olayı algılayamaz. Aslında insanın kânun olarak sandığı ve gördüğü her yasa -sınırsız ve nihâi değil- göreli bir olgudan öteye geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü, sınırlı bilgisi ve bütünüyle sınırlı aklıyla nihâi bir kânunu bütünüyle algılayamaz ve bu noktada mutlak bir gerçeğe varamaz. İnsana, Cenâbı Allah'a karşı edebini takınması yakışır. Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini taşmaması yaraşır ona. Böylece, kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce yol tepmekten kurtulur. Olabilecek ve olamayacaklardan söz ederken bizzat deneyimlerinden, kendisinin belirlediği kurallardan ve bilgilerinden hareketle Allah'ın bağımsız olan dilemesini dar kalıplara sokmaya çalışmaktan kurtulur. Duânın kabûl edilişi bizzat Zekeriyya'ya da bir sürpriz olmuştur. Çünkü Zekeriyya da nihâyet insanlardan biriydi. İnsanların alışa-geldiği olaylara oranla olağan-üstü bir niteliğe sâhip bulunan bu olayın, nasıl meydana geldiğini öğrenmeye meraklanmıştı.

"Zekeriyya “Rabbim, kendimi iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?” dedi. O da; “Böyledir Allah dilediğini yapar” dedi" (Âl-i İmrân 40).

Ve hemen cevap yetişiyor. Cevap sâde ve kolaydır.. İşi ehline havâle ediyor. Anlaşılmasında hiçbir zorluk, oluşunda hiçbir ilginçlik bulunmayan gerçek mâhiyetine gönderiyor.

 "Böyledir Allah dilediğini yapar."

Aynı şekilde... İş, Allah'ın dilemesine ve sürekli olarak bu şekilde meydana gelen Allah'ın irâdesine havâle edildiğinde onun alışıla-gelen, tekrar edilen ve normal olan bir iş olduğu kavranabilmektedir. Fakat insanlar olay konumunda değerlendirmiyor, Allah'ın yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve gerçeği gözlerinin önüne getirmiyorlar. Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla Allah dilediğini yapar. Öyleyse kendisi yaşlandığı ve karısı kısır olduğu hâlde Allah'ın Zekeriyya'ya bir erkek çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak ne olabilir? Yaşın ve kısırlığın; ancak, insanların kendilerinin kural olarak tesbit ettiği ve onlardan kânunlar çıkarttıkları zaman bir değeri olabilir. Allah için ise böyle kıyaslama yoktur. O'nun için ne alışıla-gelen ne de ilginç bir olaydan söz edilebilir. O'na göre her nesnenin kaynağı, dilemesinin ona yönelmiş olmasıdır. Onun dilemesi ise her çeşit bağdan tamamen bağımsızdır...

Peki bu olaya egemen olan yasa hangisidir? Bu, yüce Allah'ın irâdesinin sınırsız ve bağımsız yasasıdır. Onsuz bu ilginç olayı açıklama imkânsızdır. Aynı şekilde ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına rağmen O'na Yahya'yı bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz.
 
Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki başlangıç ânında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır. Bu olasılığın gerçekleşmesi imkânsızdır. Roger Penrose, düşük entropili bu başlangıcın gerçekleşme ihtimâlini 1010123’te 1 olarak hesaplamıştır. Matematikte 1050’de 1 ihtimâl sıfır sayıldığına göre ve zâten imkânsız olduğu da söylendiğine göre Allah bu patlamayı bildiğimiz yasaların dışında bir yasayla yapmış demektir. O hâlde bu, mûcize ile bir-anda yaratmanın adıdır. Neden kâinâtın her bir zerresi bu şekilde yaratılmış olmasın?

Big-Bang sürecindeki imkânsızlıklar anlatılırken dindar olmayan bilim-adamları o imkânsızlıklar için “müthiş”, “anlayamadığımız” vs. gibi ifâdeler kullanırlarken, dindar bilim-adamları da mûcize ifâdesini kullanmak zorunda kalıyorlar. Aslında bu iki durum da sürecin açıklanamaması demektir.

Bir şeyi tam olarak açıklayamadığınız zaman “rastgele” gibi bir şey söylemiş olursunuz. O mâlûm sürecin meydana gelmesini “bilincin kontrôlü” sözüyle açıklayamazsınız. Bu tam bir açıklama değildir. “Bu “bilinç” müdâhalelerini nasıl yaptı” diye sorulduğunda cevap verilemez çünkü. O yüzden bu ilk-yaratılış için “bir-anda yaratılma”dan bahsetmek gerekir. Bunun nasıl olacağı sorusuna da sâdece “mûcize” diye cevap verilebilir.

Kâinât bir sanattır. Sanatın tefsirini/yorumunu yapmak ise abestir/boştur. Bir sanat-eseridir kâinât.. Görünen ne ise odur işte! Aliya İzzetbegoviç:

“Sanat eserinin özü, dindarlık mefhumu veya iç-hürriyetin mânâsı gibi, aynı şekilde erişilmesi mümkün olmayan bir şeydir. Onu akıl yoluyla tespit etmeye mâtuf bütün teşebbüsler hayâtın târifine dâir çabalarda olduğu gibi, netîcesiz kalmıştır” der.

Canlılardaki DNA, aminoasit, molekül, atom, protein vs. dizilimleri ile, evrendeki tüm gök-cisimlerinin dizilimleri, yâni bulundukları yerler, mükemmel olma bakımından aynıdır. Her iki yapıdaki mevcut dizilme ihtimâlleri aynıdır; yâni imkânsızdır. Bu dizilim ancak; mûcizeyle açıklanabilir. Bu mûcize; tüm varlığın de bir-anda yaratılmasıdır. 

İnsan, Kur’ân, Evren; bu üç varlık nitelik olarak birbirinin aynısıdır. Allah, Kur’ân’daki harfleri öyle bir dizmiştir ki; âlimler bu diziliş karşısında hayretler içerisindedir. İnsan’daki protein ve kromozomları vs. öyle bir dizmiştir ki, bilim bu konuda suskunluk içerisindedir. Çünkü bu dizilişlerin rasyonel bir açıklaması yoktur. İşte aynı şekilde, Allah, evrendeki materyâlleri öyle bir dizmiştir ki, bu dizilişi anlayabilmek ve dolayısıyla anlatabilmek imkânsızdır. Sâdece ve sâdece mûcize ile açıklanabilir.

Kur’ân bizden, gökleri ve yeri incelememizi ve bu muhteşem yaratılışı keşfetmemizi, bu keşiften sonra da Allah’ın yüceliğini anmamızı istiyor:

“Göklerde ve yerde nice mûcizeler (âyetler) vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah'a îman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar” (Yusuf 105-106).

Tabiî ki de mûcizeler sâdece “birden olma”lar için geçerli değildir.

Hiç kimse mûcizeleri inkâr etmeye kalkışmasın. Caner Taslaman:

“Mûcizeleri inkâr iki tane kibri içinde taşır; bu kibirlerden birincisi Tanrı’nın katındaki tüm yasaları bildiğimize dâir teolojik bir kibirdir, ikincisi ise doğa yasaları ile ‘kendi içinde evrene’ dâir her türlü bilgiye sâhip olduğumuzu iddia eden bilimsel bir kibirdir ki, bu ikincisi özellikle 19. yüzyılın yaygın bir hastalığıydı” der.

Mûcizeyi görebilecek gözler; mûcizeden başka bir şey göremezler. Kur’ânî deyimle: mûcizeyi ancak bilinçli olanlar görebilir. “Onlar, “ona Rabbinden mûcizevi bir belge indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Allah her türlü mûcizevi belgeyi indirmeye kadirdir” Fakat onların çoğu bunun bilincinde değildirler” (En-am 37).

İnsanların yaratamadığı ve yapamadığı her-şey bir mûcizedir. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş sistemi, galaksiler, mikrodan makroya her-şey, kısaca bütün kâinât bir mûcizedir. Mûcizeler ise kânunlarla ve kurallarla anlaşılamaz ve açıklanamaz. Kânunlarla ve kurallarla açıklanamayan her şey mûcizedir. Adı üstünde mûcize.. Aşama-aşama değil, bir-anda olur. Allah determinizme muhtaç değildir çünkü.

İlk-yaratılış da mûcizedir, sonraki yaratılışlar da. İlk-yaratılışın şiddetinden dolayı onu anlayamayız. Sonraki mûcizeleri zâten gözlemliyoruz.

İnsan zihni/irâdesi olmasa ve evren-dışı bir yerde evrenden bahsedilse, kâinât bir kaos ortamı olarak düşünülürdü. 

Yaratılış mûcizevî bir yaratılıştır ve mûcizeler genelde kabûl görmez ve dikkât çekmez. Mûcizenin bir diğer özelliğidir bu.

Mûcize demekle, “mutlak mânâda anlaşılamayan” şey demek istiyoruz. İnsanı âciz bırakan şey demek istiyoruz. Mutlak olmayan mânâda keşifler yapılması tabî ki normal bir durumdur. Bu keşifler de farklı açıdan mûcizedir (ayât). Gazzali’nin dediği gibi:

“Bütün mûcizeler tabî, bütün tabiat da mûcizevîdir”.

İki çeşit mûcize vardır. Apaçık olan mûcize yâni anormal; bir de görünen normâl olan tabiat mûcizeleri. Bu ikincisi gene de bizi âciz bırakır. Bu mûcizeler karşısında insanların yapacağı şey tevekküldür/tefekkürdür.

Mûcize, olağan-dışılık demek değildir. Bilâkis mûcize âciz bırakan demek olup, olağan olduğu hâlde görkem ve ihtişâmı karşısında âciz kalınan şeydir/olaydır. Esasında mûcize, olağan şeyin şiddetli oluş hâlidir. Olanın, şiddetli bir şekilde olmasıdır. Olanın şiddetli oluşunu hiç görmediğimiz için (çünkü oluşta tekrar yoktur) o oluşa anlam veremiyoruz. Oluşuna anlam verilemeyen/verilemeyecek olan şey demektir mûcize. Aklımızın ermediği ve ermeyeceği şey demektir.

Allah’ın yarattığı her şey mükemmel olduğu için mûcizedir.

Kâinâtın, insanın, vs. her şeyin nasıl yaratıldığını hiç-bir felsefe, fikir ve düşünce sistemi açıklayamaz. Yaratılışın nasıl olduğunu açıklayacak olan tek şey... “mûcize”dir. Sihir değil; mûcize! Bundan gerisi ise “gaybı taşlamak”tır. Ama insanlar, kafa-konforlarını bozmamak uğruna alıştıkları yalanla yaşıyorlar.

“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “ol” der, o da hemen oluverir” (Bakara 117). Evet; bu âyet tek-başına bu işi bitirir ve der ki: Tüm varlık bir-anda “ol” demekle yaratılmıştır. “Ol” demek, “olgun ol” , “olgunlaş” demektir. “Olgun bir şekilde vâr ol” demektir.

“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru” (Âl-i İmrân 191).

Ben fakir de, başımı hem yere hem de göklere nasıl çevrilmesi gerekiyorsa öyle çevirdim ve gördüm ki… Her şey mûcizedir. Kâinâtta mûcizeden başka bir şey de yoktur.

Vel-hasıl kelam... mûcizeden terazi kurarlar. Mûcize alırlar, mûcize satarlar. Mûcizeyi mûcizeyle tartarlar. Çarşı-pazar mûcizedir bu-gün.

Big-Bang TEORİSİ’NİN Çelişkileri

20 milyar ışık-yılı uzaklıkta yıldızlar saptandı. Bu şu demek; o yıldızların ışığı bize 20 milyar yılda geliyor. 13.7 milyar yıllık Big-Bang Teorisi bu durumda iptal olur, çünkü ışığı 20 milyar yılda gelen yıldızlar var. Bunların yaşı Big-Bang den daha eski.

Evrenin herhangi bir yerinde 12 milyar ışık yılı uzaklıkta galaksiler bulunur. Bunlar patlamadan sonra ne zaman oraya gittiler ve yıldızlaştılar, sonra, oluşan yıldızların ışığı bize nasıl 13.7 milyar yılda gelebiliyor? 12 gidiş, 12 geliş, 5 de yıldız oluşumu 29 eder. Yâni bu sürecin en az 29 milyar yıl olması lâzım.

Bir yıldız 4-5 milyar yılda oluşurken, koca galaksiler nasıl 15 milyar yılda oluşur?

Bulutsuları bir noktaya çökertip tepkimeyi başlatacak olan çekim-gücü nedir? Hidrojen bunu yapamaz, çünkü yapısı uygun değildir.

Termodinamiğin 2. kânununa aykırıdır. Bu kânuna göre evrendeki her-şey doğal hâlinde bırakıldığında bozulmaya doğru gider. Big-Bang Teorisi’ne göre ise her-şey düzelmeye doğru gitmiştir.

Entropinin nedeni protonun yarılanma ömrüdür. Entropiye göre protonun bu kadar zamandır (13,7 milyar yıldır) bozunmuş olması gerekirdi.

Anti-maddenin nerede olduğunu sormak bile fiziği çökertmeye yeterlidir. Çünkü teoriye göre başlangıçta madde ve anti-madde eşit idi ve çarpıştıkça birbirlerini yok ediyorlardı. Eşit miktarda bir yok olma olduysa neden şu-anda madde anti-maddeden daha fazla?

Big-Bang Teorisi, termodinamiğin 2. kanunu olan entropi kanunuyla da çelişir. Entropi kanununa göre her şey zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her-şey düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.

Teoriye göre Big-Bang'den kısa bir süre sonra madde ve anti-maddenin çarpışarak birbirlerini imhâ etmelerinden dolayı evrendeki tüm maddenin yok olması gerekiyordu. “CP (Charge Parity) İhlâli” denilen ve “doğanın maddeyi neden anti-maddeye tercih etmesi” olayı. Oysa böyle olmadı ve kâinât, galaksiler ve gezegenler bu maddeden oluştu.

Şöyle deniyor: “Big Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ile anti-protonlar ve nötronlar ile anti-nötronlar bir-birini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için proton sayısının anti-protonlardan ve nötron sayısının anti-nötronlardan çok olması gerekiyordu ve öyle olmuştur”. Peki bu fazla olan proton ve nötronların çiftleri yok mu? Çünkü Allah, çifti olmayan bir şey yaratmamıştır. Çiftleri varsa zâten yok olmalıydılar. Bir müslüman için bunu es geçmek olmaz. (Tabi biz bu delîli inançlı kesim için yapıyoruz. Zâten bu kitabı da onlar için yazdık).

“Parçacık fiziği teorileri, evrenin ilk oluşum aşamalarında madde ve karşı-maddenin aynı miktarda olmasını gerektirir. Ama bugün karşı-madde yok denecek kadar azdır ve bu madde-karşımadde dengesizliği bir muammâ olmaya devâm etmektedir.

Zâten ilk başta tekillik de bir sorundur. Big-Bang tekilliğinin daha başlangıcında madde ve anti-madde birlikte bulunacağı için birbirini yok etmesi kaçınılmaz olurdu. “Parçacıklar anti-maddesinden daha çoktu” denemez. Çünkü oluşum aşamalı olacağından dolayı bir tarafın fazlalaşması olmaz. Bir taraf fazlalaşamadan yok olma gerçekleşir zâten. Bu yüzden her-hangi bir tekillikten bahsedilemez.

“O tekilliğin başlattığı süreç, bâzı kânunlara/yasalara göre işlemiş” diyorlar. Peki o kânunlar, yasalar nedir? Tekillikten önce o yasalar var mıydı bakalım? Hayır!, yasalar maddelerin hareketlerinin bir sonucudur. Maddenin hareketi-döngüleri o yasaları çıkarmıştır, yasalar maddeyi ve evreni değil. Hiç-bir şey yokken Allah, yasalar ve tüm her-şeyi bir-anda birlikte yaratmıştır. Aksi-hâlde illâ ki o yasaların, kuantum alanların ya da parçacıkların, evren vâr olmadan önce oralarda bir yerde olması gerekirdi ki, buna “yoktan yaratma” denilemez. Saadettin Merdin:

“Tabiat kânunları, eşyânın vâroluşunun sebebi değil, sonucudur. Suyun kaldırma kuvveti gemiyi kaldırmaz. Gemiyi bizâtihi suyun kendisi kaldırır. “H2O” formülü sizin susuzluğunuzu gidermez, suyun bizâtihi kendisi giderir. O hârika suyu gökten indiren, değişik yer-altı katmanlarında minerâl bakımından zenginleştiren, içilecek hâle getirip bize takdim eden kim ise, O, suyu yaratmış, vücûdun ihtiyâcına göre, bildiğimiz o hârika suyu “H2O” formülüyle vâr etmiştir. Özetle; kânunlar sâyesinde evren oluşmamıştır, aksine evren sâyesinde kânunlar mevcuttur.

Sebep; zaman açısından önce, sonuç ise sonra olandır o kadar! Sebep hiç-bir zaman hakîki fâil, ya da yaratıcı değildir. Kaldı ki; her bir sebep, bir başkasının sonucudur.

Kânunlar, formüller yaratıcı değildirler. Kendi varlıklarından bile habersizdirler. Her-şeyi ama her-şeyi açıklayan büyük birleştirme teorileri evreni yaratamaz. Yokluktan varlığa çıkaramaz. Fizik yasaları zâten bir seçimin, bir takdirin sonucu vardırlar. Kânunlar, hâkim değil, mahkûmdur. Aslında; kânun diye bir hârici, somut nesne de yoktur. Kânunlar bizim fiziksel, kimyâsal fenomenlerin işleyişini tasvir etmemizden ibârettir.

Bilim-insanlarının gerçekte yaptıkları şey, yoktan îcat değil, sâdece keşiftir. Mevcudu fark etmeden ibârettir. Bilim-adamları fiziksel olayları ya da kimyâsal tepkimeleri yönlendiren yasaları îcat etmezler; yorucu gözlem ve deneylerden sonra lego’nun parçalarını bir-araya getirmek türünden, elde ettikleri bilgilerin yardımıyla, azar-azar bu yasaları öğrenirler.

İyi ama, yasalara yaşam ateşini üfleyen kimdir? Hiç-bir kânun kendisini yaratamaz.

Kâinat içinde her-şeyin tek-tek mutlakâ bir sebebi vardır. Ama yine de bütün olarak kâinatın sebebi nedir? Kâinat niye bu hâliyle vardır? Fizik-dünyâda her olay kendisinin dışında bir olay ile açıklanır. Üstelik kâinatta her-bir şey her-şeyle bağlantılıdır. O yüzden bir-şeyi açıklamak için bütün kâinâtı açıklamak îcap eder. Oysa açıklamak durumunda olduğumuz olay, bütün varlık âlemiyse, bunu açıklayacak fizîki anlamda başka bir şeyimiz yoktur. Dolayısıyla evrenin varlığına yönelik her açıklama fizik-ötesi, ya da; tabiat-üstü bir şeye dayanmalıdır. Bu şey Tanrı’dır. Evren, Tanrı onun bu tarzda olmasını seçmiş olduğu için bu tarzdadır” der.

Big-Bang Teorisi’ni afallatan bir çelişki de şudur: Patlamayı/açılmayı kabûl ettiğimizde zorunlu olarak, patlayan/açılan/yarılan bir şeyi de kabûl etmemiz gerekir. O hâlde o patlayan şey de madde/ilk-madde (enerji de bir maddedir ya) olur ve o şey her-zaman “orada olan” bir şey olmak zorundadır. O hâlde zaman neden Planck-zamânından sonra başlasın?. Çünkü bu-durumda bir “yokluktan varlığa geçiş”ten değil; “varlıktan varlığa geçiş”ten bahsetmemiz gerekir ki, bu, kapalı-evren yada “açılıp-kapanan evren” modelini tasdik etmektir. Bu-durumda “ilk madde”ye göre 13.7 milyar yıllık yaş da anlamsızlaşacağından, Big-Bang Teorisi’ni çöpe atmak demektir. Zîra ilk varlık olan sonsuz yoğunluktaki enerji zâten orada belli olmayan bir zamandan bêri durmaktadır. O zaman evrenin yaşı, belirsizliğin diğer adı olan “sonsuz” yaştır. Bu ise bir çıkmazdır, çelişkidir.

Bilimin bahsettiği tüm kânunlar ve veriler, “kapalı kâinat modeli”ne göre düzenlenmiştir. Kâinat kapalı değilse ve başka bir yerle alış-veriş hâlinde ise zâten bilim çöker. Laplace’çı anlayış, âlemin nedensel olarak kapalı bir sistem olduğunu ve Tanrı’nın onda asla özel bir şekilde faaliyette bulunamayacağını kabûl ettiğimizde bir sonuca ulaşır.

Bilim-adamları gözlemlerinde kendi işlerine yarayanları alıyorlar ve işlerine gelmeyenleri eliyorlar. Onları hiç gündeme bile getirmiyorlar.

Çok büyük-kütleli nesnelerin, ışığın bile kaçamayacağı güçte çekim-alanları oluşturacağı, dolayısıyla tek bir noktada birikmiş tüm evren kütlesinin dağılmasına imkân olmayacağı, yâni evrenin doğmasının mümkün olmadığı da bir gerçektir.

Michael Rivero, “tekillik” ve “yaş” sorunlarını şöyle sıralar:

“1-Big-Bang teorisinin en büyük çelişkisi muhtemelen tekillik sorunudur. Bu “ilk evrensel yumurta”, süper-kütleli bir kara-delik olmak zorundadır. Dolayısıyla, hangi büyüklükte olursa-olsun, hiç-bir patlama evreni ortaya çıkarmaya yetmeyecektir.

Big-Bang teorisini savunmaya hevesli kozmologlar, fizik-kânunlarının, gravitenin vs. evrenin ilk bir-kaç sâniyesinde geçerli olmadığını savunmaktadır. Mevcut Big-Bang teorisine göre, evren 3 sâniye kadar kuralsız bir dönem yaşamıştır ve bildiğimiz fizik-kânunları (çekim bunların arasında olmak üzere) ancak bundan sonra geçerli olmaya ve kendini göstermeye başlamıştır.

Fakat şöyle bir problem var. İlk evrensel yumurta tarafından oluşturulmuş tekillik oldukça büyüktür. Evrenin toplam kütlesine dâir tahminler değişmektedir, fakat mevcut tahminlerden biri 2.6x1060'tır. Kütleden, tekilliğin olay-ufku hesaplanabilir.

Buradan ışık-yılları genişliğinde bir olay-ufku ortaya çıkmaktadır. Yâni kısacası, Big-Bang teorisyenlerinin evrenin günümüzdeki gibi işlemeye başladığını iddia ettiği anda, evrenin tüm kütlesi, kendi çekim-alanının yarattığı olay ufkunun hâlâ içinde olmak durumundadır.

Dolayısıyla, Big-Bang, günümüzde târif edilen şekliyle gördüğümüz evreni ortaya çıkartamaz. Üç sâniye sonra, yâni günümüzde bildiğimiz şekilde işlemeye başladığı anda, kendi çekim-alanının hâlâ etkisinde olmalıdır, dolayısıyla ışık-hızını aşan bir kaçış-hızına ulaşamayıp kendi üzerine çökmek durumundadır.

Bu düşünce-deneyi açısından farzedelim ki Tanrı elindeki sihirli değneği salladı ve evren Big-Bang yoluyla ortaya çıktı ve de kendi çekim-alanından kurtulmayı başardı. 2.6x1060'lık bir kütle/enerji bir süper süpernova'ya eş-değer sıcaklık ve basınç durumu ortaya çıkaracaktır. Biliyoruz ki bu koşullarda ağır elementler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, evren ilk-zamanlarında bildiğimiz tüm ağır elementleri ortaya çıkarmış olmalıdır.

Peki o zaman Population II türü yıldızları nasıl açıklayacağız?

Population II türü yıldızlar, içlerinde hiç-bir ağır element olmayan yıldızlardır. Ömürlerinin sonunda patladıklarında ağır elementler ortaya çıkar. Bunlar çevredeki yıldızlar tarafından süpürülür ve Population I yıldızlar ortaya çıkar, genellikle etraflarındaki gezegenlerle birlikte. Population I yıldızların ağır elementleri vardır. Population II yıldızların ise yoktur.

Dolayısıyla, Big-Bang doğruysa evren, bildiğimiz kurallara uyacak şekilde işlemeye başladığı ilk-anlarda ortaya çıkmış ağır elementlerle dolu olmalıdır. Bu elementleri içinde barındırmayan yıldızlar mevcut olmamalıdır. Fakat böyle yıldızlar vardır.

Population II yıldızların varlığı, Big-Bang teorisi ile açıkça çelişki içindedir”.

2-Big-Bang'in 14 milyar yıl önce olduğu düşünülmektedir. Evrende gözlenen en uzak cisim 13 milyar ışık-yılı uzaklıktadır ve evren sâdece 750 milyon yaşındayken ortaya çıktığı düşünülmektedir. Çünkü Big-Bang'den ortaya çıkan maddenin yıldız oluşturması en az o kadar süre gerektirmektedir.

Fakat bir problem vardır; 13 milyar ışık-yılı ötedeki cisimleri biz bu-günkü hâlleriyle ve bu-günkü yerlerinde değil, 13 milyar yıl önceki hâlleriyle ve bizim bulunduğumuz noktadan 13 milyar ötedeki şekliyle görüyoruz. Dolayısıyla, bu galaksinin Big-Bang'den 750 milyon yıl sonra, Dünyâ’dan 13 milyar ışık yılı uzakta yer alabilmesi için, 750 yıl içinde 13 milyar ışık yıllık mesâfe katetmiş olması gerekmektedir. Bu ise söz-konusu galaksinin ışık-hızının 17 katından daha hızlı hareket etmiş olmasını gerektirmektedir ki Big-Bang savunucularına göre gerçekten de evren ilk 3 sâniyeden sonra bir süre bu hızda genişlemiştir. Yâni aynen “Epicycle Teorisinde” olduğu gibi, teori ile uyuşmayan veriler ortaya çıktıkça, bu veriler zorla teoriye sığdırılmaya çalışılmaktadır”.

Çelişkileri bu şekilde sıralayan Michael Rivero:

“Ama yukarıda bahsettiğim diğer tüm problemlerin o aşamada farkında olunsaydı, bu teori çözdüğünden çok daha fazla problem ortaya çıkarıyor deyip, daha henüz kabûl etmeden Lamaitre'in teorisini rafa kaldırırlardı.

Big-Bang’in mutlak-bir başlangıcı yoktur. Bu yüzden Big-Bang teorisi en temelinde bilimsel değildir. Başı-sonu belli olmayan bir teori bilimsel olamaz. Bir teorinin bilimsel olabilmesi için başı-sonu bilimsel olarak târif edilebilmesi gerekir. Lâkin ilk 10-43 sâniye öncesi bilimsel olarak açıklanamıyor.

Açıklaması yapılamayan önermelerin bir-gün açıklamasının yapılabileceği bir inanç/dinden başka bir şey değildir. Hem sonsuza kadar bir açıklama yapılmasını bekleyecek değiliz ya.

SON SÖZ

Tolstoy “Bir Gencin Dramı” adlı romanında, “Cehennem Adası” bölümünde bilim ile ilgili olarak şunları hikâye eder:

-Velzevul “Peki, yalanı yutmayan bu bilgin insanlar nasıl oldu da, kilisenin dîni bozduğunu görüp, onu aslına döndürmediler?”

O-anda pelerinli, düz yassı alınlı, elleri ve ayakları ip-ince, kepçe kulaklı, mat siyah tenli bir şeytan ileri doğru çıkıp, kendine güvenen bir edâ ile;

-Bunu yapmaya güçleri yetmez, ellerinde böyle bir imkân yok, dedi.

Pelerinli şeytanın çalımından hoşlanmayan Velzevul sert sert:

-Niçin, diye sordu.

Pelerinli şeytan Velzevul'un sert ve bağırarak konuşmasına hiç kulak asmadı. Telaşsız bir şekilde, diğer şeytanlar gibi diz çökerek değil de bağdaş kurarak oturdu. Sonra hiç kekelemeden, yavaş-yavaş, ölçülü bir üslupla konuşmaya başladı:

-Bunu yapabilmeleri mümkün değil, çünkü ben onların dikkatlerini bilmeleri gereken şeylerden uzaklaştırıyor, hiç-bir zaman gereği gibi öğrenemeyecekleri lüzumsuz bilgiler üzerine çekiyorum.

-Bunu nasıl beceriyorsun?

-Bunu yer ve zamâna göre çeşitli şekillerde yapıyorum.

Eskiden teslisle ilgili ayrıntılar, Îsâ'nın soyu-sopu, özellikleri, Allah'ın sıfatları gibi meseleleri bilmenin çok önemli olduğunu onlara telkin ediyordum. Onlar da bu meseleler üzerinde uzun-uzun düşünüyor, tartışıyor ve birbirine küsüyorlardı. Bu konular onları o kadar oyalıyordu ki, ne nasıl yaşadıklarına bakıyorlar, ne de Îsâ'nın hayâtın anlamı hususunda söylediklerini düşünüyorlardı. Sonunda her-şeyi birbirine karıştırdılar, öyle ki ne söylediklerini kendileri bile anlamaz oldular.

Sonra ben onlara, bin yıl önce Yunanistan'da yaşamış Aristo adlı bir adamın düşüncelerinin, öğrenilmesi gereken çok önemli şeyin, altın yapmaya yarayan taşı, tüm hastalıkları iyi eden, insanları ölümsüz kılan iksiri bulmak olduğunu söyledim. En bilgeleri bile kafalarını bunlara yormaya başladı. Bunlarla ilgilenmeyen kişilere de en mühim meselenin Dünyâ’nın mı Güneş etrafında, yoksa Güneş’in mi Dünyâ etrâfında döndüğünü bilmek olduğunu telkin ettim. Dünyâ’nın Güneş etrafında döndüğünü öğrenip, Dünyâ’nın Güneş’e kaç milyon verst uzakta olduğunu hesap edince çok sevindiler. Yıldızların sonsuz olduğunu, bunlar arasındaki mesâfelerin hesaplanmakla bitmeyeceğini, bu gibi şeyleri bilmenin hiç-bir faydası olmadığını bildikleri hâlde bunları çözebilmek için daha büyük bir azimle çalışmaya başladılar. Ayrıca onlara sonsuz sayıda olan bitki ve hayvanların nasıl meydana geldiğini bilmenin çok büyük bir öneme sâhip olduğunu öğütledim. Gerçi bunları bilmek onların bir işine yaramazdı. Bitki ve hayvanlar da yıldızlar gibi sonsuz olduğu için bunları tam olarak bilmeleri mümkün değildi, ama onlar olanca kuvvetlerini bu gibi şeyleri bilmek için harcıyorlardı. Bu soruların birisini çözdükleri zaman karşılarına daha çok soru çıkıyor, bu da onları çok şaşırtıyordu. Gerçekte, bilmedikleri şeylerin alanı gittikçe artıyor, araştırılan hususlar daha karmaşık bir hâl alıyor, bu araştırmalar netîcesinde elde edilen bulguların hayâta uygulanamazlığı gittikçe daha çok artıyor ama onlar yine de hiç yılmıyor, uğraşılarının önemli olduğuna yüzde yüz inanıyorlar. Sâdece zenginlerin eğlencesine veya yoksulların daha yoksul olmasına yarayan bu bilgileri araştırmaya, yazmaya, bastırmaya, tercüme ettirmeye devâm edip duruyorlar. Bütün bunlara ilâveten, onların işine yarayacak biricik şeyi; Îsâ'nın öğrettiği hayat prensiplerini anlamasınlar diye onlara, peygamberlerin hayâtın kânunlarını bilemeyeceklerini, tüm dinlerin boş bir inanç ve yanılma olduğunu, hayâtın kânunlarını bilebilmenin tek yolunun, benim uydurduğum, insanların yaşayışını inceleyen sosyoloji bilimiyle mümkün olabileceğini aşılıyorum. Onlar da Îsâ'nın dîni doğrultusunda yaşayacakları yerde, insanların yaşantılarını öğrenmekle, bundan bir-takım prensipler çıkarmakla uğraşıyor, daha iyi yaşamak için bu uyduruk şeylerin kendilerine yeteceğini sanıyorlar. Onlara, yanılgıları daha bir artsın diye kiliseye benzer bir-şey daha telkin ediyorum.

Diyorum ki: “Bilginin bilim temeline oturtulması lâzımdır”. Onlar da tıpkı kilise gibi, bilimi de yanılmaz sayıyorlar. Kendini bilim-adamı gören kimi adamlar, bilimin yanılmazlığına inandığı için, söyledikleri lüzumsuz ve çoğunlukla saçma olan bu budala sözleri mutlak gerçekler olarak îlân ediyorlar.

İşte bu yüzden şunu kesin olarak söyleyebilirim: Bu adamlar, benim uydurduğum bilime kul-köle olduğu müddetçe, bizleri az kalsın yok edecek olan o adamın dînini hiç-bir zaman anlamayacaklar.

Velzevul sonra teknik ilerlemeler şeytanına dönerek:

-Sen ne iş yapıyorsun, diye sordu.

-Ben, insanlara, bir-çok yeni şeyi ne kadar çabuk yaparlarsa kendileri için o kadar iyi olacağını telkin ediyorum. Böylece insanlar, hayatlarını, yapanların hiç-bir işine yaramayan, diğer insanların da satın alması mümkün olmayan çeşit-çeşit şeyler yapmak için harcıyorlar. Bu şeylerin üretimi gün be gün artmaktadır.

Velzevul daha sonra iş-bölümü şeytanına dönerek:

-Peki, ya sen, diye sordu.

-Ben, insanlar değil de, makineler daha hızlı üretim yaptığı için onlara insanların makineleşmesinin gerektiğini telkin ediyorum. Onlar söylediğimi yapınca da, makineleşen insanlar kendilerini bu hâle getirene düşman oluyorlar.

Velzevul:

-Bu da güzel, dedikten sonra taşıt ve ulaştırma şeytanına dönerek:

- Ya sen, diye sordu.

-Ben, insanlara bir yerden başka bir yere çok çabuk varmanın kendileri için daha iyi olacağını telkin ediyorum. Onlar da bulundukları yerde hayatlarını düzenleyecek yerde bol-bol yer değiştirip, vakit kaybediyorlar. Saatte 50 km, hattâ daha fazla hız yapabildikleri için havalarından yanlarına yaklaşılmıyor.

Velzevul ona da iltifat etti.

Sonra kitap baskıcılığı şeytanı ileri çıkıp, işinin Dünyâ’da yapılan bir-sürü iğrenç ve budalaca işleri elden geldiği kadar çok sayıda insana yaymak olduğunu söyledi.

Daha sonra güzel-sanatlar şeytanı işinin, insanları avutmak, yüce duygular uyandırmak bahanesiyle onları kötülüğe sevketmek olduğunu söyledi.

Ardından tıp şeytanı, işinin, insanlara kendileri için en önemli şeyin sağlık olduğunu, herkesin her şeyden önce sağlığı için kaygılanması gerektiğini telkin ederek onları sürekli bu şekilde oyalamak olduğunu söyledi.

Kültür şeytanı, diğer şeytanların idâre ettikleri tüm işlerin insanı mutlu kılacak şeyler olduğunu, bunlardan faydalanan kişilerin üstün insan olacağını onlara telkin ettiğini anlattı.

Eğitim şeytanı, insanlara, kötü yaşayarak, hattâ iyi yaşamanın ne demek olduğunu bilmeyerek çocuklarına iyi yaşama yolunu öğretebileceklerini telkin ettiğini açıkladı.

Ahlâk şeytanı, kendileri kötü oldukları hâlde, kötü insanları nasıl yola getireceklerini onlara öğrettiğini îzah etti.

Uyuşturucu maddeler şeytanı, insanların, kötü yaşantının verdiği acılardan kurtulup iyi yaşamaya çalışmalarını engellediğini, onlara şarap, esrar, tütün, morfin gibi maddelerle kendilerini uyuşturmanın daha doğru olduğunu öğrettiğini söyledi.

Hayır-işleri şeytanı, insanları yüce bir toplum düzeni adına kandırdığını, böylece sınıflar arasında düşmanlık başlattığını söyleyerek övündü.

Feminizm şeytanı, kadın ve erkek arasına ayrılık ve düşmanlık soktuğunu söyledi.

O-sırada öbür şeytanlar da Velzevul'a doğru sürünerek:

-Ben konfor şeytanıyım! Ben moda!... diye ciyak-ciyak bağırışıyorlardı.

Tüm bu söylenenlerden sonra Velzevul:

-İnsanların hayat-görüşü yanlış olunca, aleyhimizdeki her-şeyin lehimize döndüğünü bilmeyecek kadar beni aptal mı sanıyorsunuz, diye bağırdı.

Sonra kahkahalarla gülerek:

-Hepinize teşekkür ederim, dedi.

Daha sonra kanatlarını çırparak ayağa firladı. Tüm şeytanlar Velzevul'un etrâfında halka oldular. Halkanın bir ucunda küçük pelerinli şeytan, diğer ucunda bilim şeytanı vardı. Tüm şeytanlar gülerek, çığlıklar atarak, ıslıklar çalarak, tıslayarak, kuyruklarını sallayıp yere vurarak oynamaya, Velzevul'un etrâfında dönmeye başladılar. Velzevul ise kanatlarını açıp-kapayarak ve de bacaklarını alabildiğine kaldırarak ortada raks ediyordu.

Yukarıdan ise bağırışlar, inleyişler, ağlayışlar ve diş gıcırtıları geliyordu yalnızca”.

Teorilerde, doğrudan ziyâde, yanlışa düşme olasılığı çok-çok daha yüksektir. Meselâ bir şeyi îcat edene kadar yüzlerce-binlerce ön-çalışmanın tamâmı yanlıştır ve onlar “o şey” değildir. O çalışmaların değeri sâdece, gerçek îcâdın çıkması (doğru) yolunda yapılan yanlış çalışmalardır. Söylene göre Edison, 9.999 kere denedikten sonra kusursuz ampulü keşfedemeyince; “10.000.inci başarısızlığı göze alabilecek misin?” diye soran arkadaşına “başarısız olmadım, yalnızca ampulü keşfetmeyen bir yol buldum” demiş. Caner Taslaman:

doğru tek bir düşünceye karşı yanlış düşünce kümesi çok geniştirder.

Evet; bu kitap boyunca yazılanlar “mutlak-doğru” değildirler. Mutlak-doğruyu sâdece Allah söyler. Zâten “ölüm” dışında hiç-bir şey mutlak-doğru olamaz. Bu yazılanların yanlışlarını başka biri düzeltebilir ve geliştirebilir. Ama bu teori, meselâ Darwin’in Evrim Teorisinden daha güçlü bir teoridir, Darwin teorisi gibi açmazlarla dolu değildir. Bu teoriyi Hârûn Görmüş gibi “adı-sanı duyulmamış”, “bir kariyeri bile olmayan” birinin söylemiş/yazmış olması itici gelmemelidir. Târihteki önemli buluşların çoğunu kariyer sâhibi olmayan kişiler yapmıştır. Astronomi halkın mesleğidir. Bu teori ciddi bir şekilde din ve bilim açısından değerlendirildiğinde olanaksız gözükmez. Kur’ân’la ve bilimle ters düşmez ve uyuşmazlık göstermez.

“Sen kimsin ki? Ne bilirsin?” diye yapılacak suçlama çok yanlış olacaktır. Bir şeyi anlamak için ille de o konuda bir diploma sâhibi olmak gerekmez. Bir şeyi en iyi anlayan kişi, ona en çok emek veren ve onu değişik açılardan bağımsız bir şekilde okuyup sorgulayan kişidir. Meselâ Ali Şeriati şiir için şöyle der: 

“Hiç-bir şâir edebiyat fakültesinde resmi olarak öğrenci olmamış, bu fakülteyi bitirmemiştir. Biri güzel-sanatlar okulundan gelmiş, biri tıp fakültesinden gelmiş, biri iktisat okumuş, biriyse kesinlikle hiçbir şey okumamıştır. Günümüzün şiirinin ruhunu anlayanlar, edebiyatın devinim yönünü duyumsayanlar işte bu kimselerdir”.



“O hâlde yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sâbit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)

Âyetin de söylediği gibi; Allah’ın yaratışında bir değişme/başkalaşma/farklılaşma/evrim/tekâmül yoktur. Allah’ın “ol” demesiyle ilk-başta ortaya çıkan şey zâten “ahsen-i takvim” yâni “en güzel sûret ve şekilde olan bir yaratma” olduğu için, bu yaratışın zamanla daha iyiye doğru gideceğini düşünmek -hâşâ- Allah’ın yaratışının ilk-hâlinin eksik ve hatâlı olduğunu söylemek olur ki bu, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” demektir. Gerek insanın, gerekse kâinatın “ol” dendiğinde ortaya çıkıverdiği o ilk-yaratılıştaki hâli, şu-andaki hâlinin %99.99.99 aynısıdır. “Değişmeler”le düzelen bir insan ve kâinat yoktur. Bu nedenle; bir “değişim süreci” olan Big-Bang Teorisi yanlıştır.

Big-Bang Teorisi’ni Dünyâ’ca ünlü bilim-adamlarının ortaya koyması ve yine Dünyâ’ca ünlü bilim-adamlarının onaylaması bu teorinin kabûl edilmesi için delil değildir. 

Yapmamız gereken şey meleklerin îtiraf ettikleri gibi îtiraf etmektir: “Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz Ya Rab! Bizim için, senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O her şeyi bilen hüküm sâhibi sâdece Sensin Sen" dediler” (Bakara 32)

Kitap çok uzun oldu. Söz bitmiyor çünkü. Oysa bir-anlık duru bir bakış, yaratılışın da bir-anda olduğunu gösteren en büyük delildir.

Bu söylediklerim, içinde yanlışlar olma ihtimâli olan doğrular toplamıdır. Big-Bang Teorisi ise, içinde doğrular olma ihtimâli olan yanlışlar toplamıdır. Bilim-adamlarının söylediği bu Big-Bang teorisi “zan”dır, bizim 10.000 teorisi ise zannı gâliptir.

Tabî ki bu teori de (10.000 Teorisi) mutlak-doğru olan bir teori olmadığı için -ki mutlakı sâdece Allah bilir-, biz bu teorinin bağnazı ve yobazı değiliz.

Bu 10.000 Teorisi bir teoriden çok, “meta-teori”dir.

Benim kanaâtim bu şekildedir, mutlak ve kesin bilgi ise Allah katındadır.

Bu yazdıklarım her ne kadar âyetlerle ve fikirlerle desteklenmişse de netîcede bu yazı benim yorumlarım ve görüşlerimden oluşan bir yazıdır. Bu yorumlarım ve sonuçta vardığım fikir ve düşünceler, doğru ise Allah’tan, yanlış ise Şeytan’dan ve bendendir.


“De ki: Eğer ben sapacak olsam, artık kendi nefsim aleyhine sapmış olurum; eğer hidâyeti bulacak olsam, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu (Kur’ân) sâyesindedir. Şüphesiz O, işitendir, yakın olandır” (Sebe’ 50).

Kâinâtı ortalama 10.000 sene önce bir-anda yaratan ve bunu bana ilhâm eden Allah’a sonsuz şükürler olsun. 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Notlar:

1-Bu kitabın yazılış nedeni, yazarın Big-Bang Teorisi’nin Kur’ân ile bağdaşmadığını düşünmesidir.
2-Alıntı yaptığımız kişilerin tamâmı Big-Bang karşıtı değildir. Bu şekildeki alıntıları ara-konularla ilgili olarak yaptık.
3-Bu kitap, inatçı kâfirler için değil, Allah’tan içi titreyerek korkanlar (haşyet) için yazılmıştır.
4-Biz kâinatın nasıl oluştuğunu değil, ne zaman oluştuğunu anlatıyoruz. Nasıl oluştuğu ile ilgili veriler masaldan farklı değildirler. Bir de bu oluşumun bir zaman-sürecine gerek olmadan oluştuğunu söylüyoruz.


BİRDEN-BİRE

Her şey birden-bire oldu.
Birden-bire vurdu gün ışığı yere,
Gökyüzü birden-bire oldu;
Mâvi birden-bire.
Her şey birden-bire oldu;
Birden-bire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birden-bire oldu, tomurcuk birden-bire.
Yemiş birden-bire oldu.
           
Birden-bire,
Birden-bire;
Her-şey birden-bire oldu.
Kız birden-bire, oğlan birden-bire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar...
Aşk birden-bire oldu.
Sevinç birden-bire.

01. 04. 1950
Orhan VELİ


Hârûn Görmüş
Mart 2007
İlk Taslak: 30 Mart 2007 Cumartesi



2 yorum:

  1. 10000 sene mi? Bu kadar şey okuyup, alıntılar falan yapıp, sonuçta vara vara dünyanın 10000 yaşında olduğu sonucuna mı varabildiniz? Pes doğrusu! O kadar komiksiniz ki, söyleyecek söz bulamıyorum. Dünya 4,54 milyar yaşındadır.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. "Dünya 4,54 milyar yaşındadır" diyorsun. Peki sen bu sonuca okuya-okuya, araştıra-araştıra mı vardın? Bir yerden kopyala-yapıştır yapmak kolay, fakat bir veriye eleştirel bir şekilde yaklaşıp onun üzerinde derinlemesine araştırma yapıp farklı bir sonuca ulaşmak kolay değil. Bilim literatüründe "4.54 milyar yıllık yaş" verisi olmasaydı ve bu "4.54 milyar yıl"ı araştıra-araştıra sen bulsaydın, inan sana saygı duyar ve tebrik ederdim. Bilimin körü-körüne taklit edilmesinden nefret ediyorum. Yine de, insanların bilgiyle ilgilenmedikleri bir zamanda yapılan bu yorum
      benim için değerlidir. Sağol.

      Sil